Bekir
BATURU'yu Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Hücresindeki
yoldaşı anlatıyor:
ATEŞTEN İRADE
-Hüseyin
Çukurluöz ve Bekir Baturu’nun feda anı-
Bekir Baturu ve Hüseyin Çukurluöz’ün
22 Temmuz günü bedenlerini tutuşturarak şehit düşmelerine tanıklık eden bir
tutsağın, o günü, saati, an’ı anlatımıdır...
***
Uzandı, sessizce yattı. Kafasında günlerdir, belki
de aylardır değerlendirdiği düşünceler olgunlaşmış, “vaktin geldiğine” karar
vermişti. Muharrem’in bedenini tutuşturarak, direnişin iradesini ortaya koyduğu
günden bu yana üç çift göz birbirini izliyordu. Anlamıştı Muharrem’in ne demek istediğini.
Bekir de aynı düşünceyi taşıyordu. Üstelik Bekir’in durumu da kötüleşiyor, zorla
müdahale için cehennem zebanilerinin hastaneye kaldırıp direnişini kırmak için
kollarına zorla serum bağlamaları an meselesiydi. “Gece yapacağız” dedi kendi
kendine. “Gece olmalı, karanlığı ateşimizle aydınlatmalıyız. Hücrenin içinde
olmalı, bu tecrit hücrelerini tutuşan etlerimizle eritme kararlılığımızı herkes
görmeli.” Kalkıp ölüm orucunda olmayan yoldaşını yanına çağırdı.
"Bir kağıt, bir kalem
al gel yanıma otur."
Kağıdı kalemi alıp yanına
oturdu. Sincan’daki, 1996 Ölüm Orucu Gazisi olan yoldaşlarına tek tek neleri vereceğinin listesini çıkardı. "Şu montu da
11. ekipte '96 gazilerinden biri çıkarsa ona verirsin. Bunda el emeğim çok. Alıp
kışın giysin." dedi.
Soğuk kanlıydı ama coşkulu. Hedefine
kilitlenmiş bir mermi gibiydi. Yeniden ranzanın üzerine çıktı ve oturdu.
Yoldaşına, "sen yat dinlen biraz, ben uyumayacağım" demeyi de ihmal etmemişti.
Gözlerini küçük hücrenin dört bir yanında gezdirdi, bir kaç saniyesini bile
almamıştı üç adımlık hücrenin her karesini dolaşması. “Yıkacağız seni” diye
mırıldandı. Hüseyin’in mırıldanmasını duyan Bekir, yanına geldi ve sabaha karşı
yapacakları eylemi konuşmaya başladılar. Bu arada diğer yoldaşı da konuşmalarını
duyup yanlarına geldi. Şekerli su istediler. Plastik bardakta gelen şekerli
suyu Bekir’e uzatırken, “haydi iç, bu son içeceğin olacak" dedi. Sonra
diğer yoldaşına dönerek konuşmaya başladı Hüseyin:
"Bu gece çok düşündüm, eylemi bugün
yapacağız... Partiye yazmak isterdim. Sen söylersin, zamanım yok buna. Partiye
selamlarımı söyle. Özellikle '96 Gazilerinin tümüne özel selamımı söyle.
Kamile'ye yaz söyle ki, 12'lerin yadigarı olan
kazağıyla gidiyorum. Bu bizim için de bir nokta, senin için de bir nokta
olmalı. Ölümün gölgesinde mutluluk olmaz. Mutluluk ölümü alt ederken yakalanır.
İnanç ve iradeyi asla elden bırakmayacaksın. İnanç ve irade herşeye
galip gelir. Tüm yoldaşlara selamımı söylersin. Şuradaki sigaraları bizim tüm hücrelere
birer paket dağıtırsın....”
Sonra Bekir’e döndü.
“Bugün büyük ihtimalle durumunu farkedecekler.
Buna müsade edemeyiz. Bu durumda ne yapılır?"
"Feda." dedi Bekir.
"Evet Feda, bugün
birazdan feda eylemi yapacağız. Benim kararım net. Son kez soruyorum, hazır mısın,
yapamıyorum diyorsan açıkça söyle."
"Hazırım ben. Seninle her şeye varım. Bu gece
sabaha kadar düşündüm. Hazırım.”
"İyi şimdi şekerli suyunu iç, uyu, ben
kaldırırım seni."
Bekir uyudu. Hüseyin, "ne zaman" diye
soran yoldaşına "06.30" dedi. 22 Temmuz sabahı direnişin iradesine
bir kez daha tanık olunacaktı. 05.30'da kalktılar. Hüseyin bir pankart asmaya,
halkı bilinçlendirmek için bir bildiri dağıtmaya gider gibi, bir gecekondu
direnişinde barikat kurar gibi, her adımını iradi atıyor, şaşılacak derecede
serinkanlı davranıyordu. Bekir’in bakışları “seninle her şeye varım” dediği
Hüseyin’in gözlerine dikilmiş, büyük bir yoldaş sevgisiyle, güvenle bakıyordu. "Son
sigaralarımızı içelim" dedi Hüseyin. Üçü plastik masanın etrafına
toplandı. Bir tek tanıkları vardı bu destansı anda. 250 gündür açlıklarında
yanlarında, aynı hücrede, içeriyi kaplayan açlığın nefes kokusunu solumuşlardı.
Yoldaşına döndü, "250 gündür yanımızdasın, tanıksın, bizi yoldaşlarımıza
olduğumuz gibi anlat. Anlat ki arkadaşlar dersler çıkarsınlar." dedi.
Bekir ile eylemlerini nasıl yapacaklarını
konuştular. Hapishane idaresinin müdahale etmemesi için ilk on dakika alevin
içinde sessizce kalacaklar, sonra sloganlarını atacaklardı. Alevler vücutlarını
yalarken, etleri kavrulurken nasıl yapacaklardı bunu? Bu nasıl bir iradeydi ki,
o anda bile hedeflerine ulaşmak için acılarına acı katıyorlardı.
“Burada, bu hücrenin içinde yapacağız” dedi, Hüseyin.
“Bu hücrede bitireceğiz. Buradan ölümüz çıkacak...”
Kararının netliğiyle "tamam” demekle yetindi
Bekir.
Nevresimler söküldü, hücrenin uygun bir yeri
hazırlandı, bedenlerini tutuşturmak için gerekli tüm malzemeler hazırlandı.
Gülerek yoldaşına baktı Hüseyin. Bekir sabırsızca "başlayalım” dedi.
Hüseyin, “acele etmeyelim, saatimizi bekleyelim” diye cevapladı onu. Savaş
alanında düşman taarruzunu püskürtmek için en uygun anı bekleyen komutan
gibiydi Hüseyin. “Sessiz yapacağız bu işi." diye tekrarladı.
Alt kata indiler ve battaniyeyi köşeye serdiler,
üzerine nevresimleri koyarak oturdular. Son kez birer sigara daha içtiler.
Gözleriyle sevdiler birbirlerini son kez, zaferi biz kazanacağız diye sessizce
haykırdılar gözleriyle, bakışlarıyla dokundular birbirlerinin yüreklerinin en
derin yerine. Birazdan alevleriyle haykıracaklar, herkes duyacaktı onları.
Hüseyin kızıl bantını taktı alnına. Bekir arandı, bir
an bulamadı. Bandı alnındaydı, heyecandan fark etmemişti. Kızılyıldızını
eliyle okşayıp düzeltti. Bekir’in çoktandır cebinde taşıdığı kırmızı bir beze
işlenmiş Cephe yıldızı vardı. Nereye yerleştireceğine karar veremeyince Hüseyin
elinden alıp kalbinin üzerine yerleştirdi. “Buraya yakışır” diye onayladı
Bekir. Geride kalan yoldaşlarını kucakladılar. Sonra birbirleriyle
kucaklaştılar. Birazdan ateşi kucaklayacaklar, direnişin ateşiyle
harlayacaklardı onu.
Sincan F Tipi hücrelerine sabahın sessizliği hakimdi. Birazdan “sabah kahvaltısı” sesleriyle kapı
şıkırtıları duyulmaya başlayacak, hücrenin küçük mazgalından insanlığın utanç
elleri uzanacaktı içeriye. Duymak isteyen için büyük bir gümbürdü
vardı oysa Sincan’da. Dört yıldır direnen, eşi benzeri görülmemiş bir çelikten
irade dövmeye başlamıştı bile hücre kapılarını. Bu hücreler ki, düşüncelerinizden vazgeçeceksiniz’
diye yapılmıştı. Bu hücreler ki, kişiliğinizi, iradenizi
faşizme, emperyalizme teslim edeceksiniz’ diye inşaa
edilmişti. Bu hücreler ki, yiğitleri görerek yorgun düşmüş, kahramanların her
ölümünde o sağlam görünen metal alaşımının eridiğini hissetmişti. Hücrelerin
eriyişini göstermemek için sansür uyguluyordu oligarşi. Bu eriyişi görmek
istemeyen; tarihten, halkların direnişlerinin nasıl geliştiğinden bihaber
olanlarsa yaşam kutsaldır’ diye
çığlık çığlığa bu sesi bastırmaya çalışıyordu.
Yakılacak malzemelerden genişçe bir öbek yaptı
Hüseyin, elyafları önlerine, vücutlarına yerleştirdi. Öbeğin önünde küçük bir
yol yaptı. Buradan gireceklerdi alevin ortasına. Bu yol zafere ulaşılacak yol
olmuştu o an. Boşuna ölüyorsunuz diyenlerin pespaye teorilerine meydan okuyan
bir törensellikle yola koyulmaya hazırdılar. Yaşamı kazanmak için bu yolun
yürünmesi gerektiğinin bilincindeydiler.
İlk önce daire şeklindeki öbeği tutuşturdular. Yanan
bir ateş çemberi oluştu. Hüseyin Bekir’in elinden tuttu. Elele
yürüdüler ateş çemberinin ortasındaki yoldan. Girdiler ateşin içine. İçlerine
çektiler ateşi. Ateş bağrına bastı iki yiğidi. İki candılar, tek beden oldular
ateşin içinde. Öbeğin ortasındaki boşluğa oturdu Bekir. Faşizmin karşısında başeğmeyen, diz çökmeyen Hüseyin yanına diz kırdı. Bir yılan başı gibi raks eden alevleri tutup tutup
bedenlerine sürüyorlardı. Elyafların en korlaşmış yerinden avuçlayıp göğüs kafesine
dolduruyordu Bekir. Üzerindeki eşofman tutuşup etine yapıştı. Bu dayanılmaz acı
karşısında sesleri çıkmıyordu, sadece yüz hatlarında o büyük acının kaçınılmaz
gerginliği oluşuyordu. Saatleri gelmemişti’
sloganlarını haykırmanın. Devrimci iradenin ateşle imtihanıydı bu. Ölüm nasıl
yenildiyse bu irade karşısında, faşizmin bütün politikaları nasıl parçalandıysa
bu iradenin güçlü ellerinde; alevler de diz çökmüştü. Son çırpınışla
dalgalanıyor, hırçın bir deniz gibi kabarıyor, sonra iki direnişçinin ellerinde
eriyiveriyordu.
Önce ateşi bulmuştu insanoğlu. Korkmuştu ondan,
sonra hükmetmeye başladı ateşe. Sonra demir aletler üretti ateşin yardımıyla,
emek daha bir üretken hale gelip tarihi şekillendirdi. Zalimlerin eline geçip,
isyan edenleri yaktığı da oldu, halkların elinde zalimi tutuşturduğu da.
Tarihin tanığıydı ateş. Halkların ateş çemberlerini yararak isyan edişlerine,
Paris Komünarlarının cüretine, Bedrettinlerin
bilgeliğine, 1917’lerde o görkemli ayağa kalkışa, Sierra Maestra’larda
sıkılan kurşunlara, Kızıldere’de haykırılan
sloganlara tanıktı. Bilgeydi bu nedenle. Şimdi daha bir bilgelikle kuşanıyor,
coşuyordu ateş. Onura, inanca, erdeme kesmiş bu iki bedeni içine almanın
gururuyla dolmuştu. İki kahramanın bedenlerini küllerine katarken acı da
çekmiyor, kıvranmıyor da değildi, ama o gururu başı dik bir isyankar
edasıyla sonuna kadar yaşıyordu.
Bekir ve Hüseyin’in her yanını alevler kaplarken,
geride kalan tutsak, omuzundaki yükün daha da
ağırlaştığını duyuyordu. O da yanıyordu onlarla birlikte, yüreği kavruluyor,
gözlerine gelip oturan bir damla yaşı, yoldaşlarına söz verdiği için akıtıp
ferahlayamıyor, içini yakan ateşi söndüremiyordu.
Hüseyin Bekir’in elinden tutarak ayağa kaldırdı.
Tutuşan sanki onlar değildi. Yanyana dimdik, el ele
durdular. Hüseyin sağ kolunu kaldırıp zafer işareti yaptı. Bir anda alevler
içinde kaldılar. Ateş çok hızlı büyüdü. Öbek ile bedenlerinde alev birleşti,
yükseldi. Ateş bu anı bekliyordu adeta, zafer işaretiyle birlikte alevleri de
şaha kalktı. İlk slogan Hüseyin’den duyuldu: "Yaşasın feda eylemimiz",
"Yaşasın ölüm orucu direnişimiz"...
Diğer hücrelerdeki tutsaklara haber verme zamanıydı
bu. Üçüncü tutsak, son kez baktı yoldaşlarına, “Hoşçakalın
yoldaşlar” dedi ve fırlayıp üst kata çıktı, pencereleri sonuna kadar açarak, en
güçlü sesiyle sloganları peşpeşe attı. Tüm Türkiye’ye,
hatta dünyaya duyurmak istiyordu bu sesi. Bir yandan üst katta sloganları
atarken, bir yandan ara ara koşarak merdiven başına
geliyor ve alevler içindeki yoldaşlarına bakıyordu. İkisi de hala dimdik ayakta
ve slogan atıyorlardı. Parti-Cephe’ye inancın, sosyalizmin kazanacağına güvenin
sloganları yankılanıyordu Sincan’da.
Çakmağı 06:26’da
çakmışlardı. Saatler 06:37’yi gösterirken, önce
Hüseyin’in hafif bir inleme sesi duyuldu. Sonra Bekir’in... Eridiler ateşte...
...
Bu arada tecrit hücrelerinin bekçileri kapı önüne
yığılmıştı bile. Hücreden sızan duman ve ateşin sıcaklığı karşısında oldukları
yerde duruyorlardı. Küçücük hücreyi duman ve yanmış et kokusu kaplamıştı.
Öbeğin bulunduğu merdiven boşluğu ve tabanı kıpkızıldı, hücrenin geri kalan
yerleri ise simsiyah.
Tazyikli su sıkılmaya başlandı. Üçüncü tutsak üst
kattaydı, O’nu bulduklarında yaka paça tutup çıkardılar. Merdiven boşluğundan
geçerken dönüp yeniden baktı öbeğe. Sönmüştü...
Öbeğin yanında Hüseyin’in kendisini tutuşturduğu iki
çakmağı gördü, aldı...
(Bu anlatım, Ekmek ve Adalet Dergisinin 8 Ağustos 2004 tarihli 118.
Sayısında yayınlanmıştır.)
***
Bir gaziden Bekir'e mektup:
Merhaba Bekir,
Can, canım Bekir,
Sana yazdığım bu kaçıncı mektup hatırlamıyorum.
Tabii ki gönderdiğimiz kartları da hatırlamıyorum.
Seninle her satırlarımızla sohbet girişimlerimizde
"Bu sefer malum mektup komisyonundan körlük ve aptallık olur da elinize
satırlarımız ulaşır" der ve cevap beklerken yeni satırlarımızı hazırlar gönderirdik.
... Ve aynen satırlarında şunları dile getiriyordun
"....abimin selamları
başımız gözümüz üstüne. Özel ve önemli yerin var bende. Yürek dolusu selamlar ... abime, ... ablama ve .... anaya. Kendine çok iyi bakmanı
isterim ve beni de hep mutlu eder iyi olman. ... anamın
ellerinden doyasıya öpüyorum. İnan yazdığın hiç bir satır ulaşmadı yoldaş.
Alçaklar iç etmişler anlaşılan. Seni, sizleri seviyoruz..."
Evet sizler de bizim açımızdan önemli
ve çok ama çok değerlisiniz. Kolay mı feda kuşağının kahramanlarından
biri olmak. Elbetteki değil ama bir o kadar da
kolay. Tek bir adı var, inanç... Halk ve vatan sevgisinin adı olan inanç... bağlılık ve kararlı olmak.
Bizler de tarihimizden aldığımız güçle sizlere bir
nebze ışık olduysak, halkarımıza, vatanımıza olan
sevdamızdan ve değerlerimize, inancımıza ve geleceğimiz olan sizlere
güvenimizdendir. Başka hiç bir etken ve sihirli bir güç yok, o güç biziz, büyük
ailelemizdir.
Satırlarını yine 96'cı bir yoldaşımla (biz onunla
birbirimize tertip, devre deriz) birlikte okuduk. Sohbet sohbeti açtı ve aklımdan
çıkmayan anılar canlandı bir bir.
Senin Ulucanlar'a ilk
geldiğin günü hatırladım. Daha havalandırma kapısından ilk girdiğinde sıcaklığını
güleç yüzünde belli etmiştin. Yörenizin o meşhur "Ehem"le başlayan
sohbetin, tartışmaların ve inatçılığınla topluluk içinde sivrilir, "bu işi
yaparsak bir biz Cephe yaparız. Başka yolu yok. Herkes bizde buluşacak, doğru
tektir" derdin.
Sonra Bartın'da bir arada olduk. Benim kapıdan
girişimi gördüğünde "Ehem, kurbanım, hoş gelmişsin" deyip öyle bir
sarılmıştın ki nefesimi kesmiştin. İlk komün nöbetimde ben yorulmayayım diye
kendini paralamıştın. Ama o yorgunluğunu hiç belli etmemiş, komün nöbetimizin
günlük raporunu anlatmış, sayımı bitirip "di
haydi gel yorulduk, yatak artık" deyişin kulaklarımı çınlatıyor halen.
Ve Sağmalcılar seninle son görüştüğümüz mekan oldu. "Ben geldim. Benden sana rahat yok. Burada
da buldum seni." deyip boynuma sarılmıştın. Rahatsızlığın olmasına rağmen,
hiç belli etmez, hep benimle ilgilenir, hastalığımı hissettirmemeye çalışırdın.
Ben hastalığıma kızdığımda bana "sen gazimizsin. Hastalığın hepimizin
nişanıdır. Rahatsızlıklarımızı da düşmanı alt ettiğimiz gibi yeneceğiz" der,
fedakarlığın, özverinin beni sıktığından utanırdım. Bu
anlaşıldığında kızar, boynuma sarılır, öper ve "abime
bak hele" der beni fıkralarınla güldürürdün.
Yine kendi rahatsızlığın varken bunu hiçe sayarak
feda kuşağının kahramanlarından biri olmak için can attın. İsmini okuduğumda
"yine dediğini yaptı. Antep'in yeni bir nişanı olup hançerini düşmanın
yüreğine saplayıp beyinlerini alevleriyle kavurup atacak bir kenara ve kızıl
bir alev topu olarak karanlığı aydınlatan kızıl yıldızlarımızdan biri olacak.
Bizlere yol gösterecek" demiştim. Oldun da, sen de diğer kahramanlarımız
gibi direnişin yaşayan adları oldunuz.
Ne diyeyim, yine bizlere bir çalım atarak bir ön
sıraya gittiniz. Onurluyuz, gururluyuz, sevdalıyız türkülerimize ki
türkülerimiz değerlerimizden alır kaynağını. Bedreddinler,
Pir Sultanlar, Çakırcalılar, Suphiler, Mahirler ve
84'ler ve 12 Temmuzlar ve 16-17 Nisanlar ve 96'lar ve sizler ve gelecektekiler
değerlerimiz, işte onlar büyük ailemize olan inancın, güvenin, bağlılığın
kendisidir. Sizlersiniz.
Yeniden görüşmek dileğiyle sevdamızın yüreğiyle
sizleri selamlıyor, öpüyor ve sizlerin ateşiyle sımsıkı kucaklıyoruz.
Sevgilerimle
Temmuz 2004... '96 Gazisi
Bir yoldaşın