Barış BUDAK'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

BARIŞ BUDAK ŞEHİDİMİZDİR

 

(Devrimci Sol Dergisinin Mart 1998 tarihli 10. sayısından alınmıştır.)

 

Barış Budak (Özgür) Dersim kır gerilla birliği savaşçılarımızdan biriydi. Barış Budak, 12 Ekim 1997 saat 16.00'da nöbet yerinde kendi silahı ile intihar etti.

Barış, gerilla birliğini sık sık tehlikeye düşüren ve aynı suçu defalarca işlemesine yolaçan zaaflarını aşamayarak içine düştüğü ikilem sonunda bu yolu tercih etmiştir.

Cephemiz, bir savaşçımızın kaybıyla sonuçlanan bu üzücü olayı, hem Cephe savaşçısı Barış Budak'ın adının nasıl yaşayacağını, yani onun adının savaş tarihimize nasıl kaydolacağını belirlemek, hem de kadrolarımız, savaşçılarımız açısından Barış'ın şahsında savaş ve insan gerçeğimizin kavranmasında bir ders olarak değerlendirmek temelinde ele almıştır.

Savaş büyük güçlüklerle yürüyor. Yaşadığımız ve bildiğimiz gibi, savaşı sürdürdüğümüz her gün yeni ihanetlere ve kahramanlıklara tanık oluyoruz.

Savaş, gerçekten de insanlara çok az seçenek bırakan bir olaydır. Bazen öyledir ki, ya hain olacaksınızdır, ya kahraman. Ancak bu, savaşın nihai anlamdaki cereyan ediş tarzıdır. Bunun ötesindeyse büyük bir zenginliktir savaş. Olumluluklar ve olumsuzluklar, sayısız olaya ve sayısız insan kişiliğine bağlı olarak sonsuz bir çeşitlilikte çıkarlar karşımıza. Savaş halklaştıkça, halk Cephe ve gerilla saflarını doldurdukça görürüz ki, halk çok çeşitli duyguları birarada yaşayıp bu duygular içinde savaşır. Korkak değildir, kahraman gibi de görünmez. Ama faşizmin terörü karşısında korkup gerileyebildiği gibi kahramanca kurşunların üzerine de yürür; Korkularıyla, cesaretiyle birarada savaşır. Düzenden kopuşla, meşruiyet arayışını birarada yaşar ve devrimin safında da öyle yeralır. Gerilla da bu halk gerçeğinden ayrı düşünülemez. Onun farkı halktan bir adım ileride, açık bir tercihte bulunmuş olmasıdır. O, dağlarda ya da şehirlerde düşmana karşı silah elde savaşandır. Ancak, devrimciliğin, savaşçılığın kuralıdır; düşmana karşı savaş, her zaman "içimizdeki düşman" olarak adlandırdığımız düzen alışkanlıklarına karşı savaşla birlikte yürütülür.

Dağdaki insanın, belli bir tercihle savaşın bir parçası olan insanın yaşamını biçimlendirmeye ilişkin çok fazla seçeneği yoktur. Dağları ve silahı tercih etmekle o, gerçekte bu seçeneklerin pek çoğunu elemiştir zaten.

Barış Budak, özellikle nöbette uyuma suçunu sürekli işlemiştir. Bütün eğitim, ikna ve ceza uygulamalarına rağmen, olay defalarca tekerrür etti. Gerilla için nöbet hayati önemde bir görevdir. Tüm gerillaların can güvenlikleri, nöbetçinin sorumluluğuna verilmiştir. Orası savaşın tam göbeğidir. Orada hataların, disiplinsizliklerin faturası gerillaların canıyla ödenir. Bu nedenle sözkonusu olan bir zaaftan, hatadan da öte suçtu. Bu suçu işlediği, bundan dolayı eleştirildiği, cezalar verildiği pek çok kez Komutanlığa özeleştiri yazıları yazdı, Cephe'ye layık bir savaşçı olmaya çalışacağını belirtti. Ancak başaramadı bunu. İntihar ettiği 12 Ekim gecesinden önce 11 Ekim'de de yine aynı suçu işlemiş, bu suçu defalarca işlemenin ne anlama geldiğinin, bunun yoldaşlarını imha ettirmek olduğunun bilincinde olarak bu vicdan azabıyla kendi yaşamına son vermiştir.

İntihar ettiği gün kendisiyle hesaplaşır. Bir sigara kağıdı üzerine yazdığı notta şunları belirtmiştir kendi kendine:

"11 Ekim gece nöbetinde uyudum. Ama bir gerekçe bulamıyorum. Artık bunlar çocukça bahanelerdir." Elindeki kağıdın bir köşesine "beş defa nöbette uyudum. 11 Ekim, yine nöbette uyudum" diye yazar. Kağıdın altında daha önceki suçları ve aldığı cezalar, yanında da "hakettiğim ceza verildi" notu vardır... Ancak bu not temize geçilip komutanlığa verilen bir yazıya dönüşmez. Barış, muhasebesini farklı türde bir kararla sonuçlandırır.

Barış ne yapacaktır, neler yapabilirdi?

Önünde birkaç seçenek vardı: Kendini aşmak için irade savaşı vermek ve bu savaşı kazanmak ilk seçeneğiydi veya yapamıyorum deyip ağlayıp sızlamak ve kendi gururunu, devrimciliğini kendi elleriyle yok etmek... Başka bir seçenek, firar etmek, düzene dönmektir, ki bu düşmana sığınmak, yani ihanet etmektir. Bir başka seçenek, doğrudan savaş alanında düşmana teslim olup düşman safına geçmekti. Başka bir seçenek ise düzene dönmeyi, ihanet etmeyi elinin tersiyle iterek kendi yaşamına son vermekti. Barış bunu tercih etti. Bu bir ihanet midir? Böyle değerlendirenler de olmuştur. Hayır, buna ihanet diyemeyiz. Kuşkusuz bir kahramanlık değildir, ama ihanet olmadığı da kesindir. İhanet, düşmana sığınmak, bilinçli olarak katliamlara, tutsaklıklara neden olmak ve başka türlü maddi manevi zarar vermek, kendini, ideolojisini inkar ve kişiliksizleşmedir. Barış'ın olayında düşmana sığınma, böyle bir zarar verme yoktur. Barış bunları yapmamıştır. Düşmana sığınmak, onun hizmetine girmek yerine kendi yaşamına son vermiştir. Tabii ki bu yöntem devrimcilerin tercih edeceği, teşvik edeceği bir yöntem değildir. Devrimci tavır açık ki, hatalar karşısında, onları aşıncaya kadar müthiş bir irade savaşı verip, özeleştirel olmak, kendini yenilemek ve bir daha aynı hatalara düşmeden mücadeleyi sürdürebilmektir. İntihar bu yanıyla mücadeleyi sürdürmek için yapılacak irade savaşında zayıflık ve acizliktir. Ama birinci olarak bu noktada kişinin ister adına küçük burjuva, ister feodal gurur denilsin, ne olursa olsun, en azından bu gururunu koruyabilmek için düzene dönmek ve ihanet etmektense ölümü seçmesi onurlu bir tavırdır. İkinci olarak, ihanet yerine ya da zaaflarını sürdürüp yoldaşlarının imhasına yol açmak yerine yaptığı bir tercihtir bu. İşte bu yanıyla Barış Budak şehidimiz olarak kabul edilmiştir. Malatya Ören doğumlu, Kürt milliyetinden yoksul bir köylü ailesinin oğlu olan bu genç savaşçı, intihar etmesine karşın, gerilla savaşımızın şehitleri arasında sayılacaktır.

Bugüne kadar savaşın gelişim sürecinde, doğaya uyum konusunda zorluklarla karşılaşınca, düşmanın ağır kuşatmasıyla karşı karşıya kalınca, bunlarla savaşmak yerine firar edip itirafçılaşan, düşmana teslim olan, yoldaşlarının bulundukları bölgeleri düşmana veren kişiler düşünüldüğünde, Barış'ın tavrı çok daha anlaşılır olur.

Bir tercihtir onunki. Düzen devrim arasındaki tercihini dağlara çıkıp silah elde savaşarak devrimden yana kullanmıştır. Ancak bu tercihini sürdüremez, uygulayamaz hale geldiğinde, düzene dönüş, artık ihanet anlamını kazandığından, o bu defa ihanetle ölüm arasında bir tercih durumunda hissetmiştir kendini. Gerçekte iki değil üçtür seçenekleri. Ölüm ve ihanetin yanında kendini aşarak savaşı sürdürmek tercihi vardır. Bu tercihi yapacak gücü kendinde bulamamıştır. Ama yine de ölüm ihanet arasındaki tercihinde, halka, devrime bağlı kalan, en azından kendisi dışında zarar vermeyen bir tercih yapmıştır. Zor olan kararı vermiştir.

Böyle bakıldığında Barış'ı hain olarak değerlendirmek, savaş ve halk gerçeğinden uzak düşünmektir. Savaşı ve savaşçıları düz bir çizgide hayal edip yaşamaktır. Açık ki kendini aşamayan bir insan, ihanet yerine kendi yaşamına son vermeyi tercih ediyorsa, burada kahramanlık değil ama olumlu bir yan da vardır. Hain olmak yerine ölümü tercih etmiştir. Barış'ın intiharını değerlendirirken, üzerinden atlanmaması gereken yan budur.

Savaşın içerisinde bilinen ya da hiç aklımızın köşesinden bile geçmeyen her türden olumsuzluk olacaktır. İhanetlerin ve kahramanlıkların da birçok çeşidine tanık olacağız. Herşey tek düze düşünüldüğünde, örneğin bir zamanlar Filistinli savaşçıların veya farklı ülkelerdeki ulusal kurtuluş savaşçılarının yanlarında kendilerini öldürebilecek kadar bir zehir taşımalarını açıklayamayız. Bir yöntem olarak bu tür şeyleri onaylamayız, devrimciler açısından tercih edilebilir görmeyiz. Ancak bu ve buna benzer şeyler, belli bir savaş gerçeğinin ortaya çıkardığı yöntemlerdir, kendi koşulları içinde değerlendirilirse, doğru bir biçimde yerine oturtulabilirler. Japon askerlerinin ve özellikle de komutanlarının geleneksel olarak düşmanın eline geçmektense, düşmanın eline düşmeyi bir onur sorunu olarak görüp, intihar etmelerini de anlayamayız. Bunlar, kendi koşullarından, halkın geleneklerinden, savaşın gerçeklerinden kopartılıp tek başına doğru ya da yanlış diye, onaylanır ya da onaylanmaz diye değerlendirilemez.

Bir devrimci, bir savaşçı her koşulda onurlu yaşamayı ve dik durmayı bilmek durumundadır. Bir devrimci ve savaşçı çok çeşitli biçimlerde zaaflara da düşebilir, uzun ve zorlu devrim yürüyüşünde tökezleyebilir, bu durumda bile devrimin değerlerine, halkın ve devrimin çıkarlarına doğrudan katkıda bulunmasa da sadık kalmak, dik durmaktır. Bir nedenle hareketten uzaklaştırılan bir insanın önünde iki seçenek vardır, ya mücadele dışında da olsa halk değerleriyle, belli ölçülerde de olsa bir zamanlar parçası olduğu değerlerle yaşayacak ya da düzenin pisliğinin içine gömülecektir. Birincisi, herşeye rağmen bir insan olarak dik duruyor demektir. Böyleleri halen halkın saflarındadırlar. Devrimin saflarına dönüşleri ihtimal dahilindedir.

Ancak ötekiler, devrime zarar veren bir konuma sürüklenmişlerdir. Çevremizde pek çok "eski"de bunu görebiliriz.

Bir devrimci, savaşçı, hatalar da yapabilir, ceza da alabilir. Ama yine dik duracaktır. Ceza, onu kendi tercihi olan yolda daha kararlı bir militan, daha

disiplinli bir savaşçı haline getirmek içindir.

Bir devrimci, savaşçı, akla hayale gelmedik baskılarla, akla hayale gelmedik olumsuzluklarla yüzyüze kalabilir. Hiç beklemediği insanlardan hiç beklemediği şeyler görebilir. Bütün bunlar savaş gerçekleridir. İşte bu durumda bile dik durmasını bilmeliyiz. En büyük olumsuzlukları, en büyük karamsarlıkları yaşarken bile, ölçümüz halka, harekete, devrime zarar vermemek olacaktır. Dik durmanın anlamı budur.

Toplumumuzda intiharlar son yıllarda alabildiğine artmıştır. Düzen, insanları pek çok açıdan kuşatıp bunalım içine itiyor; bırakın çareyi, tutunabilecek bir umut bile bırakmıyor onlara. İntihar çaresizliğin ürünüdür. Oysa gerçek şudur ki hiçbir devrimci çaresiz değildir.

Barış 20 yaşında bir gençtir. Yaşadığı düzeni kabul etmeyip, her gencimizin göstermesi gereken onurlu ve cesur tavrı göstererek, halk kurtuluş savaşımız içinde yeralmak istemiş ve Cephe savaşçısı olmuştur. Bu her gencimiz için büyük bir onurdur. Ancak bunu başarabilen Barış, düşmana karşı savaşını düzenin çok çeşitli biçimlerde kendisine kazandırdığı özelliklere karşı savaşla bütünleştiremediğinden, bu savaşta, dağlara çıkarkenki cüret ve kararlılığı gösteremediğinden, yenilmiştir. Ancak son bir kararla, belki de son iradesini kullanarak, bu yenilgisinin halka, devrime, yoldaşlarına zarar vermesinin önüne geçmeyi başarmıştır.

Barış olayının savaşçılarımıza, yoldaşlarımıza, tüm devrimcilere verdiği ders nedir? Devrimci kendisinin böyle seçeneklerle karşı karşıya kalmasının önüne baştan geçmelidir. Bunun yolu, eksikliklerimize, zaaflarımıza, hatalarımıza karşı savaşı da büyük bir ciddiyetle ele almak, bu savaşa süreklilik kazandırmaktır. Çözülmeler, itirafçılaşmalar, mücadeleyi bırakmalar, kaçmalar bu savaşın ihmal edilmesi üzerine ortaya çıkmaktadır. Biz burada Barış'ı esas olarak o noktaya geldikten sonraki tavrıyla değerlendirdik. Ancak asıl olan o noktaya gelmemektir. Barış'ın asıl hatası buradadır. Barış da bu savaşı kazanabilirdi şüphesiz. Ancak o bir devrimcinin bu savaşı kazanabilmesi için gerekli olan "kendine güven"ini kaybetmişti. Kendine güven olmadan olanaksızlıklarla, tehlikelerle dolu bir savaşı sürdürebilmek imkansızlaşır. Kendi eksikliklerine karşı savaşı süreklileştiren, eksiklikleri küçümsemeyip iç düşmanına karşı iradi bir savaş yürüten ve her koşulda, herşeye rağmen dik durabilen devrimcinin, örgütünün yol göstericiliği ve yoldaşlarının yardımıyla bu savaşı kazanmaması için hiçbir neden yoktur.

 

(Devrimci Sol Dergisinin Mart 1998 tarihli 10. sayısından alınmıştır.)

 

***

 

DÜŞMANA VE İÇ DÜŞMANA KARŞI

SAVAŞMAYI ŞEHİTLERİMİZDEN ÖĞRENİYORUZ

 

"... Bu uğurda şehit düşmeye, kendimi  fedaya hazırım" diyoruz, andlarımızda.

".. Bu uğurda şehit olmak bir onurdur ve bunu göze alıyorum" diyoruz, konuşmalarımızda.

Verilen sözlerde, edilen yeminlerde,  içilen andlarda "şehitlere bağlılığın", "şehit düşmeye gönüllülüğün" altını çiziyoruz. Savaşma isteğimizin, gönüllülüğümüzün güvencesi olarak "hayatımızı ortaya koyduğumuzu" belirtiyoruz. Yani kısacası, artık olağanlaşan, günlük konuşmalarda yaygınlaşan, yereden bir kavramdır şehitlik.

Biliyoruz ki, her yeni şehitte yeni değerler eklendi geleneklerimize, savaşımıza. Hesap sorma bilinci, zafer tutkusu onlarda somutlandı. Zafere yarattıklarıyla damgasını vuran şehitler iktidar savaşını hızlandırdılar. Bu savaşta saflarımıza katılanlar hızla çoğalıp, artarken şehitlik kavramı da büyüdü, zenginleşti...

Şehitlik net ve açık bir kavram. Düşmanla çatışmada, bir işkence tezgahında, evde-sokakta kuşatılarak, kırda-dağlarda düşmana kurşun sıkarken, zindanlarda direnişlerde, ölüm oruçlarında şehitlik, hazır olduğumuz, hazırlanmaya çalıştığımız bir gerçekliktir. Yani bir yanda düşman, bir yanda biz... Şehit olmak, silahımız varsa sıktığımız mermilerle, yoksa silaha dönüştürdüğümüz bedenlerimizle savaşa ekleyeceğimiz onurlu bir halka olarak düşünülür. Ama hayat yine de sonsuz bir zenginliğe sahip. Bu zenginlik içinde şehitliği bu biçimlerle sınırlayamayacağımızı Barış Budak'ın kendine sıktığı kurşunda somut olarak gördük.

Şehitlerimizin mirası bugünü aydınlatan öğretici derslerle doludur. Peki Barış'ın şehit düşmesinin mesajı nedir ? Barış'ın şehit düşmesinden neler alınmalı, öğrenilmeli ve üzerine neler düşünülmelidir?

Öncelikle Barış Budak'ın ölümü savaşın tek düze olmadığının çarpıcı bir göstergesi olmuştur. Düşmanın her zaman topuyla, tüfeğiyle, işkence tezgahıyla açık olarak karşımıza dikilmeyeceğini, sıkılan mermilerin karşısında her zaman polisin, jandarmanın, özel timin olmayacağını anlattı ölümüyle. Bilinenleri, klişeleşmiş olanları, bilindiği düşünülenleri sarstı, yeni sorular ve cevaplar getirdi.

 

Barış Budak Kurşunu Kime Sıktı?

 

Barış, halk kurtuluş savaşımızda bir savaşçı olmayı tercih etmiştir. Bu savaşın en temel seçimlerinden biri olan ölmeye ve öldürmeye  hazır ve gönüllü olmuştur. Ve bu zorlu savaşta karşı karşıya kaldığı güçlüklere rağmen yoldaşlarını, örgütünü, halkını, vatanını terkedip gitmeyi düşünmemiştir. Onaylamadığımız bir biçimde de olsa, örgütünü, yoldaşlarını, halkını, vatanını ölesiye sevdiğini kanıtlamış, bu uğurda ölmeyi seçmiştir. Bu uğurda, bunlar için ölebilmek şehit düşmektir.

Görünen yanıyla Barış Budak, düşmanla girilen açık bir çarpışmada silahının son mermisine kadar çarpışarak şehit düşmemiştir. Ama yine de Barış, bir çarpışmada şehit düşmüştür demek yerindedir. Bir farkla ki bu kanlı kavgada hasmı  ABD patentli, üniforması, postalı, palaskası, silahı ile kar maskesine bürünmüş özel tim değildir... Barış'ın girdiği çarpışmada karşı safta yer alan iç düşman’dır.

"... İç düşman nedir? İç düşman, hemen bir çoğumuzun günlük yaşamda,  eylemde, örgütsel disiplinde, yoldaşlık ilişkilerinde, kendimizde ve başkalarında gördüğümüz, düzenden aldığımız ve henüz atamadığımız birçok eksik ve zaafımızdır." (Kongre Raporu, Dursun Karataş)

Barış için de asıl düşman bir türlü altedemediği alışkanlıkları olmuştur. Bu çatışmada "alışkanlıkları" Barış'ın hasmı olmuş, onu yenmiştir... Devletle çatışmayı göze alan Barış, kendisiyle çatışmayı, alışkanlıklarını yenmeyi, yaşamın küçük, sıradan ayrıntılarını altedebilmeyi başaramamıştır. Düşmanın üzerine yürümedeki gözüpekliğini alışkanlıklarının üzerine yürümekte gösterememiştir. Düşmana duyduğu kini, kendi eksik ve zaaflarına karşı duymamıştır. Düşmanı uzaktan seçmeyi öğrenmiş gözleri, düşmanın çıtırtılarına duyarlı hale gelmiş kulakları, kendi alışkanlık ve eğilimlerinin yaratacağı sonuçları seçmeyi, onların yıpratan, çürüten, tahrip eden sessiz ayak seslerini duymamıştır. Barış dış düşmanı tanımayı, adlandırmayı öğrenmiş ama bir bütün olarak iç düşmanı yenme kararlılığında eksik kalmıştır. Ve çatışma öyle bir noktaya gelmiştir ki, ya Barış'ın içindeki düşman başkaldıracak, dış düşmanla yani polisle, askerle, özel timle, korucuyla elele tutuşup yoldaşlarına karşı bir imha aracına dönüşecektir, ya da iç düşmanın başını daha fazla güçlenmeden, kendisi dışında kimseye zarar vermeden ezecektir. Ya düşmanına kurşun sıkacak ya düşmanına teslim olacaktır... Bu savaşta zaferin garantisi düşmana tereddütsüz sıkılan kurşunlardır. Savaşçılığın gereği, kuralı, düşmana kurşun sıkarken kendini vurmamaktır. Barış bunu yapmayıp, geç tanıdığı ve altedemediği düşmanını kendini de yoketme pahasına kurşunlayarak imha etmiş, yoldaşlarına zarar vermesinin önüne geçmiştir...

Düşman düzendir, düzenden getirilen alışkanlıklardır burada. Düşman bu düzenin kazandırdığı, içten içe büyüttüğü alışkanlıklardır...

Düşman; uykusuzluktur, susuzluktur, açlıktır, üşümektir, hastalıktır, yorgunluktur, boş hayallerdir, rahat özlemidir, seçiciliktir...

Her zaman ifade ettiğimiz, eleştiri-özeleştirilerde adeta ezberden saydığımız küçük küçük alışkanlıklardır bunlar. Kısacası Barış'ın düşmanı hepimizin düşmanıdır. Günlük yaşamımıza dönüp baktığımızda bu türden farkında olduğumuz, olmadığımız, hoş gördüğümüz, sevdiğimiz ne kadar çok şey vardır:

"Uykusuzluğa dayanamıyorum",

"Günlerdir yıkanmadım, leş gibi kokuyorum",

"Şöyle ayaklarımı uzatıp biraz dinlensem, bugün çok yoruldum",

"Başım ağrıyor, kolum ağrıyor, sırtım ağrıyor, her tarafım tutulmuş",

"Aşama kadar dilim bir karış dışarıda koşturuyorum",

"Soğuktan nefret ediyorum, tirtir titriyorum",

"Sıcaktan hiç hoşlanmıyorum",

Aman, şuna bu defa uymasak n’olur”,

Bunu şimdi erteleyelim”,

"O yemeği yemem, bu giysiyi giymem, şu insanı sevmem..."

"Hastayım, rahatsızım..." vb. vb.

Hadi korkmadan, çekinmeden sorgulayalım... Ne yeriz. ne içeriz, nasıl yürür, nasıl oturur, nasıl konuşuruz? Neyi severiz, neyi sevmeyiz? Rahatlıklarımız, rahatsız olduklarımız? Beğendiklerimiz, beğenmediklerimiz?.. Disiplin, kurallar, paylaşım, sahiplenme?.. Birer birer çekinmeden, alışkanlıklarımızı aklamadan, yumuşatmadan, anlayış beklemeden bakalım kendimize... Orada Barış’ın çarpıştığı ve yenemeyip yoldaşlarına ihanet noktasına getirmeden kendini öldürerek imha etmeyi düşündüğü iç düşmanı göreceğiz. Orada kendimizi, orada "düşmanımızı" göreceğiz.

"Her şeyimi halkım uğruna feda etmeye hazırım" derken "herşeyim" söylemine tereddütsüz, hesapsız, kitapsız bakalım. Herşeyimiz nedir? Anamız, babamız, kardeşimiz, yarimiz, mesleğimiz, kurulu düzenimiz mi? Hayatımız mı?.. Alışkanlıklarımız, özlemlerimiz mi?.. Nedir herşeyimiz? Hadi somutlayalım bunları. Saç biçimimiz, bakışlarımız, konuşmamız, yürüyüşümüz, temel ihtiyaçlarımız, sevdiğimiz yemekler, içecekler... Fedaya hazır olduğumuz herşey ne kadar geniş, ne kadar dar somutlayalım... Ve şu sorunun karşılığını verelim. Neyi, ne kadar fedaya hazırız?

Evet hayatımızı ortaya koymaya hazırız. Peki düzenin kazandırdığı kişiliğimizi, alışkanlıklarımızı ortaya koymaya, değiştirmeye hazır mıyız ? İşte cevaplanması gereken esas olarak budur. Çünkü devrimci saflara gelirken düzenden getirilen kişilik devrimcileştirilmez ise bir noktada iç düşman hortlayarak kişiyi teslim alacak ve iç düşman hızla savrularak dış düşmanla bütünleşecektir. Bunun adı ise ihanettir.

"Bu yanıyla iç ve düşman arasında kalın duvarlar yoktur .... İç düşmanın yönlendirmesinden kurtulup devrimcileşmek istemeyenler, er veya geç, şu veya bu." (Kongre Raporu / Dursun Karataş)

Barış'ın sıktığı kurşun düzenin yarattığı işte bu kişiliğe sıkılmıştır... Bu yanıyla Barış Budak onurlu, namuslu bir insan gibi davranmıştır. Savaşın zorlukları karşısında düşmana sığınmayı, düzene dönmeyi, itirafçılaşmayı, kısaca ihaneti elinin tersiyle itmiş, namuslu bir insan olarak ölmeyi tercih etmiştir.

Elbette Barış'ın tercihi doğru ve devrimci bir tercih değildir. Belirttiğimiz gibi yenemediği iç düşmanı kendiyle birlikte yok etmeyi düşünmüştür Barış. Oysa bir devrimci açısından iç düşmana karşı yürütülen savaş, ne denli sancılı geçerse geçsin asla bu savaştan vazgeçilmemelidir. Kuşkusuz iç düşmana karşı yürütülen savaş da çoğu kez düz bir hat izlemez. Bu savaşın içindeki bir devrimcinin düştüğü, tökezlediği de olabilir. Ama devrim ve devrimcilik iddiasını, samimiyetini ve değerlerini yitirmeyen devrimci yine ayağa kalkıp savaşmasını bilmek zorundadır. Kısaca düşse de kalkmasını bilen bir kişiliktir Parti-Cepheli kişilik.

"Yenilebilirsiniz, yenmesini öğreneceksiniz. Zayıf düşebilirsiniz, kalkmasını öğreneceksiniz. Bu parti kişiliğidir. Bu kişilik, zaferin önündeki tüm engelleri aşıp geçebilecek güvene ve inanca sahiptir." (Kongre Raporu / Dursun Karataş)

İşte Barış Budak, kendi iç düşmanıyla savaşırken bu inançla, perspektifle hareket etmemiştir. Bu yüzden artık yoldaşlarına zarar verecek aşamaya gelen iç düşmanını kendisiyle birlikte imha etmeyi düşünmüştür. Kendisinin yaratacağı hatalar sonucu yoldaşlarının katledilmesine neden olmamak için iç düşmanını yok etmenin bedelini kendi hayatıyla ödemiştir. Hiç kuşku yok ki Barış'ın bulunduğu şartlardan çok daha kolay ve rahat şartlara sahipken karşılaştıkları bir kaç zorluk karşısında mücadeleyi bırakan, düzeni seçenlerin tavırları karşısında Barış'ın tavrı namuslu bir tavırdır. İhanet edenlerin tavrıyla ise karşılaştırılmayacak kadar onurlu bir tavırdır Barış'ınki.

Evet, şehitlerimiz öğretiyorlar. Barış da öğretiyor. İç düşmana karşı nasıl savaşılması ve nasıl savaşılmaması, iç düşmana karşı partili kişilik hedefinin önemi noktalarında hemen herkesin Barış'ın sıktığı kurşundan öğrenecekleri vardır.

 

(Bu yazı, Halk İçin KURTULUŞ dergisinin 25 NİSAN 1998 tarihli 78. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

Barış Budak'ın Abisi Baki Budak;

"Onursuzluğa Düşeceğine Herşeyi Yapacak Biriydin"

 

MALATYA HAPİSHANESİNDE TUTSAK OLAN BAKİ BUDAK'IN BARIŞ BUDAK İÇİN YAZDIĞI ANI:

 

Merhaba kardeşim, yoldaşım, Aylar sonra tutsaklıkta aldım haberini. Üzülmedim dersem yalan olur herhalde. Ben "acaba gerillaya alıştı mı?" diye düşünürken alıyorum çünkü haberini. Haberi duyar duymaz çocukluktan beri yaşadıklarımız bir film şeridi gibi gözlerimden geçti. Acılarımız, sevinçlerimiz güzellikler ve kötülükler ama herşey canlandı birden. Onur, gurur ve üzüntü yanyana geldi. Halklarımız için şehit düşmen ağabeyin olarak onur ve gurur vericiydi. Böyle erken şehit düşmen ise üzüntü verici. Daha yapacak çok şeyin vardı çünkü. Ama savaş bu. Savaşımız genç bedenlerimizin omuzları ve kanları, şehitlikleri üzerine yükseliyor. Sen ne ilktin ne de son olacaksın. Senden sonra daha nice genç bedenlerimiz kök verecek topraktan, veriyor da. Düşenler ve öfkeleri kına sığmayanlar göğsü çapraz fişekli yeni gelenler, dedik ya savaş bu.

Sen bu köklerden biriydin yoldaşım. Evet, kardeşim sana yoldaşım diyorum. İşte dedim ya bu gurur verici. Bir kardeşe yürek dolusu kır çiçekleri misali selam vermek ve İçten bir "yoldaşım" demek. Savaşta duyulan tek şey yüreklerde ve beyinde büyütülen kinin ateşinin sıcaklığıdır. İşte sen o ateşli kıvılcımların köklerinden biri oldun. Satırlarda anlatmak güç. Ama seni kalemin yazdığı kadarıyla yazmaya çalışacağım:

Yoldaşa karşı saygılı, ağırbaşlı biriydin. Yanlış yapmazdın. Hatta bu en dikkat ettiğin konulardan biriydi. Şımarıklığın aile içinde babama ve anneme karşıydı. Çünkü onlar seni öyle büyütmüşlerdi. Ancak bu şımarıklığın onlara karşı da saygılı davranmamanı getirmiyordu. Onlara karşı da saygılıydın. Okulu bulunduğumuz köyde okumuştun. Başarılı bir okul sürecin vardı Köyümüz çok büyüktü, kasaba gibiydi Sen okulda başarılıydın. Fakat okula devam etmedin. Çünkü boyun çok uzundu. Okulu bırakmayı da boyunun uzunluğundan dolayı utandığın İçin istiyordun. Çevrende sakin, efendi biri olarak tanınır, bilinirdin. Bunun için herkes severdi seni. Çocuk yaşına rağmen çevrende belli bir saygınlığın vardı. İnsanların yardımına koşmayı çok severdin. Bu noktada iş aramaz her işe koşardın. Bunu isteyerek, severek, sıradan bir iş gibi yapardın. Bu olumlu yanlarınla insanlarla çabuk ilişki kurardın. Sıcak bir kişiliğin vardı. Ve sıcak ilişkiler kurmakta zorlanmıyordun. İster evde olsun, ister dışarıda olsun en ufak bir haksızlığa bile tahammül edemiyordun: Yanlış olan şeyi kim ne derse desin yapmazdın. Karşı çıktığın en büyük şey haksızlıktı.

Senin yanında başkası hakkında gıyaben konuşulsa ve ona haksızlık yapılsa dahi daha çok kızardın. Çünkü hiç bir şeyi göstermelik, halkımızın deyimiyle "yağ çekmek" İçin yapmıyordun. Haksızlıklara karşı oluşun senin kişiliğinde içselleşmişti. İnsanları seviyor, ne olursa olsun onlarda kötülük aramıyordun. Haksızlıkların düzenden kaynaklandığını  ve onu yıkacak alternatifin devrimciler olduğunu biliyordun. Bunun için devrimcileri çok severdin. Hep onların yanına gider hiç ayrılmazdın. Devrimcileri o kadar çok severdin ki özellikle de önemli konularda devrimciler üzerine yemin ederdin. Öyle ki bu yeminden sonra kim olursa olsun sana anında inanırdı. Bazen düz yemin ettiğinde ben inanmazdım. Hemen "devrimciler üzerine" derdin ve iş orada biterdi. Ama hiç bir zaman ne de olsa inanıyorlar diye yalan söyleyip bu sözün arkasına sığınmadın. Bu senin için namustu. Sana göre devrimcilerin adını ağzına alıp hele de yemin edipte yalan söylemek en büyük namussuzluklardan biriydi.

Onuruna çok düşkündün. Onursuzluğa düşeceğine her şeyi yapacak biriydin. '94 sürecinde Kurtuluş'a gidip gelmeye başladın. Hatta bildiri vb. dağıtmaya başlamıştın. Dağıtmayı sen istiyordun. Biz sana vermiyorduk. Ama sen isteyip, alıp dağıtıyordun. Köyümüzde dağıtım yapıyordun. Ve daha çok görev istiyordun. Benim Kurtuluş'ta çalıştığım dönem daha sık gelmeye başladın. Bende yazılamaya, bildiri dağıtmaya çıkacağım diyordun sürekli. Ben o zaman küçüksün diye sana görev vermek İstemiyordum Ama savaşta küçük ayrımı yokmuş. Sen bu güvendeydin. Küçüklerin de en iyisini yaptığını gösteriyordun. Ben de ısrarından dolayı sana gazete veriyordum ve köyde dağıtıyordun. Enerjine, çalışkanlığına şaşıyordum. Aldığın görevi en iyi şekilde yerine getiriyordun. En çok yakındığın konulardan biri arkadaşların duyarsızlığı idi. Herkes gazete dağıtmak ve parasını toplamakla kendini sınırlıyordu. Sen "kimse bu gazete nasıl çıkıyor, düşünmüyor" diyordun. Daha fazla emek ve çaba gerek diyordun.

'95 Seçimlerinde bildiri, afiş, çıkartma vb. köyde yapmak üzere sen almıştın. Köy büyüktü ama sen tüm köyü bildiri, afiş ve çıkartmayla donatmıştın. Hem de tek başına. Yaptığın işi gösteriş için yapmazdın. Bir gün eyleme çıkan bir yoldaş yaptığını ulu orta anlatırken duymuştun ve hemen onunla sert bir şekilde tartışmıştın. Yaptığın işi niye anlatıyorsun demiştin. Çabuk gelişiyordun.

Yine bizim eski bir insanımız '95 sürecinde Parti'den atılmıştı. Senin en samimi olduğun insanlardan biriydi. Ama sen bırakanları yılgınları hiç sevmezdin. Ve senin için aslolan feodal arkadaşlık değil, yoldaşlık ve mücadeleydi. Bunun için ilişkini anında kesmiştin. Ben tam kesmemiş konuşuyordum. "Abim diye eleştirmeyeyim" mantığına düşmedin ve bana çok kızmıştın. Hatta seni Kurtuluş’a şikayet ederim diyordun. Bu davranışlarınla çocukluğun üzerinde bir olgunluktaydın. Evde çocuksu tavırların vardı. Mücadelede yılların tecrübesi vardı sanki. Dedikodu yapandan aşın kaçınır ve yapana hiç iyi bakmazdın.

Ben tutsak düşmüştüm. Ziyaretime gelip gidiyordun. Cihan GÜRZ yoldaşa seni soruyordum. Gelişmeyi çok seviyor ve istiyordun. Hatta yoldaşlarla siyasi tartışmalar yapıyordun. Öğrenmeye açtın. Bizleri sahipleniyordun. Ölüm Orucu sürecinde 17 günlük AG'ye girmiştin. Evet yoldaşım seni daha uzun yazmak mümkündü. Ama bu kadar yazabiliyorum. Ama unutma kalbimdesin.

 

(Bu anlatım, Halk İçin KURTULUŞ dergisinin 23 Mayıs 1998 tarihli 82. sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

Tutsak Bir Gerilla Yoldaşının Anlatımından Barış Budak:

 

Özgür (Barış BUDAK) yoldaşla ilk karşılaşmamızda sıcaklığını hemen hissedebilirdiniz.

Ayrı bölgelerde olduğumuz için gerillaya katılımından kısa bir süre sonra görüşebilmiştik. Uzun bir yoldan gelmişlerdi. Ama Özgür'ün yüzünde yorgunluğa dair bir ize rastlamak mümkün değildi o an. İlk kez karşılaşmamıza rağmen yıllardır tanışıyormuşçasına içten ve sıcaktı davranışları. Aynı gece noktaya vardığımızda önce mevzilerimizi yapmamız ondan sonra dinlenebileceğimiz talimatıyla ilk Özgür harekete geçti. Büyük bir enerji harcayarak yaptığı ilk mevzi kamufle olmak ve çatışmak İçin uygun olmadığından İkincisini yapmak zorunda kaldığında hiç yakınmadan aynı enerji ve sabırla en uzak yerlerden en büyük taşları getirerek örmüştü mevziini.

Gün ışıdığında olağan yaşantımız devam ederken üzerimizden bir kaç kez helikopter geçmişti. Komutan yoldaşımız tepedeki nöbetçinin yanına çevreyi kontrol etmeye gittikten kısa bir süre sonra haber geldi. "Kuzey batı istikametindeki tepeye düşman indirme yaptı. Düzenli aralıklarla çekilin" talimatıyla toparlandık, Özgür yoldaş benim arkamdan geliyor. Epey bir mesafe katlettikten sonra geri çağrılıyoruz. Daha sonra bunun bir tatbikat olduğunu öğreniyoruz.

Aynı noktaya döndüğümüzde çekilme tarzımız, hantallığımız, aramızdaki mesafe ve diğer konularda eleştiriliyoruz, Özgür'ün ve diğer yoldaşların büyük bir dikkatle dinlediğini görüyorum. Hele Özgür'ün gerilla olmanın inceliklerini öğrenme merakı sorduğu her soruda açığa çıkıyor. Gerilla yaşamını yeni bir yaşam biçimi olarak kavrıyor ve kendini bir DHKC gerillası olarak yetiştirmek istiyordu. Bir Özgür, bir Kenan, bir Erkan olmak onun en büyük hedefiydi. Şehitlerimizin Dersim'de yarattığı kahramanlıkları anlatan Komutan yoldaşımızı büyük bir hayranlıkla dinler ve "Nasıl çatışırlardı, ilk eylemlerinde nasıllardı, düşmanla ilk kez karşılaştıklarında ne yaptılar?" diye sorardı. Bu sorularının cevabını mutlaka alırdı. ... O diğer yoldaşlar gibi korkuyu yenebilmişti kafasında. Bu rahatlık halkla ilişkilerine de yansıyor, gittiği her yerde her evde hangi yaşta olursa olsun ilişki kurabiliyor ve kendini sevdirebiliyordu. Hatta bir gün geç vakitlerde çevreyi öğrenmek İçin girdiğimiz bir köyde gecenin ilerlemiş saatlerinde kapısını açmakta zorluk çıkaran bir ananın evinde Özgür yoldaşın gayet rahat davranışları şaka konumuz olmuştu. Öyle ki kadının gecenin bir vakti belki de ilk kez gördüğü birilerine sıcak davranması beklenemezken yoldaşımız "Gala bir ayran verir misin" diyerek ne denli kendini halkının bir parçası gördüğünü gösteriyordu. Ama onun bir Ğala deyişi vardı ki gülmeden edemezdin. "H" harfini çok kabalaştırarak söylemiş ve ona takılmamıza sebep olmuştu. Her görüşmemizde yediği kaplumbağaların ve kurbağaların hikayesini anlatır, artık dağlarda yaşamayı öğreniyoruz derdi.

Evet büyük bir hızla gerilla olmayı öğreniyordu. Taşıdığı silahı onun ne denli gurur duyarak taşıdığı, silahına iltifatlar yağdırırken görülüyordu. Askeri ve siyasi eğitiminde büyük bir moral ve enerjiyle öğrenme merakı taşıdığını görmek mümkündü her zaman.

Bütün bunlarla beraber düzen kültürünün ona kazandırdığı alışkanlıklarını bir anda yok edememişti. Bayan yoldaşlara "kız" deme alışkanlığını bırakmıştı ve "artık söylemiyorum" derdi. Gerilla, savaşçı onun için yeni ve aydınlık kavramlardı. Yeni bir yaşamdı, disiplindi, kendisiyle, doğayla, düşmanla, halkın yürüttüğü özel savaşla mücadeleydi. Hepimiz gibi onunda disipline edilmeyen yanları vardı. Bir Özgür, bir Kenan olmak İstiyordu ama düzen kişiliğiyle devrimci kişiliği belli noktalarda çelişkiye düşüyordu. Bunlar her yeni gerillanın farklı farklı konularda yaşadığı şeylerdi. Özgür'de bunları yaşıyor olmasına rağmen evine dönmeyi, düşmana gitmeyi, kaçmayı yani İhaneti hiç bir zaman düşünmedi ve bunu hiç bir zaman dile getirmedi. Çünkü Özgür biliyordu ki Kenan, Ali, Nihat olmak zordu. Zor dağlarda savaşmakla aşılacaktı. Başka bir çıkış onun için ihanet demekti. Çünkü Özgür İhaneti her zaman lanetle anıyordu. Savaşçı gururuna dönüşmeye çok yakın gururu onu ihanet etme yerine ölümü seçmeye götürdü. Bu tercih onurdur. Bu tercih ihanete başkaldırıdır.

Devrimci kişiliğiyle düzen kişiliğinin çatışması sonucunda kaybeden yine düşman olmuştur. Çünkü şehitliğiyle düşmana giden yola set olmuştur. Düşmana gideceğine ölürüm demiştir. Bu konuda yolumuza ışık olmuştur.

Açacak bahar çiçekleri

Sağanak yağmurun ardından

Patlayacak tomurcuk sabırsızca kabından

Adı Barış olacak vatan topraklarındaki her karış toprağın

Sabah seheri yeline kattı haberini

İhanetin sırtına nasıl tükürdüğünü alıp götürdü dalga dalga

Her şafak daha kızıl doğuyor güne

Dağların doruklarına dikeceğimiz bayrak

Senin kanınla daha bir kızıllaşıyor

 

Onun şehitliği ihanete tavır almanın sembolüdür şimdi. Dağlardan selamladı bizleri. Kısa da olsa gerilla olmanın gururunu yaşadı, şimdi dağlara sevdalanmanın tam zamanı diyerek. Onurlu bir savaşçı olarak aramızdan ayrıldı.

 

(Bu anlatım, Halk İçin KURTULUŞ dergisinin 23 Mayıs 1998 tarihli 82. sayısında yayınlanmıştır.)

 

Geri