Ayşe BAŞTİMUR'u Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Yoldaşlarının anlatımı: BAHARIN KIZI

 

İyi, güzel, çevresinde sevilip sayılan insanlar vefat ettiğinde halkın yüreği bir ayrı yanar. Farklı bir acı duyar. Bu acıyı her yaşadığında bu nedenle "İyiler gider, kötüler kalır" demiştir. İyiler giderken kötülerin yaşamaya devam ediyor oluşu halkın içinde dert olmuştur. Ölüm orucu direnişi içinde de zulüm onlarca iyiyi alıp götürdü aramızdan.

Ayşe yoldaş da sadece bu dünyada, bu ülkede bu halk içinde değil, Parti-Cephe içinde de bu yanlarıyla ayrıca öne çıkanlardan biriydi. Her zaman da onu tanıyıp, bilen yoldaşları tarafından çok aranan, ihtiyaç duyulan bir devrimci, bir insan bir yoldaş olarak kalacak.

Ankara'da Tuzluçayır'da, bir gecekondu mahallesinde şehit düştüğünde 34 yaşındaydı. 10 yıldır hapisteydi. Balıkesir'li olan Ayşe devrimciliğe başlamadan önce hemşireydi. Kardeşi yoktu. Annesi, babası vefaat etmişti, ama kimsesiz değildi. Onun ailesi partisiydi.

80'lerin sonunda başlayan ve yaklaşık onbeş yıl süren devrimci yaşantısı, tutarlılığın, vefa ve bağlılığın, mütevazilik ve güvenin örneğidir.

Devrimciliğin başlangıç yıllarında sağlık emekçilerinin örgütlenme çalışmalarında görev alan Ayşe, daha sonra yeraltının kurumlaşma görevinde yer alır. Bu dönemde Ayşe'yi tanımak Ayşe'nin çalışmaları hakkında bilgi sahibi olmak, hareketimizi, önder kadrolarımızı da tanımak bilmektir.

...

Bir 16 Nisan akşamı toplandık. Ayşe bize Sabo'ları anlatacak. İçimizde Sabo'yu, Sinan Abiyi, Fazıl Abiyi, tanıyan sayılı arkadaşlardan biriydi. O, hep heyecanlı olurdu. Bu heyecanı bize de yansırdı. Yaşamın akışında yahut darda kaldığımız bir anda onlarla buluştururdu bizi. Her anlatışında farklı bir şeyler bulurduk.

Dikleşip ellerini dizlerine koyardı. Gözlerini bir noktaya sabitlerken hepimizin gözü ondaydı. Bir süreliğine sanki Saboların yanına gitti. Bir kere öksünüp, elini yüzünde gezdirdikten sonra başladı anlatmaya:

"Bir akşam Sabo evde heyecanla bekliyordu. Geziyor, oturuyor, saatine bakıyordu. Onu hep sakin görürdüm. O gün çok farklıydı. Evimize biri gelecekti, biliyordum. Belki de birşeyler olmuştur, diye susuyordum...

Sabo'nun yüzü, gözleri değişikti. Derken kapı çalındı, açtım. Aman allahım o ne? Yazın ortasında kışlık bir pantolon, üstünde kısa kollu beyaz bir gömlek, yüzü güneşten yanmış, gülen biri karşımda duruyor, içeri girdi. Sabo ile bir sarılışları vardı ki, ben hayatımda o güne kadar öyle bir kucaklaşma görmedim. Sevginin, yoldaşlığın, aynı duyguları paylaşıyor olmanın ne bileyim dostluğun, herşeyin en güzel ifadesiydi o kucaklaşma."

Hepimiz 16-17 Nisan gecesine dalıp gidiyoruz. Sabo'nun sesi geliyor "Amca beyi sorun" Bu söz de ne çok şey anlatıyor, ifade ediyor. Bir bize mahsus kuşatma altında yoldaşlarını sormak, bir bize mahsus birazdan öleceğimizi bilsek de yarınları düşünmek.

Arada bir sesi çatallaşıyor, belli ki kendini tutuyor. Sabo'nun gözlerini anlatıyor. "Çok güzeldi, içinin güzelliği gözlerine yansımıştı, farklı bakardı" diye.

Sonra Sabo'nun yoldaşlarına olan düşkünlüğü, "Akşamları eve geldiğinde hep poşetler olurdu elinde, kime ne lazım, o gün kimin neye ihtiyacı var görür, mutlaka tamamlamak için uğraşırdı." Sabo'yu çok anlattı bize Ayşe. Onu bire bir görmemiş olsak da, yaşamıyla, davranışlarıyla capcanlı karşımızdaydı.

16-17 Nisan'da Ayşe gözaltındayken Sabo'yu sormuşlar. Yüreği ilk kez böyle sıkışmış. Aslında seviniyormuş Sabo'ya, Fazıl Abi'ye, Sinan Abi'ye ulaşamadıkları için. ilk "ablanızı öldürdük" dediklerinde inanmamış "Onun kılına zarar gelirse maffederim sizi" demekten de geri durmamış...

Gözlerimiz yine Ayşe'deydi. O ara ara durup düşünüyordu. Biz her zaman yaptığımız gibi ya sözünü kesiyor, ya düşüncelerini bölüyorduk.

"Ayşe hani bir kere ağlamıştın ya"

Yüzünde gülümseme beliriyor hemen.

"Sürekli evde oturmaktan çok sıkılmıştım. Kitap okuyor, el işi yapıyor ama sıkılıyordum. Bunu da hiç arkadaşlara açmamıştım."

"Niye açmadın?»

"Ne bileyim, bir sürü iş güç arasında, bir de benimle mi uğraşsınlar? Neyse artık çok dolmuşum demek ki Sabo bana birşey söyledi. Çok sıradan birşeydi ama ben başladım ağlamaya, Sabo bakıyor. Zaten o hemen anlardı birşeyler olduğunu. Neyin var? diye sordu. Ben de sıkıldığımı anlattım. O gün çok gülmüştük. Sabo "gençsin, tabii ki gezmen eğlenmen gerek. Dışarı çık dolaş biraz, tiyatroya, sinemaya git, çarışya pazara git... Hep evde oturmak zorunda değilsin ki" diyerek beni çok rahatlatmıştı.

Ayşe anlatırken bunları, biz Sabo'yu öğrenirken çoğu zaman onun anlattığı şeylerden gördük. Öğrenirken öğreten olmalı dediğimiz nasıl somutlanacaktı ki, yapmadan. İşte Ayşe de tüm anlattıklarını yapıyordu ya.

"Ayşe Fazıl Abi?"

- "Fazıl'la çok çalışmadık. Bir süre kaldık. O o zaman yeni gelmişti. Dışarı pek fazla çıkmıyordu. Akşamları Sabo'yla oturup uzun uzun konuşurlardı. Birgün pastaneden yaş pasta aldım. Fazıl'a götürüp 'bak ben yaptım, güzel olmuş mu? Dedim. Fazıl pastayı yedi. 'Gerçekten güzel yapmışsın ellerine sağlık demesin mi?' Onun söyledikleri karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. "Ay bu kadar saf olamazsın yaa, onu pastaneden aldım" dediğimde güldü. "Sen söyledin inandım, sen de böyle yapabilirsin ki demesin mi!"

"Sen Fazıl Abi'ye bir de gömlek almıştın değil mi?"

"Hıı, Ona gömleği verdiğimde hem şaşırmış, hem de sevinmişti. Çünkü üstünde geldiğinde giydiği gömlek vardı. onun eşyalarını yıkamak için istiyordum, ama bir türlü alamadım. "Ben de yıkayabilirim" diyerek vermek istemiyordu."

Ayşe'nin uzun uzun anlatmasına biz izin vermiyoruz. İstiyoruz ki gece bitmeden bütün tanıdığı şehitlerimizden bir parça da olsa anlattıralım, ufacık bir anı olsa da dinleyelim.

O gece lafı ağzından alıp duruyoruz. Bir şehidimizin bir anısı bitmeden hemen soruyoruz. O da sorulara cevap vermeye, biraz da olsa anlatmaya çalışıyordu.

"Ayşe sen Sinan Abi'yle de kalmıştın, değil mi?"

- "Çok kısa bir zaman. Onun öyle çok yaşadığımız şey olmadı. O sürekli çalışıyordu. Gece gündüz ne zaman yatıyor ne zaman kalkıyor bilmiyordum. Ben onu hep ayakta masanın başında görürdüm. Günlük sohbet ediyorduk ama dedim ya O'nun çok işi oluyordu. Bir keresinde yanıma gelip "Kusura bakma seninle çok sohbet edemiyoruz, şu işler biraz yoluna girsin o zaman daha çok konuşuruz" demişti. 12 Temmuz sonrasıydı. Onu hep çalışırken hatırlıyorum."

Belki ki buraya kadar anlatılanlara doğal ne var ki bunda diyenler olur. Ama bizim için öyle mi? On yıllardır kesintisiz yürüyüşümüzde yükün en ağırlarını taşıyan, bizi biz yapanlardı onlar; Sabo, Sinan, Fazıl...

 Kaç geceyi uykusuz geçirdiler, kaç sorunu çözmek için kafa yordular. Ailemizi büyütmek, kavgamızı daha ileriye taşımak için azmı emek harcadılar. Ayşe onları anlatırken içimizi bir sıcaklık geliyor, kaplıyordu. Belki bire bir görmedik, çalışmadık onlarla ama Fazıl abi, Sinan abi neden günlerce masa başında kaldı, neden uykusuz geçirdi anlayabiliyoruz.

Sevgiyi, bağlılığı daha nasıl tamamlayabiliriz ki. Öyle büyük şeylerde aramak çok da gerekmiyor. Yaşamın içinde en ufak şeylerde gösteriyor. Ve günü geldiğinde en yalın biçimiyle ifade ediyordu. Tıpkı Sabo, Sinan ve Fazıl Abiler gibi.

Sabo'ların o camdan tüm dünyaya seslenişleriyle, bizden olmayanları, bizi tanımayanları hayrete düşürmüşlerdi. Ya biz elimizde olsa bir koşu gitmez miydik yanlarına? Kuş olup uçmaz mıydık? Sabo demişti "Daha fazla özveriyle daha fazla cesaretle..." bu ses hiç gitmedi ki kulaklarımızdan.

...

Anlatmak Ayşe için kolay değil biliyoruz. Ama daha fazla dinlemek de istiyoruz. Şehitlerimizi anlatırken, ince bir sızıyla ürperirken bedenimiz, boğazımıza bir düğüm dayanıyor da bırakmıyoruz kendimizi. Acı gözbebeklerimizde öfkeye dönüşüyor. Bir ağlıklık var havada acı, öfke ve onlara erişebilme istediği, herşey gelip oturuyor bu kurduğumuz sohbete.

"Ayşe Hüseyin ve Satı Taş'ı da anlatacak mısın?"

"Anlatırım da saat geç olmadı mı?"

"Olsun olsun hadi" sesleri yükseliyordu. O Hüseyin abileri anlatırken hep kahkaha atardı.

- "Hüseyinlerle kaldığımız zaman ben Hüseyin'in kız kardeşi olarak biliniyorum. Tesadüfe bak ki ben kapkara, Hüseyin sarışın, renkli gözlü. Bir şekilde bu durumu kurtarmak gerekiyordu. Oturduğumuz evin duvarları inceydi, ne ses olsa duyuluyordu. Hüseyin eve geldiği zaman mahsustan bağırarak konuşuyordu. "Sen ne biçim kızsın, bir yemeği bile pişiremezsin, evde kaldın, bu gidişle seni kimse almaz, seni nasıl evereceğim?" Ben utanıp sıkılıyordum, aynı zamanda Satı'yla bir olup kıs kıs gülüyorduk. Hüseyin kendini öyle kaptırıyordu ki; "Karıyı da boşayacağım, seni de eve göndereceğim, gencim yeniden evlenirim" diyordu. Tabii son sözler Satı'ya biraz dokunuyordu. Bizim bu seslerimiz yerine ulaşmış olacak ki bir gün komşumuz ben balkonda elişi örerken bana bakarak acınaklı bir sesle ∞demesin mi? O zaman çok utanmıştım. O gün Hüseyinler eve gelince hıncımı ondan çıkardım; böyle böyle dediler diye. Hüseyin de "gelip isteseler ben de veririm, kardeşim değil misin, hem de hiç beklemem hemen veririm seni" diyince tepem atmıştı. "Beni evlendirecekmiş yaa..."

Ortalığı kahkaha sesleri kaplıyordu.

İçimizdekiler, bizdendiler. Yaşamlarıyla, şehitlikleriyle örnektiler, önderdiler. Geleceğe kurulan birer köprü oldular. Onları bize ulaştıran, anlatan Ayşe'ydi.

...

Ayşe, 2000 yılında muradına ermişti. Artık bir ölüm orucu savaşçısıydı.

- "Ayşe biliyor muydun ekipte olacağını?"

- "Tabii ki çok emindim".

Sadece tereddütsüz bir cevaptı bu.

Direniş başladığında elinde bir işleme vardı. Merak edip yanına yaklaştık.

- "Ayşe ne işliyorsun?"

- "Sabo'yu"

Beyaz bir bez üzerine siyah simli ipten Sabo'nun portresini nakış nakış işliyordu. Bir köşesine çekilip sessiz sakin ilmek ilmek Sabo'nun resmi çıkıyordu ortaya.

O an Ayşe'ye bakarken Sabo ve Ayşe'yi yanyana düşünüyoruz. Sanki Sabo'yla sohbete dalmıştı. O'nu yüreğine işlediği gibi beze de işliyordu. Resim bittiğinde Sabo'ya çok benzemişti. Sabo dilinden dökülen söz gibi Ayşe'de yaşıyordu.

Yatağının başucuna 96'da İdil'le birlikte çektirdikleri resmi koyduk. 96'da O İdil'in başucundaydı, bu sefer İdil Ayşe'nin başucundaydı...

Elinde bir çarşafla yaklaşıp,

- "Bu İdil'in son anlarında serili olan çarşafı. Ağırlaştığımda bu çarşafı sermenizi istiyorum" demişti.

Çarşaf elimizde gözümün önüne 96 ölüm orucu günleri geliyor.

İdil artık sayıklamaya başlamıştı.

"Mitralyöz"

Yanı başında Ayşe soruyor.

"Mitralyöz kim İdil?"

"Ben"

O an çok sevinmişti. Önce bize bakmış sonra da dönüp İdil'i öpmüştü... Bazen onunla karşılıklı otururken gözlerine bakardım. Siyah güzel gözlerine.

"Ayşe senin gözlerin başka sanki hep bir ışık yanıyor. Yani pırıl pırıl."

Ne vardı o gözlerde? Ayşe Sabo'nun gözleriyle birleşmişti, sevgiyle yoğrulmuştu.

Arada bir "anne" derdik ona. Yoldaşlığın yanında ana olurdu bize. Her daim yanıbaşımızda onun soluğunu hissederdik.

Ayşe anaydı, yardı, yarendi. 341. gün hücre hücre erirken ve güneşe köprü kurarken Sabo, Sinan, Fazıl, Hüseyin, Satı, İdil vardı harcında.

Açlığın 341. gününde Sabo'yla, İdil'le kucaklaşırken arkada ne çok şey bıraktı. Dünden bu güne, bugünden yarına tohum olup serpildiler yüreklere.

"Dünyayı parıltılı aydınlıklara doyuracağız" demiştit Sabo. Onun için Sabo'lar, Ayşe'ler, İdil'ler gibi öleceğiz. Buz kıran gemisi hep ilerleyecek, ta ki dünyayı parıltılı aydınlıklara doyurana dek...

16-17 Nisan 1992'de Hareketimize yönelik ikinci büyük katliam operasyonunda Ayşe de gözaltına alınıp tutsak düşen yoldaşlarımızdandı. Kayıp ve katledilme tehdidi  altında, 15 gün süren işkence boyunca tek kelime alamadılar Ayşe'nin ağzından işkenceciler. Nasıl girdiyse öyle çıktı Ayşe.

Saf ve temizdi. Yalan, hile, bencillik, kurnazlık ondan hep uzak oldu. Hareketimizin yeminli üyesi olan Ayşe gözaltında savcılığa götürüldüğünde savcının "Devrimci Sol üyesi misin?" sorusuna, tüm saflığı ve temizliğiyle "Sempatizanıyım" diye cevap verir. Avukatın "Niye öyle dedin?" diye sorması üzerine de "Ne yapayım ama, değilim diyemedim. Öyle demezsem sanki hareketi sahiplenmiyormuşum gibi geldi?" diye cevap verir.

Bağlılığı, görev ve sorumluluk bilinciyle hep yukarılarda, görev sorumluluk sahibi olması gereken yoldaşlarımızdandı.

Tutuklandıktan sonra konulduğu Bayrampaşa hapishanesinde bayanlar bölümünün sorumlularından biri oldu. Komüncülük yaptı. 95 yılının bahar ayında bir grup yoldaşıyla Çanakkale Hapishanesi'ne sevk oldu. Mahkemesi sonuçlanmış, örgüt üyeliğinden 15 yıl ceza almıştı.

Çanakkale hapishanesinde bayanların siyasi sorumlusuydu. Aynı zamanda hapishane komitesindeydi. Mütavazilikte parmakla gösterilen ender insanlardan biriydi. Çoğu insanın onun sorumlulardan, yöneticilerden biri olduğunu bilmemesi bu nedenleydi.

Yoldaşlarına karşı sevgi, saygı doluydu. Dışarıdan görenlerin "edilgen pasif" olarak değerlendireceği Ayşe'ye koğuşta yoldaşlarının "Anne" diye hitap etmesi yine bu nedenleydi. Bu gerçeği en iyi anlatacak yine Ayşe'yi tanıyanlardı:

...

"Çanakkale'ye geldiğimiz ilk günlerde Ayşe ile sohbetimizi net olarak hatırlıyorum.

Havalandırma sabaha kadar açık kalıyordu. O günlerde Ayşe ile geç saatlerde havalandırmaya çıkıp uzun süre volta atmıştık. Tanışma sohbeti yapacaktık. Böyle karar verip çıkmıştık voltaya...

Ama o sessiz, ben sessiz. Konuşmadan, arada bir iki sözle epey volta attık. Sonra birbirimize bakıp kahkahalarla güldük halimize. Ve o başladı çocukluğundan itibaren anlatmaya. Sonra ben anlattım.

Böyle çok sohbetimiz oldu Ayşe'yle. Çanakkale'nin ilk günleri diyince hep Ayşe geliyor aklıma. Çok şey öğrendim ondan. Asıl olarak ta yaşamı, iradesi öğretiyordu. Yani anlatmasına gerek kalmıyordu. Sonra birlikte çalışmaya başladığımızda çok daha yakından tanıdım..."

...

"Çanakkale'deyiz. Çanakkale'de bizim koğuşta yağda yumurta tabakları ortak olur haliyle. Yani yağda yumurta koğuşumuzun sevilen yemeğidir. Ayşe bazen komüncümüze seslenir. Ya Ü... yaa, şu yumurtaları biriktirelim de birgün herkese üç yumurta kıralım. Ayşe de yumurtayı çok sever, ama o hep sofradan ilk kalkanlardan olur. Onun masadan her çabucak kalkışında içimden kırk bin tane şey geçerdi. Bunları Ayşe'ye hiç anlatmadım. Ayşe'yle kucaklaşınca anlatırım belki... kim bilir?"

...

96 ölüm orucu direnişinde ikinci ekiplerdeydi. Bir ölüm orucu savaşçısıydı. Ancak o "Ölüm orucu direnişçisiyim" diye çekilmedi kenara. Direnişin son anına kadar mesleki bilgilerini birinci ekipte yer alan yoldaşlarının hizmetine sundu. Onların gönüllü sağlıkcılık, hemşirelik görevini üstlendi. durumu ağırlaşan yoldaşlarının başında bekledi, onlarla ilgilendi.

2000, 20 Ekim'inde ise, yine en önde olan, ölüm orucuna ilk ekiplerde katılan, feda savaşına hazırlanandır. 2000'de birinci ekip ölüm orucu savaşçısı olarak bandını kuşanmasına rağmen yine kendini geriye çeken değil, pratiğiyle, yaşamıyla, örnek tavır davranışlarıyla direnişi örgütleyenlerden, yol gösterenlerden biri olur.

96 ölüm orucunda kendi ellerinde şehit düşen Ayçe İdil Erkmen'e özel bir bağlılığı vardı. Resmini başucunda taşır, İdil için açılan hatıra defterine tek satırla "Sen benim vicdanımsın" diye yazar. Sabo'ya, İdil'e layık olmak kendi kendine yüklendiği bir boyun borcudur.

"Alın bandı bağlanır bağlanmaz İdil'i izledi. 'İdil' denince Ayşe abla gelir ya akla, bunun sebebini şimdi çok daha iyi anlıyorum. Çok güçlü, kopmaz bir bağ var aralarında. Bugün konuştuk ta; 'İdil gibi olmak tek hedefim' diyor..."

19 Aralık katliamından geçip, işkenceler içinde Kütahya hapishanesine sevk edilen, yoldaşlarından tecrit edilen Ayşe, kararlılığı, bağlılığı, kendine güveniyle yine aynı Ayşe'dir. Her zaman ateş çemberlerinden başı dik geçmiştir.

Zorla tedavi için önce Kütahya Devlet Hastanesi'ne, oradan Ankara Numune Hastanesi'ne kaçırılır. Tehditler, zorla müdahaleler kar etmez Ayşe yoluna devam eder.

O günlerde devletin, dienişi kırak amacıyla başlattığı ölüm orucu direnişinde yer alanları 399'da tahliye etmeler sonucunda Ayşe'de bırakılır, ama Ayşe düşmanın umduğu gibi direnişi bırakmaz. Direnişe dışarıda devam eder.

Yalnız değildir. Yanında dışarıda ölüm orucuna başlayan, genç bir yoldaşı olan Özlem Durakcan vardır. Özlem yazdığı mektuplarında "Ayşe ablaya bakınca moralim, coşkum, inancım katbe kat artıyor" diyecektir.

O günlerde bir yoldaşına yazdığı mektupta şöyle der Ayşe:

"Herşey değişiyor gördüğün gibi. Hayaller, gerçekler, beynimiz, yüreğimiz, düşüncelerimiz, herşey değişiyor. Direnişte harmanlanıyor.

Direniş savuruyor, yıkıyor, kavuruyor, dağıtıyor. Kimi zaman dingin, kimi zaman da dalgalı ama direnişte oluyor herşey. Direnenler yapıyor. Sadece; direnenler hareket ediyor, direnenler net olabiliyor, dienenler göre biliyor, herşey direnişin oluyor.

Harmanyeri, direniş evi. Bereketli güzel. Güzellikleri birlikte yapıyoruz. Engel olamıyorlar. Hergün hergün çoğalıyoruz. ölerek, yaşayarak, direnerek çoğalıyoruz...

Beden küçüldü, inanç büyüdü, yürek büyüdü..."

 

***

 

Bir yoldaşı Ayşe'nin şehitliğini anlatıyor:

 

Günler ilerledikçe bedeni erir, küçülür Ayşe'nin; ama inancı, yüreği büyür. "Ben" demez hiçbir zaman. Kendisi şehitliğin eşiğindeyken aklı yine yoldaşlarındadır. Yüreği yine onlarla birlik, onların yanında olmaktadır.

Direnişin son günü, son anlarıdır. Ayşe yine vefa, sevgi, inanç örneğidir;

"Geçen hafta Salı günü Özlem'in bilinci kapandı önce. ... Ortalık karıştı. Ayşe abla da durum böyle olunca sıvı alımını azalttı. Perşembe sabahı durum sakinleşti. Ayşe abla Özlem'e müdahale olursa feda eylemi yapacağını açıkladı. Aygün, Zeynep abla ve Ali Rıza'nın haberi gelince Ayşe abla da kendini kilitledi o ana. Ama son ana kadar bilinci açıktı. Gözleri yine parıldıyordu, yani çok mutlu ve huzurluydu. Bir yanda da Özlem'e güç veriyordu. Son 5-6 saat konuşamadı. Son olarak "Önce ben düşmeliyim" dedi. Özlem'se zaten baştan hızlandırmıştı, menzili hiç uzak görünmüyordu, görmüyorduk. Ayşe abla verdiğimiz sıvıyı ağzında biriktiriyor ve çıkarıyordu. Özlem de aynı şekilde bilinci kapalı olduğu 3 gün boyunca her sıvı verişimizde dudaklarını kenetliyor ve sıvı almıyordu. Saat 12.30'da Ayşe ablayı uğurladık. Tüm isteklerini yerine getirdik, eve saldırı olana kadar "Kıpkızıl olmak istiyorum" diyordu hep. Kırmızı tişörtünü giydirdik. Bandını bağlayıp, kırmızı örtü örttük üstüne. Özlem'in inlemeleri iyice artmıştı. Vücudunun sıcaklığı düşmeye başladı. Ve 3.00'te de o'nu uğurladık. Yanyana omuz omuza devam ettikleri bu yolda yine yan yanalar.

Onların ölümleri, ölüm gibi gelmiyor bize. Çünkü o kadar alışmıştık ki, hergün azar azar ölüyorlardı zaten. Ölümü rezil kepaze ediyorlardı. Çarpışan her hücreleriyle gelen insanlar çok şaşırıyordu. Ayşe ablanın küçücük kalmış bedeninde parıldayan yaşam yolu gözleri donduruyordu insanları. Bazen çok güldürüyordu bizi. Bir pazar günü "Bugün Pazar, yan gelip yatıcam, hem de tembel tembel" demişti de çok gülmüştük. Çanakkale'deki arkadaşlar ona "Baharın kızı" diyorlardı. O'nun türküsü varmış meğer bilmiyorduk. "Uçmaya yok kanadım/ Kırmızı lakalir adim/ Ben baharın kızıyım" diye. O türküyü söylemişti bize.

 

Ayşe...

Güneş yanığı teni

Omuzlarında dalgalanan

Alıp götüren kömür karası saçları

Boyu, posu

Yürüyüşü, duruşu

Ne yükseklerde gözü

ne sıradan biri

Dağda toprakta fabrikada

Hayatı kendi bedeninden yaratan

Bildiğimiz Anadolu kadını

 

Ayşe...

Otuz dört yıllık ömrüne

Mapusta ekledi son on yılını

On yılda dolaştı

Bayrampaşa

Çanakkale

Kütahya mapus damlarını

Bir de Numune Hastanesi'ni

Bir emekçi mahallesinde

Son kaz kapamadan gözlerini

Elleriyle hayat taşırken kuruyan dallara

Canıyla hayat taşımak için bu kez

20 Ekim'de Çanakkale mapus damında düştü yollara

On bir ay

Kırk dokuz hafta

Üçyüz kırküç gün

Sekizbin ikiyüz otuziki saat

Taşıdı insanlık aleminin tüm yükünü

Açlığa yenilmedn

Zulme yenilmeden

Ölüme yenilmeden

 

İnsanları

halkını

ve ülkesini

Canından çok

Bir de Atabarı oynamayı

Romen kızını söylemeyi

Türkülü gecelerde kendinden geçmeyi severdi.

 

Bir akşam üstü duyuldu

Sürdürürken son; ama

hayatın en güzel, en onurlu yolculuğunu

Yol arkadaşı kucaklamadan ölümü

Kesmiş suyunu ve şekerini

Üç satır yazıyla çıktı gazetelerde haberi

"Yok diye ailesi

Kimsesizler mezarlığına gömüldü" diye.

Oysa, Karşıyaka mezarlığına gömülmekti

son vaziyeti.

 

Ayşe...

Hiçbir zaman, hiçbir yerde

Kimsesiz değildi

O, koskoca bir ailenin

En yüksek mertebeye ermiş bir ferdiydi.

Ayşe...

Gönlümüzün siyah incisiydi.

 

Geri