Aydemir
ŞAHİN'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Kızkardeşi Anlatıyor:
Ağabeyim, çok sıcak ve sevecen bir insandı. Sürekli
bize devrimci yaşamı anlatır, paylaşımcılığı ve yardımsever olmayı öğütlerdi.
Bizler de onun devrimci yaşamına özenir, onun gibi olmak isterdik. Şu anda ise
onun gibi onurlu bir şekilde şehit düşmek istiyoruz. Bizleri bir gün Malatya'ya
Grup Yorum'un konserine götürmüştü. O günü hiç unutmam. O gün bana çok büyük coşku
ve mutluluk vermişti. Kafamdaki küçük dünyaları yıkmamı sağlamıştı. Ağabeyimi çok
seviyorum. O ölmedi, ölmeyecek. Çünkü bizler onu yaşatacağız.
Babası Anlatıyor:
Oğlum sürekli inşaatlarda çatışırdı. Hem okula
gider, hem de eve gelir sağlardı. Zaten bizim ekonomik durumumuz hiç iyi değildi.
Çok zor şartlar altında okuduğu için hep ezildi ve bunun sonucunda düzeni daha
iyi tanıdı. En son görüştüğümüzde askere gidiyorum dedi ve daha sonra
görüşemedik. Şimdi şehit düştü. Oğlumun gittiği yolun haklı olduğuna
inanıyorum. Benim oğullarımın en büyüğüydü. Çok çalışkandı, zekiydi ve her
zaman başkasının yardımına koşardı. Bütün komşuları ve arkadaştan Aydemiri çok
severdi. Onu hiçbir zaman unutmayacağız.
***
Gerilla yoldaşları anlatıyor:
Alın çizgileri belirgindi. Sarı saçları ve aynı renkte
olan sakalları hep dağınıktı. Elbiselerine de pek önem vermezdi. Eski olmuş,
çamur bulaşmış..... onun için
önemli değildi. Hele üzerindeki mont, O'nun için önemliydi. Değerliydi. “Bu
montu kıra gelirken bir yoldaşım verdi. Benim için değeri büyük” der ve ondan
vazgeçmezdi. Bu bizim Niyazi idi. (Niyazi Aydemir’in gerilladaki adıydı.)
İnsan O'na baktığında doğayla ne denli
bütünleştiğini hemen farkederdi. Karda, tipide ya da
sağanak yağmur altında bile hiç istifini bozmadan, puşusunu
üstüne örter yatardı. Başının altında yastık yerine hiç düşünmeden bir taşı koyabilirdi.
İnsan ilişkilerinde de aynı doğallık içinde hareket ederdi. “Şöyle konuşsam
yanlış anlaşılır mıyım” gibi kaygılarla hareket etmezdi. İçinden nasıl geliyorsa
öyle davranır, öyle konuşurdu. Saf ve temiz kalbiyle düşündüklerini sakınmadan ifade
ederdi. Hepimiz O'nu bu doğal yapısıyla tanır ve sever-sayardık. Tabii sadece
bu yanını değil... Asıl O'nun emekçiliği, mütevazılığı konuşulur, örnek verilirdi.
O, tam bir emekçiydi. Çocukluğundan beri bir emekçi olarak yaşamıştı.
Niyazi, Malatyalı idi. Malatya'nın Hekimhan ilçesine
bağlı Karaçayır köyünde dünyaya gelmişti. Türk milliyetinden, sünni inanca sahip bir ailenin en büyük oğlu olarak. Daha
çocuk yaşdayken ekmek kavgasına başlamıştı; ailesi yoksuldu.
Bir yandan ailesine köy işlerinde yardımcı olurken, bir yandan çeşitli işlerde
çalışmış; bu arada da öğrenimini sürdürüp, Hekimhan'da liseyi bitirmişti.
Niyazi'nin devrimci mücadeleyle tanışması, amcasının
oğlu Nihat ŞAHİN aracılığıyla olur. Yaşadığı yoksulluk, karşılaştığı
haksızlıklar, Niyazi'de de düzene karşı bir tiksinti yaratmıştır. Malatya'da
dergimizin bürosuna gidip gelmeye başlar. Demokratik alanda çalışan
arkadaşlarla tanışır ve mücadele etmeye karar verir. Bu arada ailesinin
geçimini sağlamak üzere inşaatlarda sıvacılık yapmaktadır. Ekmek kavgası içinde
olması, devrimci görevleri önünde engel olmaz. Gazetemizi, yasal yayınlarımızı
Hekimhan'a götürüp satar, parasını düzenli olarak büroya getirir. Konserler
düzenlediğimizde biletlerini satar, hapishanedeki arkadaşları ziyaret eder,
bildirileri dağıtır, gençleri örgütler. Hiçbir zaman boş durmazdı. Emekçiliğini
mücadele için de göstermektedir.
Malatya demokratik alanda çalıştıkça gelişir.
Gerçekleri gittikçe daha iyi görmekte ve zulüm düzenine karşı savaşmak için
yanıp tutuşmaktadır. Yaşı ilerlediğinden askere çağırırlar. Ama O, kararını
vermiştir; oligarşiye askerlik yapmayacaktır, halkının askeri olacaktır.
Gerilla olmayı kafasına koymuştur. Gerilla olmak ve mücadeleyi silahlı savaş
içinde sürdürmek isteğini her fırsatta Harekete iletir. Sonunda Hareket bu
talebini kabul eder.
Gerillaya katılacağını ailesine ve yakınlarına
söyleyemez. Çünkü gizli kalması gereken bu olayın ortalığa yayılmasını
istememektedir. Ailesine ve yakınlarına “askere gideceğim” der. Gelenek gereği
akrabaları gezip vedalaşır. Akrabaları da gelenek gereği kendisine para verir.
Bu paraların bir kısmıyla gerillada ihtiyaç duyabileceği eşyalar satın alır.
Arta kalanını da Harekete verir. 1993 Mart ayında Mazlum (Mikail Güven) ve
başka bir arkadaşla birlikte gerillaya katılır. 21 yaşındadır.
Yıllardan beri özlemini çektiği silahlı savaşa bir
kır gerillası olarak katılmıştır. Sessiz ve içine kapanıktır. Pek konuşmaz. Bu
hali bazı arkadaşların, “acaba savaşmak istemiyor mu, kaygıları mı var” diye
düşünmesine neden olur. Böyle düşünen arkadaşlar komutanla konuşarak
gözlemlerini ve düşüncelerini bildirirler. Ancak Niyazi gerilla içindeki
pratiğiyle kendisi hakkında olumsuz kanıya kapılan arkadaşları utandıracaktır.
Niyazi gerçekten de ilk zamanlarda oldukça suskundu.
Ancak yaşamın doğallığı içinde, zamanla bunu aştı, meğerse bizim Niyazi ne
kadar neşeli, espirili bir insanmış. O'nun halkımızın
karakterini yansıtan, o doğal mizacıyla yaptığı sohbetlere doyum olmuyordu.
Emekçi kişiliği gerillacılık içinde de belirleyici
yanıydı. Niyazi'de, “Söylensin, emir verilsin ondan sonra yapayım” mantığı
yoktu. Kimsenin söylemesine gerek kalmadan, ihtiyaç duyulduğunda su getirir,
çay yapar, odun taşır, ya da başka bir işte çalışırdı. Doğaya hiç yabancılık
çekmezdi. Hep köyde yaşayan arkadaşlarımız da dahil,
gerillaya katılan arkadaşlarımız, belirli bir süre doğayla 24 saat içiçe yaşamaya alışamaz, zorlanırlardı. Bazen soğuk, bazen
karda yağmurda, çamurların içinde, karanlıkta ya da dikenlerde boğuşarak
yürümek sorun olurdu. Oysa Niyazi ilk geldiği günlerden itibaren bütün bu
zorluklara çok alışkınmış gibi davranıyordu. Sanki bütün hayatı böylesi bir
doğa hayatı içinde geçmişti. Ne yürüyüş kolunda ne de arazide konakladığımızda
hiçbir zorluğu yadırgamaz, hemen koşullara uyum sağlardı.
Bir gün araziden köye faaliyete gidiyorduk. Bahar
aylarıydı. Bir yandan yağmur yağıyor, bir yandan da karlar eriyordu. Eriyen kar
sularıyla beslenen dereler gürül gürül çağlıyor, geçit
vermiyordu. Oysa gitmemiz gereken köye ulaşabilmemiz için bir dereden geçmemiz
gerekiyordu. Yürüyüş kolumuz dereye ulaştığında, hepimiz karşıya nasıl geçeçeğimizi kara kara düşünmeye başlamıştık.
Hava çok soğuktu. Suya girmeden üzerinden karşıya geçebileceğimiz bir köprü
yoktu. Su ise oldukça çamurluydu. Bir baktık ki Niyazi bu çamurlu suya girmiş
ve karşıya geçiyor. Karşıya ulaştığında bizim yerimizden kımıldamadığımızı
görünce tekrar dönüp yanımıza geldi. “Gelin imanım, ben sizi geçiririm”
dedikten sonra hepimizi sırtlayarak karşıya geçirdi. Sıra Ekrem'e (Adnan
Berber) gelince, “yok kardeşim ben geçerim” dedi ve O da Vehbi'yi (Halil İbrahim
Ekicibil) sırtlayıp suya girdi. Ama tam derenin
ortasına geldiklerinde, ikisi birden suyun içine düştüler... Niyazi; “niye inat
ettiniz, ben ikinizi de geçirirdim” diyerek Vehbi ve Ekrem'e takılmaya
başlamıştı bile. Niyazi böyle bir insandı; fedakarlığı
hep kendi yükümlülüğü görür ve biz yoldaşları için hiçbir fedakarlıktan
kaçınmazdı.
Niyazi yoldaşlarına karşı saygılıydı. Kır gerillası
süreci boyunca hiçbir arkadaşa karşı olumsuz, kırıcı bir tavrı ya da yıkıcı
eleştirisi olmadı. Biz yoldaşlarıyla olan ilişkilerine olgun, oturmuş kişiliği
yön veriyordu. Bir arkadaş herhangi bir nedenle sinirlendiğinde Niyazi ortamı
yumuşatır ve o arkadaşı sakinleştirirdi. Her an koruduğu moral ve motivasyonu hepimize örnekti.
Hava buz gibi, kuru bir ayaz var. Bulunduğumuz
köyden ayrılıp, Haydar-i Kerrar adını verdiğimiz
noktaya gidip konaklıyoruz. Soğuk iliklerimize işlemiş, tir tir
titriyoruz. İlk Niyazi nöbete çıkıyor. Şimdi doğal olarak “ ne var bunda, her
savaşçı nöbete çıkabilir” diye düşünebiliriz. Doğrudur, ama sorun bu değil. Niyazi
gönüllü olarak ilk nöbeti kendisi almıştır. Bu tavır onda adeta alışkanlık
haline gelmişti. O, gerilla yaşamının her anında böyledir. Yağmurda en
korunaklı yere geçmek, soğukta ateşin çevresinde güzel yeri seçmek, en kalın battaniyeye
sarınmak ona yabancıdır. Yükün en ağırını kendisi taşır. Biz uyurken o ateş
yakıp ekmek ısıtır. Kendisi için değil; bizim için... Bütün bunları bir fedakarlık gibi algılamadan yapar. Bunlar onun için fedakarlık değil; görevdir, yoldaşlarına duyduğu sevginin
ifadesidir.
Depo, sığınak, mevzi yapım işlerimiz Niyazisiz
olmazdı. Bu tür işlere başladığımızı görünce, elini şöyle bir çalışmanın
yapıldığı yere uzatır ve “imanım ben bu işlerden anlarım. Şöyle bir baktım mı
kaç metre kaç santim olduğunu ölçerim” der ve hemen çalışmaya katılırdı. O'nun
istekle çalışması bizi de coşturur, o, işinin erbabı olmanın güveniyle hızlı ve
kusursuz çalışırken, biz de şikayet etmeden
katılırdık. Niyazi, işlere sadece kendisi coşku ve gönüllülükle sarılmaz, bizi
de bu yönde yönlendirir, en yorucu işlere bile özenirdi. Bu noktada,
birliğimizde günlük işleri sahiplenme konusundaki edilgenliğin kırılmasında
büyük rolü olmuştur.
Niyazi en hızlı gelişen yoldaşlarımızdandı. İlk
geldiğinde konuşma ve tartışmalara pek katılmazdı. Daha sonra bu tavrı tersine
döndü ve sohbelerimizin vazgeçilmez insanı oldu. 1993
yazında Munzur faaliyetine giden müfrezenin içinde yer aldıktan sonra anlatma,
çözümleme yapma, tartışma ve konuşma yeteneğini belirgin bir şekilde
geliştirmişti. O'nu Munzur faaliyetleri içinde yeraldığı,
'93 Temmuz'undan Eylül ayına kadar görmemiştik. Döndüğünde ise bambaşka bir
Niyazi ile karşılaştık. Sürekli okuyor, elinde hep okumak için bir kitap hazır
bulunuyordu. Bu faaliyette birçok kitap okumuş, okuduklarını arkadaşlarla
paylaşarak özümsemişti. Okuma, tartışma ve öğrendiklerini paylaşma bir kültür
haline gelmişti. Bu kültürü oluşturmasında Arif (Mürsel
Göleli) ve Ekrem (Adnan Berber) yoldaşların önemli bir rolü ve emeği olmuştu.
Niyazi bu emeklerin karşılığını veriyordu. Birşey
öğrenmek ya da öğretmek için saatlerce bıkmadan inatla tartışırdı. O'nu sürekli
deneyimli arkadaşlarla tartışırken görmek alışıldık bir manzaraydı. Bir
bakardık Mazlum'u (Mikail Güven) yakalamış tartışıyor; bir bakardık Ekrem'i...
Tabii Niyazi işlerini bir tarafa bırakıp laf üreten bir insan değildi. Bu tür
sohbetleri gerilla yaşamının doğallığı içinde yapardı. Yani çay içerken,
dinlenirken vb. ortamlarda...
Niyazi tartışmayı okumayı ve öğrenmeyi de diğer
işler gibi zorunlu görüyor ve yapıyordu. Bu yönüyle de birliğimizde öne çıkan
bir örnekti. Bazılarımız; “okuyup da ne yapacağız? Ben savaşçıyım” mantığını
taşıyordu. Bu mantık yanlıştı. Hem okumamız, araştırmamız, öğrenmemiz bir
zorunluluktu, hem de kır gerillacılığının yoğun pratiği içinde bile bunun
koşulları vardı. “Silah elde savaşıyoruz. Bu yeterlidir” sözlerinde ifadesini
bulan yeterlilik duygusu bizim anlayışımız değildi. Niyazi'nin yaşamı bu yanlış
anlayışa verilen en güzel cevaptı. Niyazi bir kır gerillasının kendisini askeri
olarak geliştirmesi gerektiği gibi, ideolojik-politik olarak da geliştirmesi
gerektiğini ve geliştirebileceğini hepimizi somut bir örnek olarak gösteriyordu.
Komutanlarımız da hepimiz gibi, Niyazi'nin bu çok
yönlü gelişimini görüyorlardı. Niyazi '93 yılının sonlarında müfreze komutan
yardımcılığı görevine atandı. Bu görevini sürdürürken hem kendisini, hem de
yoldaşlarını geliştirmek için büyük bir sorumluluk duygusuyla çaba sarfetti. O süreç birliğimizin kendisine özgü zorlukları
yaşadığı bir süreçti. Çok kısa bir süre içerisinde birliğimizdeki savaşçı
sayısı birkaç katına çıkmış, birlik içindeki tartışmalar yoğunlaşmıştı. İşte
Niyazi bu koşullar içinde bile yoldaşlarına birşeyler
verebilmek için çaba harcıyor ve elinden geleni yapıyordu. Olumsuz koşullara
teslim olmadı. Öğrendiklerini unutup kendini kapıp koyvermedi.
Bütün savaşçı ve komutan yoldaşlara ayrımsız, aynı samimi, sıcak ve olgun
yaklaşımı gösterdi. Yıkmayı değil, dejenere ve
yıkılanı yapmayı hedefleyerek eleştirdi. Yetmezlikleri onu bu yolundan
alıkoymadı. Bu zorlu ve sorunlu sürecin yüz akı olan yoldaşlardan biri oldu.
Niyazi'nin yöneticilik noktasında doğal olarak bazı
yetmezlikleri de vardı. Bu yetmezlikleri aşma bilinciyle hareket ederdi. Niyazi
eleştiriler karşısında da olgunluğunu koruyor, önyargısız bir yaklaşımla
arkadaşların eleştirilerine cevap vererek ikna temelinde hareket ediyordu. Bu
dönemde Niyazi'nin komutan yardımcısı olduğu müfreze ikiye ayrıldı. Oluşturulan
ekiplerden birinin komutanı Niyazi idi. Ekipler ayrı ayrı
köylere faaliyete gittiler.
Niyazi'nin Dersim köylüleriyle oldukça sıcak bir
ilişkisi vardı. Hem komutan olmadan önce, hem de komutan olduktan sonra
tanıştığı her köylüyle sıcak bir diyalog yakalayıp kalıcı ilişiler yaratma çabasını
sürdürdü. Doğal, çekincesiz yapısı köylülerle yakınlaşmasında en büyük
avantajıydı.
Birgün tek bir evden oluşan bir
mezraya gittik. Evin sahibi olan ailenin üç dört çocuğu vardı. Hepsi gençti ve
bizi süzüp sorular soruyorlardı. Niyazi de onların sorduğu her soruya tane tane konuşarak doyurucu cevaplar veriyordu. Evin anası olan
yaşlı kadın Türkçe bilmiyordu. Bu nedenle Niyazi'nin anlattıklarının çok azını
anlayabiliyordu. Yine de çok etkilenmiş olacak ki; Niyazi konuşmasını bitirince
Zazaca, “he lace mı he”
(öyle oğlum öyle) diyerek onu onayladı. Niyazi ananın söylediğine karşılık olarak;
“he ana, ben hem Lazım, hem Türküm, hem de Kürdüm” deyince hepimiz hem çok şaşırdık,
hem de neden böyle söylediğine anlam veremedik. Meğerse Niyazi ananın “lacem” sözünü (oğlum sözünü duyunca), “laz
mısın” diye sorduğunu zannetmiş. Kırdığı potu anlayınca biz kahkahalar atarken
gidip ananın boynuna sarıldı ve o da gülmeye başladı. İşte Niyazi Zazaca bilmemesine rağmen bu şekilde köylülerle çoğumuzdan daha
iyi sohbet eder, sempatik tavırlarıyla sıcak bir hava yaratırdı. Bizim olsun,
başka örgütün taraftarı olsun bütün köylüler Niyazi'yi çok sever, sayar ve
kendisine teklifsiz yaklaşırlardı. Niyazi hiçbir köylüye tepeden bakmaz, bilgiç
tavırlar sergileyip ukalalık yapmazdı. Bu yaklaşımıyla da Dersim halkının
gönlünü kazanmıştı.
Niyazi disiplinli bir savaşçıydı. Askeri kurallara
uyar, kuralsız davranışları üslubunca eleştirir, uyarırdı. Emir-talimatlara
harfiyen uyardı.
Birgün köye giden arkadaşlar
döndüklerinde Mücadele Gazetesi'nin son sayılarından birini getirmişlerdi.
Hemen toplanıp gazeteye bakmaya başladık. Mahrumiyet koşullarında gazetemizin
elimize geçmesi her zaman bizi sevindirirdi. Yine aynı sevinci yaşıyorduk.
Hemen ne var ne yok diye başlıklara bakmaya başladık. Sivas'ta şehit düşen dört
yoldaşımızın şehit düşmelerine ilişkin haber ve özgeçmişleri var.
Yoldaşlarımızın kahramanca direnişlerini okuyor, resimlerine bakıyoruz.
Sivas'ta bir kez daha şahanların silah sesleri yankılanmıştı.
Bir yandan da şehitlerimizin özgeçmişlerini okuyorduk. Bir arkadaş, Sivas'ta
komutan olarak şehit düşen Nihat ŞAHİN'in Niyazi'nin amcasının
oğlu olduğunu söyledi. Niyazi nöbetteydi. O'nun bu haberi nasıl karşılayacağını
merak ediyorduk. Ancak Niyazi nöbetten döndükten sonra haberi okudu. Çok
duygulanmıştı. Sanki, onunla yaşadıklarını tekrar
yaşıyordu. Gururla Nihat'ı bize anlattı. Niyazi, Nihat'ın öğrencisiydi.
Mücadeleye katılmasında Nihat'ın emeği büyüktü. Bu emeği boşa çıkartmamıştı.
Nihat'ın şehit haberini aldıktan sonra da mücadeleye dört elle sarıldı. Kısa
süre sonra, Niyazi, Dersim'den Sivas'tan gelen silah
seslerine cevap verip şehit düşecekti.
Niyazi olumlu özellikleri şehit düştüğü güne kadar
sürdürdü. Pratiğiyle yığınla güzel örnek yarattı.
3 Eylül 1999 günü, AYDEMİR ŞAHİN komutasında ASUMAN
KOÇ, HÜLYA ATEŞ, ORHAN KORKURT VE NURHAN AZAK Haydar-i Kerrar
adını verdiğimiz noktadan akşam üzeri yola çıkmışlar. Ulukale köyüne yaklaştıklarında düşmanı farkedip
dönmüşler. Dönüp geldikleri yer oldukça açık ve çıplak bir yermiş. Dahası
düşman önceden burada konumlanmış. Yani pusuya düşmüşler. Niyazi, çatışma
başlar başlamaz yoldaşlara “mevzilenin” talimatını vermiş. Ve kendisi
mevzilendiği yerde vurulmuş. Şehit düştüğünde de yine öyle sessiz ve sakinmiş.
Çatışmadan çıkan yoldaşlar, “vurulduktan sonra bir daha sesi çıkmadı, sanki uzanmış
yatıyordu” diye anlattılar.
Niyazi'nin yaşamı hala bize örnek olmaktadır. O'nu;
mütevazılığını, kavgaya bağlılığını, coşkulu ve morali yaşamını hatırlayarak
anıyoruz.