Ayçe İdil ERKMEN'i Yakınları, Yoldaşları
Anlatıyor:
İDİL’E Mektup...
İdil’imiz Merhaba!
Sana
uzun zamandan bu yana yazmak istiyorum. Ama bir türlü kaleme varmadı elim.
Neden diyeceksin şimdi soran gözlerinle? Kaşlarının çatıldığını görür gibi
oluyorum. Gerekçecilikten değil yoldaşım. Tembellikten de değil. Direnişimizden
bu yana iki sözcüğü yasakladık kendimize. Direnişimizin 60’lı günlerinde “bizim yarın nöbetimiz var” diyen sesin
kulaklarımızda. Bilincin yerinde değilken bile bir an olsun eksilmeyen görev ve
sorumluluk bilincin hep aklımızda.
Tembellikten
de, gerekçecilikten de değil sana yazamamam. Mektup ayrılık demektir. Oysa sen
her zaman bizimlesin.
Seninle
birlikte oturuyoruz derslerimize.
Seninle
birlikte kavramaya çalışıyoruz savaşımızın halklaşmasını.
Seninle
birlikte kavramaya çalışıyoruz Cephemizi güçlendirmek için neler yapmamız gerektiğini.
Yol gösteriyorsun bize. “Daha fazla
emekçilik, daha fazla fedakarlık, halkımızı ve yoldaşlarımızı
daha fazla sevmek” diyorsun her gülüşünde. Yaratıcılık diyorsun, geceyi
gündüze katmak diyorsun, yorgun düşünceye kadar görevlerimizi, hedeflerimizi
düşünmek diyorsun bakışlarınla.
Öylesine
bizimlesin ki sen bizsin, biz de sen olmaya çalışıyoruz.
Senin
yüreğinle bakıyoruz yoldaşlarımıza, partinin emeğini görüyoruz birbirimizde. Bu
emeğe duyduğumuz saygıyla sahipleniyoruz birbirimizi.
Senin
sabrınla, emekçiliğinle çözmeye çalışıyoruz karşımıza çıkan sorunları.
Senin
coşkunla, mütevaziliğinle
öğrenmeye çalışıyoruz bilmediklerimizi.
Senden
öğreniyoruz halkın hem öğrencisi, hem de öğretmeni olmayı.
O
kadar içimizdesin ki, bu yüzden yazmak zor geldi. Bilmiyorum anlatabildim mi
düşüncelerimi yoldaşım?
Bu
soruyu sormam bile çok anlamsız biliyorum. Sen ki yoldaşlarının duygularını,
düşüncelerini çoğu zaman anlatmadan anlardın. Sıkıntısı, sorunu olan bir
yoldaşın yanı başında hemen seni buluverirdi. Çoğu zaman sıcak bir gülümseme,
sımsıkı bir kucaklaşma ile biterdi sohbetlerimiz. Sorun çözerdin, geliştirirdin
yoldaşlarını.
Şimdi
de hep yanıbaşımızdasın, doğru yaptığımızda
seviniyor, yanlış karşısında her zamanki gibi kaşlarını çatıyorsun.
Attığımız
her adımın doğruluğunu seninle ölçüyoruz. “İDİL
olsaydı şimdi nasıl davranırdı” diye soruyoruz kendimize. Hiç bitmeyen sabrın,
şaşmaz adalet duygun güç veriyor bizlere.
İDİL
YOLDAŞIM halklarımızın güzel gelini. İDİL “DAĞLARA DESTAN YAZAN KIZ DEMEKTİR”
diye yanıtlamış bir anamız. Yazdığın destan halklarımızın yüreğine bilincine
işliyor günden güne.
Adın
onlarca bebeğin adı oldu şimdiden. Yüzlerce İDİL senin destanını dinleyerek
büyüyecek. Analarımız “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür, İDİL’ler
Ölümsüzdür” diye seviyorlar küçük İDİL’lerimizi.
Aydınlarımız evlerinin en güzel köşesine asıyorlar senin resimlerini. Suya
atılan bir taşın yarattığı dalgalar gibi büyüyor direnişimizin etkisi.
Bugün
genel direnişimizin 2. Yıldönümü.
Bugün
12 yoldaşımızla birlikte yazdığın destanın 1. Sayfasının yazıldığı gün. Sizlere
layık bir anmanın yoğunluğu içindeyiz hepimiz.
Kahramanlık
haftamızda da, yeni destanlar yazarken de hep birlikte olacağız. Zaferi
sizlerden öğrendiklerimizle kazanacağız.
Sana
hiçbir zaman hoşçakal demeyeceğim yoldaşım. Her
başımız sıkıştığında sana koşacağız. Aradığımız her çözümü sende,
şehitlerimizde bulacağız. Her zaman yanımızda, kalbimizde, aklımızda olacaksın.
Çanakkale
Hapishanesi’nden bir yoldaşın
***
"SORU SORMAK MI DAHA
KOLAYDIR CEVAP BULMAK MI"
İDİL'İN BİR SORUSU
Günlük yaşam içinde ne anlama geldiği üzerinde çok
fazla düşünmeden kullandığımız bazı şeyler vardır. "...Harekete sordum,
cevap bekliyorum, hareket çözer, harekete söyledim eve ihtiyacımız var,
harekete ilettim paraya ihtiyacımız var..." Aslında biraz üzerinde
düşündüğümüzde bu ifadelerin hiçte aklımıza getirmediğimiz anlamlarını hemen
buluruz. Hareket kim, biz kimiz, kimden ne istedik... kimden ne cevap
bekliyoruz....
İdil'le çalışmaya başladığımızda ilk tartıştığımız
konu buydu. "...Soru sormak mı daha kolaydır, cevap
bulmak mı..."
Birçok yanıyla yaralandığımız, darbeler aldığımız
bir süreçte iş başa düşmüştü. Bize sorumluluk yapacak bir "abi", bir "abla" isteriz ya başımızda, işte
bunların olmadığı bizim "abi" ve
"abla" olmamız gerektiği bir süreçti. Yani hareketi isteriz, onun otoritesini,
onun yol göstericiliğini, onun şevkatini, adaletini,
elini sürekli omuzumuzda hissettiğimiz bir dostu
isteriz.
Biz hem öğrenmek, hem de öğretmek zorundaydık.
Operasyonlar sonucu yara alan örgütlülüklerimizi toparlamak göreviyle karşı
karşıya kalmıştık.
Bir kurumumuzda otururken dikkatimi çekmişti ilk kez
İdil... Parmaklarının ucuna basarak yürüyen, narin ufak tefek
birisi. Herkese birşeyler söyleyen, bazen
elinde bir kalem not alan, tezgahta çay demleyen,
bazen yüzü gözü boya içinde ortalıkta sessiz sakin dolaşan, ağzı pek laf yapmayan
ufak tefek birisi...
Sorumlu arkadaşa "... İdil'i nasıl
tanırsınız..." diye sormuştum. Üç-beş cümle ile İdil'in edilgen biri
olduğunu anlatmıştı. Hiç olumlu yanı yok muydu, İdil'in... Eğer yoktuysa neden
burada bizimle beraber... Bu nasıl bir alışkanlıktı, bir yoldaşımızı üç-beş
cümle ile özetliyor ve hep olumsuz yanlarını anlatıyorduk. Bunun üzerine devam
etti sohbetimiz. Olumlu yanları neydi İdil'in. Emekçi, sabırlı, sakin, saygılı,
bazen kendisinden beklenmeyecek kadar inatçı... Farklı bir gözle bakıldığında
ne kadar da olumlu özelliğini bulmuştuk İdil'in... Peki
benim neden şimdi dikkatimi çekmişti İdil... Oysa dört yıldır haftada ortalama
iki-üç kez gördüğüm birisiydi. Hep "albenisi" olan ilk bakışta
hareketli, çevik, gözlerini dört açmış, oradan oraya koşturan insanlar
dikkatimizi çeker ya işte İdil onlara benzemiyordu. Bu nedenle hiç "görmemiştim"
İdil'i.
Birlikte çalışmaya başladığımızda İdil'in ne kadar
özenli ve sabırlı olduğuna çok yakından tanık olmuştum. Çok daha uzun bir
geçmişi olan bir arkadaşla birlikte komite şeklinde çalışıyordu. Kendisinden
"eski" olan arkadaş çok bildiğine güvenle toplantılara hep
hazırlıksız geliyor, yılların deneyiyle hemen toplantı sırasında düşünüyor,
orada öneriler yapıyordu. İdil ise renkli kalemlerle bir ilkokul öğrencisinin
özeniyle hazırlıyordu çalışmalarını. Üzerinde düşündüğü, yoğunlaştığı için de
anlık önerilerin gerçekçi olmadığını yavaş yavaş
kendi üslubuyla anlatmaya çalışıyordu.
Birçok soruyla-sorunla karşılaşıyorduk. Şu sorunu nasıl çözeceğiz, şu kişi evsiz kalmış, şunun parası yok,
şurada operasyon olmuş, bu arkadaşların duygusal bir sorunu var, bu gösteride
neyi öne çıkartsak, şu bölgenin bağları kopmuş, şu kampanya için nasıl bir
program çıkartsak, birimler alanlar arası çekişmeler, tartışmalar vb... Tüm bu
sorunları-soruları tartışmak ve cevap bulmak zorundaydık. Gerçekten soru
sormak kolaydı. Ama biz hem soru sormak, hem de cevap bulmak zorundaydık.
Sorularımıza cevap buldukça güçleniyorduk aslında. Sanki daha kolaylaşıyordu
birçok şey.
Aradan yaklaşık bir yıl geçtikten sonra İdil ile
kongre sonrasında Ortadoğu'da, çok farklı koşullarda tekrar karşılaştık.
İkimizde çok heyecanlıydık. Yaşadıklarımızın şaşkınlığı içindeydik, birçok şeyi
yorumlamaya çalışıyorduk.
Vatan kavramı üzerine konuştuk uzun uzun. Yabancı geliyordu bu kavram. Vatan dendiğinde sanki
"... vatan millet sakarya..."
tekerleme gibi gelir ya dilimizin ucuna, ilk aklımıza gelen bu oluyordu. Ne
kadar değersizleşmişti bazı şeyler... anlayamıyorduk.
İyi bir piyanist, iyi bir mühendis, iyi bir doktor
olmamız istenmiş bizden... Ama ne, bu iyiliğin kıstasları ne, kim için, ne için
iyi. Hedefi, amacı ne bu iyiliğin... Hiç, hiçbir amacı yok. Dengesiz büyüyen
çocuklar gibiydik... Hani şu kafası kocaman, elleri küçük, bacakları sakat,
sağlıksız çocuklar olur ya, hastalıklı onlara benziyorduk. Alfabeyi öğrenmeden Motzartı öğrenmiştik, ama devrimcilerle tanışıncaya kadar
Şeyh Bedrettin'i duymamışız örneğin. Ülke vatan, halk ayaklanmaları, direniş ve
isyan tarihimiz; bunların hiçbirini öğrenmemişiz. Dünya savaşlarının Avusturya veliahtının bir deli tarafından bıçaklanması ile başladığı
öğretilmişti örneğin, bunları konuşurken çok gülüyorduk... Ne yani diyordu İdil
"...bende gidip şimdi Prenses Diana'yı bıçaklasam üçüncü dünya savaşı
çıkar mı acaba..." Bunların üzerine bir de yarı aydın ailelerimizin bize empoze etmeye çalıştığı batıcılık, aslolarak
da Fransız hayranlığından kaynaklı piyano öğretmek, yabancı dil öğretmek gibi
"tutkularıyla" birleşince şekilsiz ucube yaratıklar olmuşuz... Bir harebenin üzerine devrimci kişilik inşa etmeye çalışıyordu
hareket. 12 Eylül kuşağı dejenerasyon ve tahribat
kuşağıydı aslında. Çağdaşlık, özgürleşmek adına toptan herşeyi
reddetmeyi öğretmişlerdi bize. Tüm olumlu değerlerimize bile nasıl böyle
yabancılaştırılmıştık. İnkarcılığı teorileştirmişiz. Hemde bunun adına "çağdaşlık" diyerek, "özgürleşme"
diyerek.
Silah ve patlayıcı eğitimi almaya başlamıştı. Beş
yıllık devrimci geçmişi vardı, eline ilk kez silah alıyordu. Oysa beş yıl
içinde öyle ya da böyle hepimiz bir eğitim programından geçeriz ve şunu hepimiz
öğreniriz "... silahlı mücadele temeldir, diğer
tüm mücadele biçimleri silahlı mücadeleye tabidir..." Ama beş yıllık
örgütlülük süreci olan bir insan ilk kez eline silah alıyor. Yine aynı
tartışmaya farklı boyutlarıyla giriyoruz aslında. Hareket kim, biz kimiz ve mücadelenin
neresindeyiz? Hareket ve silahlı mücadele direnişlerimiz, eylemlerimiz,
savaşçılarımız efsaneleşmişti kafamızda. Bu efsaneleşme bir yanıyla güzeldi,
saygıyı sevgiyi büyütüyordu içimizde ama bir diğer yanıyla ulaşılamaz bir yerde,
bizim dışımızda gibi duruyordu kafamızda. Bunu konuştuğumuzda, tartıştığımızda
çok şaşırıyorduk kendimize. Nasılda biçimlendirmiştik kafamızda. Yine bizim
dışımızda kafamızda yarattığımız bir hareket vardı. Eylemleri, direnişleri,
savaşçılarımızı sahipleniyorduk. Eylemlerin propagandası boyutuyla, ilişkileri
kopan, evsiz parasız kalan savaşçılarımız, illegal yaşayan yoldaşlarımızın bir
takım ihtiyaçları, cenazelerimiz boyutuyla sahipleniyorduk aslında ama hep
bizim dışımızdaydı bunlar, sanki doğal bir işbölümü vardı aramızda. Neden biz
onlardan birisi olmamıştık, neden neyimiz eksik veya fazlaydı. Yine farklı
boyutuyla aynı tartışmaya dönmüştük, "hareket kim biz kimiz".
Hatta espiri bile
yapmıştık. Birçok kadın yoldaşlarımızdan daha farklı bir yanı da vardı İdil'in.
İyi bir piyanist olmasının en büyük avantajı uzun ince parmaklarıydı. Birçok
kadın yoldaşımız ufak tefek yapıları, kısa küt parmaklarıyla bazı silahları
kavramakta güçlük çekiyordu ama İdil'in piyanist parmakları silahı kavramakta,
hassas devreleri bağlamakta avantaj sağlıyordu ona. "... Piyano çalışmanın
hiç böyle bir avantaj sağlayacağını düşünmemiştim..." demişti. En temel
silahları ve patlayıcıları öğrenmiş ve çalışmalarını bitirmişti. Yeni sorular
oluşmuştu kafalarımızda. Ama yeni cevaplarda bulmalıydık mutlaka.
Ve sonra Ölüm Orucu.
O şimdi bir direnişçiydi. Yine titiz, sabırlı ve
kendisinden beklenmeyecek kadar inatçı. İnançla ve inatla tamamladı direnişini.
Bu konuda hiç kimseye söylenecek hiçbir şey bırakmadı İdil. O inançsız,
değersizleştirilmiş, inkarcı, dejenerasyon kuşağından
devrim kuşağının kahramanını yaratmıştı İdil. Kişiliğinden, kendisinden,yaşamından,
tarihinden çalınan tüm değerlerini, tüm inançlarını geri aldı. Hareket bir
harabenin üzerine devrimci bir kişilik inşa etmişti, o devrimci kişiliklerde biraraya gelip hareketi yaratmıştı... En zor sorumuzun
cevabını da bulmuştu İdil, hareket bizdik, işte biz yaratıyoruz hareketi...
Bizim dışımızda, bizden ayrı sihirli bir güç yoktu.
Söylenecek herşeyi söyledi
İdil. Arkasında cevaplanmadık hiçbir soru bırakmadan gitti.
***
AYÇE
Hiç bir uykudan
sensiz düşlerle kalkmadık ülkem
bundandır tenimizin
yanık ete benzer esmerliği...
Ayçe
Çiçek ismi olabilir
Asi ve halklar renginin
en güzelinde
Ayçe..
Bir ulusun dili olabilir
bütün dünya lehçelerinde
"DİRENÇ" demek mesela
belki yalınca kavga
Ayçe...
Geceyarıları suskunlukta
kan içinde uyandırılan halkımın
boğum boğum
terleyen sabrı
yumruklarıyla dövmesi
tanrıların
mermer direkleriyle ihtişam saçan
bir o kadar korkak, şarlatan
kulelerini
halk bıçağının kesmesi gırtlağını
vatan satanların..
Ayçe..?
Bir türkü olabilir
evladı kaybolmuş analara ait
Halk türküsü
"Belimizde kılıncımız
kirmani hey" deyiveren
coşkulu cesur...
Ayçe, her doğan çocuğumuzun alın
yazısı
Ayçe, yoksulluğa, başkaldırı
Ayçe, adaletsizliğe isyan..
Ayçe...?
bir ses olabilir
slogan
-mert, namuslu-
haykırış
barut
namlu...
12 kez daha
-ZAFER! Ayçe MİTRALYÖZ...