Altan Berdan KERİMGİLLER'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Yoldaşlarının Berdanla
İlgili Ortak Yazdıkları
Bir Anlatımdır:
Şehitlikleriyle bize iktidarı
gösteriyorlar
Sıcak
bir Temmuz günü sessizlik, çığlık olmuş, hapishane duvarlarını çınlatıyordu.
Duvarlarda yankılanan sessiz çığlık "DİRENİŞ
ÖLÜM VE ZAFER" haykırışına dönüşüp Anadolu'nun dört bir yanına dağılıyor.
Temmuz sıcağı, Sağmalcılar Hapishanesi'nde, direnişçilerin alev soluklarıyla
tutuşacak.
Sağmalcılar
Hapishanesi C-14 koğuşunda, ölümün hücre hücre
yenildiği, Ölüm Orucu'nda 65. gün. Berdan birlikte
direndiği 15 Ölüm Orucu Savaşçısı yoldaşıyla birlikte ölümü rezil etme
yarışında bir adım öne geçiyor.
-"Berdan" diye seslendi, bakımıyla ilgilenen yoldaşı.
-"İyi
misin?"
Berdan
47. günden beri ölümsüzlük halayına katılmak için adımlarını hızlandırmıştı.
47. günden itibaren aldığı tek besin olan suyu da kabul etmeyen vücudu, iyice
zayıflamıştı. Kusuyordu. Safra ve kan kusuyordu...
-"Berdan, Berdan, beni duyuyor
musun?"
Berdan,
elini hafifçe kaldırarak, iyiyim dercesine kafasını salladı yoldaşına.
Gözlerinde zaferi kazanmış olmanın, yarışta öne geçmenin parıltısı...
Ölüm
Orucu'nun 47. gününde, safra ve kan kusmaya başlayan Berdan,
bu durum üzerine kendisine takılan Ölüm Orucu savaşçısı yoldaşlarıyla şakalaşarak,
ölümle alay ediyordu.
-
"Araya açıyorum, herhalde" demişti o zaman, Berdan.
Herkesin
"Mehmet Amca"sı olarak anılan, yaşlıca olan Ölüm Orucu Savaşçısı
takılarak;
-
"Berdan, yoldaş, ipi göğüsleme sırasını şaşırma,
ilk üç sıramız dolu. Seni daha sonraki sıraya aldık. Çalım atıp öne geçmeye
kalkma..." demişti. Ölüm Orucu ilk başladığı andan beri tatlı bir rekabet
içindeydi, özellikle de bu yoldaşıyla.
Berdan
kendisiyle ilgilenen nöbetçi yoldaşının elini sıkarak gülümsemiş ve;
- "Ben sizin sıranızı
almadım, çalım atmadım, aranıza da girmedim. Sadece öne geçtim."
diye cevap vermişti.
47.
günden, 65. güne kadar süren bu yarışta Berdan, ipi
şimdi en önde göğüslemek için esprisini tüm ciddiyetiyle yaşıyordu.
Yatağında
gözleri kapalı, sırt üstü yatan Berdan'ın, dudaklarının
kıpırdadığını hissetti nöbetçi yoldaşı. Berdan, kendi
kendine konuşuyor gibiydi. Aydınlık yüzü tebessüm dolmuştu. Soluğunu dinlemek
için üzerine eğilen nöbetçi yoldaşı Berdan'ın nabzını
kontrol etmek için, bileğini tuttu. İncitmekten korkarak, hissettirmeden
nabzına baktı. Berdan'ın nabız atışları,
hissedilmeyecek kadar azalmıştı.
-
"Berdan, beni duyuyor musun?" diye
seslendi.
(...)
-
"Berdan beni duyuyorsan, elimi sık"...
(...)
Nöbetçi,
Berdan'ın ağırlaşarak bilincini yitirmeye
başladığını, nabzının çok yavaş attığını, sağlıkçı yoldaşına haber vermek için,
hızlı adımlarla koğuştan çıktı.
"Berdan ilk şehidimiz olacak, herhalde." diye
düşünürken, yüreğinin sıkıştığını hissetti.
Berdan,
Sağmalcılar Hapishanesi'ne, 1994 yılının Mart ayında gelmişti. 1994 yılının ilk
günlerinde zaferle sonuçlanan bir genel direniş sonrası Aydın Hapishanesi'nde
olan Berdan, direnişin kazanımı sonucu, İstanbul
DGM'de yargılandığı için, Sağmalcılar'a getirilmesi
Adalet Bakanlığınca kabul edilmiş ve Mart ayında da Aydın Hapishanesinden,
İstanbul Sağmalcılar Hapishanesine getirilmişti.
Kapı
altından şebekeye geldiğinde, Berdan'ı gören herkes,
biraz da yadırgayarak O'na bakmıştı. "Bu sakallı da kim" diyerek
tutsaklar birbirlerine soruyorlardı. Berdan, tanıdığı
bir yoldaşına yönelerk "ben geldim" demişti.
Daha sonrasında olayın iç yüzü anlaşılmış, herkes Berdan'ı
hasretle kucaklamıştı.
İlk
andaki yadırgayışın sebebi, açlık grevleri dışında Devrimci Sol Tutsaklarının
sakal bırakmamasıydı. Sonraki günlerde Berdan'ın
sakalları espri konusu olmuştu. Berdan'da geldiğinin
daha ilk günlerinde "herkes sakalsız, ben sakallı, biraz garip kaçıyor
galiba" diyerek sakallarını kesmişti.
Çok
çabuk kaynaşmış, uyum sağlamıştı, yeni tanıştığı ortamla. Sıcakkanlı ve esprili
özelliklerinden kaynaklı da tüm tutsaklarla, sanki onyılların
tanışıklığı varmış da, kısa bir ayrılık sonrasından yeniden kavuşmuşçasına bir
sıcaklık yakalamıştı. Berdan'ın sıcaklığı tüm
yoldaşlarını sarmıştı.
Topluca
atılan bir volta sohpeti sırasında kavgaya, özgürlüğe
olan özlemini de hemen hissettirmişti. Sohpetin konuusu kendi doğallığında, bir süre önce patlayan tünele
ve özgürük eylemine gelmişti. Ve Berdan
gülerek;
-
"Yaa tünelin patladığını gazetelerden öğrenince
üzülmekle beraber, 'vay allahsızlar, az kalmış, bizi beklemeden gideceklermiş'
diye hayıflanmadık da değil. Hemen sonra 'bizim yoldaşların sağı-solu belli
olmaz' diye sevk işlemlerini hızlandırmak için harekete geçtik..." diye
anlatmıştı.
- - -
Sağlıkçı
yoldaşı gelip, Berdan'ı gördüğünde, hemen nabzını
ölçmek için harekete geçti. Nabzı, iyice zayıflamış, bilinci sık sık gidiş gelişler yaşamaya başlamıştı... Sağlıkça yoldaşı
bunu düşünürken, O net ve tok bir sesle haykırdı;
-
"Bu sefer şebeke tarafından yaralım yoldaşlar. Ailelerimizin hesabını
soralım, tamam mı?"
Berdan,
bilincinde yaşattığı yoğun çatışmaların içindeydi. Ölüm Orucu Direnişi
sırasında, en büyük destek güçleri olan, özgür tutsakların, evlatlarının
katledilmesini engellemek için Ankara sokaklarında, joplara
ve işkencelere rağmen, yılmadan direnen aileler Berdan'ın
bilincinde yer etmişti. Berdan şimdi onlarla birlikte
yürüyor, onlarla birlikte direniyor; işkencecilerden, saçlarına ak düşmüş
analarımıza insanlıktan çıkmışçasına saldıran katillerden hesap sormak için,
düşman barikatlarına yönelik saldırıları yönetiyordu.
"Şebeke
tarafını tutun. Oradan saldırın, ailelerimizin hesabını soracağız."
En
öndeydi Berdan. Yattığı ranzadan savaşın kurmaylığını
yapıyordu. Hücre hücre eriyen bedeni düşman
barikatlarına indirilen en büyük darbeydi.
Kendisiyle
ilgilenen yoldaşı sevgiyle elini tuttu Berdan'ın. Berdan, yoldaşının elini sıkı sıkıya kavrayarak konuşmaya
devam etti. "İnancın ayağa kalkışı, şahlanışı bu olsa gerek" diye düşündü
kendi kendine nöbetçi yoldaşı, Berdan'ın sıkı sıkıya
ellerini kavrayan parmaklarının sıcaklığını hissedince...
"Hadi
bu iş olacak... Hadi bu iş bu akşam olacak."
Son
günlerde Berdan'ın en çok tekrarladığı söözdü bu. Berdan zaferi için,
ölüme kenetlenmiş, bu işi bitirmek için "kaçılan ölümü" kovalıyordu.
Berdan
kısa bir an kendine geldi. Başında bekleyen yoldaşına dönerek;
-
"Çok nöbet tutuyorsunuz, yorulmuşsundur. Hadi git dinlen biraz."
dedi.
-
"Yorulmadım Berdan abi,
ben iyiyim" diye cevapladı onu yoldaşı. Berdan tekrar;
-
"Ben burada yattığım yerde yoruluyorum. Sen ayakta nasıl yorulmazsın?"
Bir an
ortalığı bir sessizlik kapladı. Sessizliği yine ilk bozan O oldu, sorusuyla;
-
"Diğer hapishanelerde şehidimiz var mı?" diye sordu.
-
"Yok" dedi, nöbetçi
Hafif
bir tebessüm etti. Her şeyiyle; yüreğiyle, beyniyle zafere kilitlenmişti...
- - -
Genç,
on sekizinde bir işçiydi Önder. Çalıştığı işyerinde daha yeni örgütlediği
Halil'le sohpete koyulmuşlardı, işyerinin yakınındaki
parkta.
-
Elimden hiç bırakmak istemedim, dedi ve konuşmasına devam etti Halil.
- Her
satırında, insan olmanın erdemini, devrimci olmanın mutluluğunu ve onurunu
kavratıyor insana. Ve her satırda şimdiye değin, "boşuna yaşamışım" hissine
kapıldım.
-
Haklısın Halil. Ben de Ölüm Orucu'nun devam ettiği sırada örgütlendim. Ölüm
Orucu, ilk basının gündemine girdiği anda hem büyük bir üzüntüyle izliyor, hem
de "niye, ne için ölüyor bu insanlar? Hem de hiç bir şey yemeden, ölümüne
bir açlığa yatarak..." diye kendi kendime sormuş ve düşünmüştüm. Hele de,
televizyonlarda, hani Star'da duyurusu yapılan görüntüler vardı ya, o beni daha
bir etkilemişti. O sabah işe gittiğimde, direkt Mehmet Usta'nın yanına gittim.
Mehmet Usta, duyarlı bir insandı. Zaten SAG eylemi başladığından beri de, öğlen
paydoslarındaki sohpetlerde hep direnişten bahseder,
"bizim için, bütün bir halk için direniyorlar, çok onurlu insanlar" olduklarını
anlatırdı bize. İşte sabah gidip, Mehmet Usta'yı buldum, bir şeyler yapmak
istediğimi, Tv'de çıkan görüntülerden çok etkilendiğimi
anlattım. O da bana "Çok güzel Önder, madem bir şeyler yapmak istiyorsun,
Aileler Genel-İş'te AG yapıyor, git onlara katıl" demişti. İşte o gün bu
gündür bir şeyler yapmaya çalışıyor, onlara olan borcumu ödemeye çalışıyorum.
Bana insan olduğumu hatırlattılar. Yani senin anlayacağın, onların ölüme
gittiği günlerde, beni yeniden doğdum. Zaten ölümsüzlükte bu olsa gerek...
-
Bilemiyorum ki sana nereyi anlatayım, Önder, dedim ya her satırı ayrı bir
hazine. Örneğin, Berdan yoldaşımızın son anında dahi
başında nöbet tutan yoldaşını, diğer hapishanelerdeki yoldaşımızı düşünmesi,
bilincini yitirdiği anda bile ailelerimize yapılan saldırıları düşünmesi, eylem
yönetircesine, o anda hesap sorarcasına konuşması... Hele de Bedrettin'leri,
halkımızın tarihini anlatması yok mu, bu ne büyük bir güç, ne büyük bir irade,
bu ne inanç... Kelimelerle anlatamıyor insan. Daha doğrusu ifadelendirmeye
kelimeler yetmiyor. İnan ben şimdiye kadar Bedrettin'in ismini hiç duymamıştım !.. Tarihimizden, kökümüzden kopmuşuz da farkında değiliz.
Kendi vatanımızda kendimize yabancılaşmışız...
-
"Hesap sorarcasına" dedinde Halil, aklıma
geldi. Berdan abi, önce
şehir gerillasıymış, sonra da kır... Ege Dağlarına ilk çıkanlardan... Geçen gün
yine Haydar abiyle sohpet
ediyorduk, O dediydi, Çakırcalı'dan sonra Ege
Dağları'na ilk bizimkiler, Yani Berdan Abiler çıkmış... Biliyormusun
Hasan, gerilla olmaya karar verdim. Berdan abinin yerini doldurmak, onun gibi gerilla olmak, dağlara
çıkmak istiyorum diye başvuracağım. Bu karara vardım varalı daha bir
heyecanlıyım, daha bir coşkuluyum ki. Hem Belki, kod adım bile Berdan olabilir. Onların uğruna öldükleri kurtuluşu,
özgürlüğü yakınlaştırmak biraz da buna bağlı, onların silahlarını omuzlamalı,
bütün dağlardan kuşatmalıyız düşmanı...
Hiç de
söylemiyorsun Hasan, amma da dalmışız. Saatimiz dolmuş. Ancak yetişiriz...
-
Aklımda mı kaldı Önder? Kaç gündür hep kitabın etkisindeyim. Düşüncelerimde hep
Berdan var, ölüm Orucu var. Hem Ölüm Orucu
direnişçilerinin olduğu koğuşa girdiğinde Yaşar Kemal bile ağlamış...
- - -
Berdan
yeniden bilinç altında yaşattıklarıyla konuşmaya
başladı...
- "Vurun bakalım, vurun...
Çirkin değil bu yüzler... Gelir bizim geleceğimiz. Gelir bir gazeteci gelir...
Nerde gazeteciler, nerde televizyoncular? Sansüre hayır diyen televizyoncular,
yüzsüzlük erdem oldu bunlara..."
Berdan,
1987 yılında girdiği üniversite sınavlarında Ankara Üniversitesi Baasın Yayın Yüksek Okulu, Gazetecilik ve halkla ilişkiler
bölümünü kazanmıştı. Ve aynı yılın Eylül ayında da kaydını yaptırmıştı.
Gazeteci
olacaktı Berdan. Halka doğruları aktaracak, halktan
yana yazacaktı. Gazeteci diye geçinen erdemsizlerin gerçek yüzünü açığa
çıkaracaktı. Böylesi bir coşku ve heyecanla başladı üniversite yaşamına.
Gazeteci olacaktı...
Türkiye'de
halkın saflarında gazetecilik yapmak, doğruları yazmak, büyük zorlukları göze
almayı gerektiriyordu. Berdan'da farkındaydı bu
zorlukların. Duymuştu, katledilen, ya da hapislere atılıp yüzlerce yıl hapis
cezasına çarptırılan halktan yana, onurlu gaazetecilerin
adını. Olsun, her şeye rağmen O Türkiye halklarının aydınlık geleceği için kullanacaktı
kalemini ve düşüncelerini. Böylesine saf hayallerle Ankara'ya ve Üniversite
ortamına alışmaya çalışıyordu. Güneeyin sıcağından,
Ankara'nın soğuğuna alışmakta zorlandı biraz. O, Tarsus'un sıcak ve esprili
Arap çocuğuydu. Ankara'nın soğuğunu ve bürokrat havasını garipsemişti ilk
anda...
Gazetecilik,
iyi bir meslekti. Ama iyiliği nasıl yapıldığına ve nasıl kavrandığına bağlıydı.
Patronların dizinin dibinde, yalaka gazeteciliği yapanlar,
dolarla maaş alıp, o çok katlı center'larda caka
satıp halka küfredenler gazeteci sayılabilirmiydi? Yok yok böyle olmazdı. Halkın
gazetecisi olunmalıydı. Halkın yokyukyarı,
yoksullukları, nedenleri, çözümleri yazılmalıydı, gerçekler, doğrular yazılmalıydı.
Bu zordu ama, en azından erdemsizlikden,
onursuzluktan uzaktı. Kararlıydı Berdan halk için çalışacaktı...
Üniversite
de sıcak sohpetleri ve esprileriyle çarçabuk bir
arkadaş çevresi edinmeekte gecikmez Berdan. Ama bir arayış içindeydi de. Boş muhabbetler tatmin
etmiyordu O'nu. Sıradan sohpetlerden bir süre sonra
çabuk sıkılır hale geldi. Geleceğine ilişkin kararlar alıp, yaşamını ona göre
şekillendirmek durumundaydı.
1987
baharı, aynı zamanda üniversite gençliğinin, 12 Eylül depolitizasyonunu aşarak
yeniden ayağa kalktığı, "Demokratik ve Bilimsel Eğitim" için sokaklara
döküldüğü bir yıl olmuştu. Be gelişmeleri basından izlemiş olan Berdan, bu gelişmelerin içinde olmak ve devrimcilerle
tanışmak düşüncesini kafasında yavaş yavaş
netleştiriyordu. Kısa bir süre sonra Basın Yayın Yüksek Okulu Öğrenci Derneği çalışmalarını
yürüten arkadaşlarıyla, sohpetlerini ilerletmiş,
zamanının çoğunu onlarla geçirir olmuştu.
1988
Şubat ayında DEV-GENÇ'liler, Ankara sokaklarında
Filistin halkına uygulanan zulme karşı seslerini yükselttiklerinde Berdan, içinde DEV-GENÇ'lilere
karşı bir yakınlık duymaya başlamıştı. Ve fazla uzun sürmez DEV-GENÇ'lilerle tanışması. Artık DEV-GENÇ'lilerle
oturup kalkıyor, onlarla birlikte hareket ederek zamanını onlarla geçiriyordu.
Aradığı sıcaklığı, yakınlığı ve doğruluğu DEV-GENÇ sflarında
bulmuştu, Tarsus'un Arap delikanlısı.
Üniversitedeki
ilk günlerin şaşkınlığını atmış olmanın ve aradığı sıcak ortama kavuşmanın
coşkusuyla, Berdan'ın yaşamında yeni bir dönem
başlıyordu. O artık bir DEV-GENÇ'liydi. Sıcaklığını
ve coşkusunu, DEV-GENÇ saflarına da taşımaya başlamıştı. "Yahu kardaş" diyerek, başlattığı sohpetlerinin
kitlesel olması, Berdan'ı örgütçü olarak ön plana
çıkartıyordu. Berdan'ın anlattığı olaylar sıradan
olsa bile, onun dilinde canlanır, akıcılaşır ve esprileriyle yoğrulup
çekicileşir dinlenir hale gelirdi. O anlatmaya başladığında karşısındakilerin
mimiklerinden ve anlatım tarzından etkilenmemesi ve kendilerini anlatılan
olayın içinde hissetmemeleri mümkün değildi.
DEV-GENÇ'li Berdan, insanlarla kısa
sürede ilişki kurabilmesi, örgütçülüğü ve eğiticiliğiyle öne fırladı. Ankara'da
öğrenci gençliğin mücadelesinin önderlerinden biri oldu. Basın-Yayın Yüksek Okulunda
okuyor olması, kafasında, halkın gazetecisi olma düşüncesinin netleşmesi ve
kaleminin güçlülüğüyle, yeni bir alanda görev alıyordu, Berdan.
1989 yılı başlarında Devrimci Hareketin perspektifiyle çıkan Yeni Çözüm Dergisi'nin
Ankara Büro'sunda çalışmaya başladı. O artık şimdi devrimci bir gazeteciydi.
Ankara'nın yoksul gecekondu semtlerine, giderek onların yaşamlarını ve
mücadelelerini izliyor, öğrenci eylemlerinin akışını hem bir eylemci hem de
gazeteci olarak halka ulaştırıyordu.
Örgütçülüğü,
yılanı bile deliğinden çıkaracak tatlı dili bu alanda da etkisini gösterir. Berdan, burjuva gazetelerinde çalışan basın emekçileriyle
geliştirdiği sıcak ilişkilerle, onların da sevgisini kazanır. Öyle ki, bu basın
emekçileri Berdan'a yaptıkları çeşitli haberleri getirirler.
Bir keresinde ise büronun basılacağını polis telsizlerinden izleyen bu basın
emekçilerinden biri, Berdan'a haber vermek için
ulaşmaya çalışır, fakat ilk anda bunu başaramaz. Haber verdiği anda ise büro
basılmak üzeredir. Basın emekçisi, haber vermekle de kalmayıp peşine taktığı
diğer muhabirlerle de büronun önüne gelerek dayanışma içinde olur.
Berdan'ın
kavga içindeki ilerleyişi hızla sürer. Mücadeleye Devrimci Gençliğin mücadelesi
içinde başlar. Kısa zamanda örgütçü yönleriyle sivrilerek bir kitle önderi
haline gelir. Artık militan bir DEV-GENÇ'lidir.
Sonra, devrimci gazeteci olarak kavganın haberlerini ulaştırır halka. Artık
yalnızca eski berdan değildir O, bir devrimcidir.
Daha bir olgunlaşmış ve bilinlençmiştir. Ve artık
yeni hedefi devrimci hareketin bir kadrosu olmaktır. Bunun için hızlı adımlarla
yoluna devam etmektedir.
Onunla
birlikte üniversiteye başlamış ve aynı sıraları paylaşmış okul arkadaşlarının
bir kısmıyla yolları tamamen ayrılmıştı tamamen. Bunlardan kimileri medya
tekellerine kapağı atıp "hayatını kurtarma" bencilliğiyle kendilerini
pazarlamaya başlamışlardı bile. Berdan ise,
Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizm mücadelesinde Yeni Çözüm Dergisi'nin bir
çalışanı olarak, zorlu ve bir o kadar da onurlu bir yola baş koymuştu. aynı sıraları paylaşıp, onunla aynı yolda yürüyen yoldaşları
da vardı. Bunlardan biri de Önder Özdoğan'dı. Önder, Berdan'la omuz omuza aynı sıralarda mücadeleye başlamış ve
O da, Devdimci Sol kadrosu olarak bu zorlu yolda, yolaşlık yapmıştı.
Önder Özdoğan'da, Berdan'la birlikte
aynı dönemde Ankara DEV-GENÇ içerisinde, aynı okulda mücadeleye başlamış ve
1992 yılının Nisan ayında İstanbul Sanayi Mahallesi'nde bir işkenceciyi
cezalandırma eylemi sonrasında çıkan çatışmada şehit düşmüştü.
Zaman
kimilerini aynı yolda yoldaşlık kıvancına eriştirirken, kimilerini de
erdemsizlik yoluna savuruyordu. Devrimci gazetecilik işkenceyi ve ağır bedelleri
göze almayı gerektiriyordu. Berdan kararını vermiş
zorlukları göze almıştı. İŞkenceler ve baskılar
gelmekte gecikmedi. 1988 yılından 1990 yılının sonuna kadar Ankara'da 9 kez
gözaltına alındı Berdan. Meşhur "DAL" işkencehanesinin ününün dört bir yana yayıldığı bu dönemde
9 gözaltıdanda alnının akıyla, başı dik ve daha
kararlı çıktı, işkencehaneden...
- - -
1989'un
ilk günlerinde ODTÜ'de yapılan bir forumda, Yeni Çözüm muhabirlerinden biri
gözaltına alınmıştır. Gözaltına alınmasının nedeni yanında muhabirlik kartının
olmaması ve Yeni Çözüm Dergisi'nde çalışmasıdır. Bu haber, Yeni Çözüm'ün Ankara
Büro'suna ulaştığında, Berdan masaya oturmuş bir
haberi düzeltmekle meşguldür. Gözaltınan alınan bayan
yoldaşı merak ederler. Büroda bulunanlar, muhabir kartını üstüne almadığı için yoldaşlarına
kızsalarda, bir şeyler yapmak gerektiğini
bilenlerdir. Tam bu anda Berdan, Gözaltındaki
yoldaşın muhabir kartını alarak kapıya yönelir ve;
-
"Ben gidiyorum gardaşlar" diyerek çıkar.
Bürodakiler arkasından bağırırlar,
-
"Dikkat et, seni de almasınlar."
Ama
ağızlardan çıkan sözler Berdan'a yetişememiştir.
Çünkü Berdan hızla çıkıp Ankara Emniyeti'nin yolunu
tutmuştur bile... O günlerde "DAL" adı bile başlı başına insanlara
ürküntü vermeye yeterken, insanlar bu binanın yanında geçmemek için yollarını değiştirirken,
Berdan, Emniyet Müdürlüğünün kapısına dayanıp
tartışmaya başlamıştır bile...
-
"Kimsin kardeşim, ne istiyorsun?" diye çıkışır bir polis.
Berdan;
-
"Bakın, bir gazeteciyim. Gazetemizde çalışan bir muhabir arkadaşımız,
muhabir kartı yanında olmadığı için gözaltına almışsınız. Ben de onun muhabir
kartını getirdim..." der. Bu esnada,
-
"Bırakın gelsin" diye bir ses gelir arkadan.
-
"Ooo, Berdan hoşgeldin" diye bağırır bir başka ses.
-
"Gel gel, buyur, özlemiştik seni."
Gelen
sesler, daha önceki gözaltılarında Berdan'ı tanıyan Devrimci Sol Timi'nin işkencecilerine
aittir.
-
"Yok yok kalsın ben arkadaşı alıp gideceğim."
diye yanıtlar işkencecileri Berdan.
-
"Gel gel"
-
"Yok yok eksik olmayın, arkadaşlar bekler"
Sonuç
malumdur. İşkenceciler saldırarak Berdan'ı da
gözaltına alırlar. Berdan bir hafta gözaltında kalır.
Bir hafta sonra bırakıldığında, paramparça olmuş gömleğiyle, direkt büroya
gider. Bürodakiler şaşkındır:
-
"Yahu gardaş bu ne hal"
-
"Bana panter saldırdı" der gülerek.
-
"Anlamadım, tamam sen gözaltına alınmışdın,
işkencede görmüşsündür ama sen sanki otobüs altında kalmış gibisin" der
bir başkası. Berdan yine,
-
"Yahu hiç sorma gardaş, dedim ya panter
saldırdı."
-
"Şu meşhur panter mi?"
-
"Ya evet, o meşhur panter"
Berdan
bir hafta işkencede kalmış olmanın yorgunluğu ve açlığıyla yoldaşlarının
getirdiği sütü yudumluyordu. Panter, o süreçte DAL işkencehanesinde
parmak uçlarına basarak sessizce hücreleri dolaşan, türkü söyleyip konuşanları
yakaladığında döven bir işkencecinin lakabıydı. Berdan,
yoldaşlarının getirdiği sütü içip boğazını temizledikden
sonra anlatmaya devam etti:
-
"Buradan çıkıp dayandık adamların kapısına, 'verin arkadaşımızı' dedik
vermediler. Sen de gel dediler. Yok kalsın dedik
dinlemediler. Neyse attılar bizi de hücreye. Hücrede zaman geçmiyor, canım
sıkıldı, bir türkü tutturdum derinden, tam türkünün ortasında Parter ve
tayfasının sessizce hücrenin kapısına geldiğini gördüm. Nasılsa Panter'in
gazabına uğrayacağım diye düşünürek türküyü kesmedim.
Kapıda olduklarını farkettiğimi anlayınca Panter
bana:
-
"Bitir türkünü o... çocuğu, burada nasıl türkü söylenirmiş sana
göstereceğim" dedi. "Türkü söylemenin yeri mi olur" diye cevap verdiğim anda üzerime
saldırdılar. Gördüğünüz gibi olan gömleğime oldu.
Berdan
acıyla, işkenceyle geçen zorlu dakikaları öyle esprili anlatıyordu ki, bürodaki
herkesin gülmekten gözlerinden yaşlar geliyordu. "Acıyı bay eylemişiz"
dercesine gördüğü işkenceleri karikatürüze ederek
yoldaşlarına moral veriyordu. Bürodaki kahkahalar bir grup polisin içeriye girmesiyle
bıçak gibi kesildi. Baskın olduğu düşüncesiyle herkes ayağa kalktı.
-
"Ne oluyor, ne istiyorsunuz?"
-
"Berdan Kerimgiller kim?"
Berdan
bir yandan paramparça olmuş gömleğini düzeltmeye çalışırken, cevap verdi:
-
"Benim ne oldu?"
-
"Bizimle emniyete kadar gelmen gerekiyor"
Berdan
yoldaşlarına dönerek;
-
"Beni çok sevdiler herhalde. Baksanıza ayrılığıma yarım saat bile
dayanamadılar" diyerek göz kırpar.
-
"Daha yeni gözaltında çıktı, herhalde bir yanlışlık var" deedi yanındaki yoldaşı.
-
"Emniyetten yeni bırakıldım, siz isimleri karıştırmış olmayasanız"
diye sordu Berdan.
-
"Biz ayrı masadanız. Basın açıklaması yapmışsın, bunun için ifadene
başvurulacak" dedi polislerden biri.
-
"Ooo biz bütün masaları ayrı ayrı
ziyaret edersek yandık, gidelim bari" dedi Berdan.
Yoldaşlarıyla vedalaştı. Bürodakiler hemen bir kazak bularak yırtık gömleğini
değiştirdiler. Yeniden gözaltına alınmıştı Berdan...
- - -
"Biz
Türk, Kürt, Arap halklarının devrimci evlatlarıyız..."
Berdan'ın
konuşması giderek zayıflıyordu, sesi kısılmış sanki gırtlaktan konuuşur gibi sesler çıkarmaya başlamıştı. Yanıbaşında onunla birlikte direnen yoldaşları ne
konuştuğunu anlamak
için pür dikkat onu dinliyorlardı.
-
"Arapça konuşuyor herhalde" dedi bir yoldaşı.
Berdan
Arap halkındandı, fakat çocukluğunda az biraz bildiği Arapça'yı
unutmuş sayılırdı. Şimdi hiç bir şeyi unutmadığını, hiç bir şeyin unutturulamayacağını
haykırıyordu.
Berdan
1968 yılının 26 Ekim'inde Tarsus'ta doğmuştu. Arap Alevisi
bir ailenin beşinci ve en küçük çocuğuydu. Ailesinin maddi durumu, kendilerini
kıt kanaat geçindirecek kadardı.
Arap Alewisiydiler ama, tutuculuktan
uzak, ilerici düşüncelere açık, demokrat niteliklere sahiptiler. Ailesinin en
önemli hedefi, çocuklarını okutmak, toplumda iyi bir yer edinmelerini
sağlamaktı. Bunun için, hemen hemen bütün çocuklarını
okutma düşüncesiyle hiç bir fedakarlıktan kaçınmadılar.
Tarsus'taki
Berdan Çayı'nın adını vermişlerdi en küçük çocukları
olan Berdan'a. Küçük çocuk en fazla sevilen ve el
üstünde tutulan olur ya Anadolu'da. İşte Berdan'da bu
ayrıcalıktan yararlanmış ve Ailenin neşe kaynağı olmuştu.
İlk ve Orta okulu Tarsus'ta okudu. Tarsus, Arap, Kürt ve Türk
halklarının Alevisi ve Sunnisiyle
bir arada yaşadığı eski Kilikya bölgesinde bir kasabaydı. Eski döneminde,
Ermenilerin yerleştiği bir yurt olması nedeniyle, Tarsus'ta Ermenilerden kalan
evler ve Ermeni kültürünün izleri fazlasıyla hakimdi.
Göç ettirilimeye direnmiş tek tük Ermeni aileleri
hala yaşıyordu Tarsus'ta. Tarsus, Arap, Türk, Kürt ve Ermeni kültürünün
harmanlandığı, ilişkilerin ve paylaşımın, dostluğun yoğunlukla yaşandığı bıcak bir Akdeniz Kasabası olarak insanlarına da kendine
has, bir sıcaklık vermişti.
Berdan,
ortaokuldan sonra girdiği sınavlardan Adana Anadolu Lisesi'ni kazanır ve Lise
öğrenimini Adaana'da tamamladı. AdanaAnadolu
Lisesi bölgenin en önemli okulu sayılıyordu. Yabancı dil ağırlıklı bir eğitim
veren bu lisede daha çok Çuukurova'nın ağa ve zengin
çocukları, özel kurslarla kazanıp okuyabiliyorlardı. Berdan
ise bu okulu ailesinin teşvikiyle, çalışmış ve kazanmıştı. O Tarsus'ta yaşadığı
dostlukları, Türk, Kürt, Arap, Ermeni diye bir ayrım gözetmeksizin, aynı sofralarda
ve aynı sokaklarda paylaştığı çocukluk anılarını beraberinde getirmişti
Adana'ya. Adana'da, anılarında kalan sıcak dostlukları bulamadı. Adana Anadolu
Lisesine gelen ağa çocukları, özel arabalarla gidip geliyorlardı okula. Ve
kendi dışındakileri küçümser bir yaklaşımları vardı. Berdan
onlarla olmaktan sıkıldı hep. Kendi arkadaş çevresi yine aynı düşünceleri ve
ekonomik koşulları yaşayan ailelerin çocuklarıydı. Üniversiteyi kazanmayı
kafasına koymuştu, ablası da teşvik ediyordu, Berdan'ı.
Ablası Tıp fakültesindeydi ve doktor olmaya hazırlanıyordu. Berdan
üniiversite sınavlarına girdi ve Ankara Basın Yayın
Yüksek Okulu'nu kazandı.
Berdan'ı
tüm aile fertleri, özellikle de annesi çok sever, üzerine titrerdi. Ama ablasıylada güzel bir ilişki oturmuştu aralarında. Daha
eskiden beri en büyük destekçisi sayardı ablasını. Ziyaretlerine de en çok
gelen, yalnız bırakmayandı. O ablasını, ablası onu severdi...
Ablası,
Ölüm Orucu direnişinin 50'li günlerinde Berdan'ı
ziyarete gelmişti. Berdan, rahatsızlığı nedeniyle yataktan
kalkamadığından ziyarete çıkamamıştı. Ablası görüşte, "Berdan'a
söyleyin, düşmanı inat bir gün daha fazla yaşasın" diye haber gönderince Berdan, "işte benim ablam böyle olmalı" diye kıvancını
dile getirmiş, gözlerinin içi gülmüştü. Ablası yine onunla, destekçisiydi...
Ablası
okuyup topluma yararlı bir insan olması içinteşvik
ettiğini kardeşini, şimdi de düşmana inat bir gün daha fazla direnmesi için
teşvik ediyordu. Bir sonraki ziyarete kalabalık olarak gelen ailesi ile
görüşmeye sedyeyle gitmişti Berdan. Görüş yerinde,
sedyesinin başının ucunda gözlerinde kurumuş yaş taneleriyle Berdan'ın üzerine eğilmiş saçlarını okşayan annesi, hasret
gidermek için öpüp kokluyordu oğlunu.
Ayten
Ana, nice zorluklara katlanarak, büyütüp bugünlere getirmiş olduğu oğlununun, gözlerinin önünde hücre hücre
eriyip gitmesine dayanmakta güçlük çekiyordu. Durup durup,
"oğlum, aslanım benim, aslanım" diyerek Berdan'ı
öpüyor, kokusunu içine çekiyordu...
Berdan,
bu ziyarette ailesine vasiyetini bildirmiş, devrimci geleneklere uygun olarak
cenazesinin kaldırılmasını istemişti. Ailesinden, son isteği buydu...
- - -
Berdan
konuşmasına ara vermiş, solukları düzelmiş, yavaş yavaş
kendine geliyor gibiydi. Bu sırada koğuşa giren ve Ölüm Orucu Direnişçilerini
ziyaret etmek isteyen diğer yoldaşları, ranzaların başına gelmiş, saygıyla Ölüm
Orucu Savaşçılarına bakıyorlardı. Yaşı küçük bir tutsak Berdan'ın
yanına gelmiş, Berdan'ın gözlerinin içine bakarak, Berdan'ı izliyordu. Berdan
gözlerini açarak, sıcak bir gülümsemeyle selamladı onu. Çektiği acılar, gülümsemeseni engellemeye yetmiyordu.
-
"Nasıl, Berdan Abi?"
Elini
kaldırıp kafasını salladı Berdan.
-
"Gazi Mahallesi'nden selam getirdim sana."
-
"Herkesin selamları var. Gazi'de barkatlar
kurmuşlar. Bizim için, bizimle birlikte onlarda direniyorlar..."
-
"Gazi... Gazi Halkı... Aslanlar..." diyebildi Berdan...
Gazi ve
Berdan. Berdan Gazi için,
Gazi Berdan için, Berdan'la
beraber direniyordu şimdi...
- - -
12 Mart
1995 günü de, yine böyle "Aslanlar" demişti Berdan.
Gazi'nin şahlanışını, bunun karşısında duyduğu coşkuyu böyle ifade etmişti.
Aslanlar...
Sağmalcılar
Hapishanesinde, 30 Mart-17 Nisan Parti Kutlaması ve Devrim Şehitleri Anması
için, hazırlıklara başlandığı günlerde, televizyonlardan geçen bir alt yazı
haberiyle tüm tutsakların yaşamı, haber izlemek ve Gazi'de gelişen olayların
coşkusunu paylaşmak olmuştu.
12 Mart
1995 günü kontrgerilla Gazi'de, kahvehaneleri taramış, halkı katletmiş, bunun
karşısında Gazi halkı ayaklanrak isyan ateşini
tutuşturmuştu. Televizyonun önünde hemen hiç biri haberi kaçırmadan
izleyenlerden biriydi Berdan. Gazi halkının zulme
karşı ayaklanmasını ve şehitler pahasına isyanı büyütmesini coşkuyla izliyordu.
Hapishanede her şey alt üst olmuş hiç kimse yerinde duramıyordu.
-
"Ah ulan ah... Tutsaklık şimdi daha bir koymaya başladı. Gazi halkıyla
beraber isyanın içinde olmak vardı şimdi" dedi Berdan.
Tüm
tutsakların duygularına tercüman olan bu sözler bir hayıflanma olarak kalmadı.
Tutsaklar, duvarları nedeniyle Gazi'de isyanın ortasında gögüs
gögüse çarpışmıyorlardı belki ama elleri bağlı, boş boş haberleri izlemekle de yetinemezlerdi. Hemen hummalı
bir faaliyet başladı hapishanede, Gazi halkının yanında olunacak, ona destek
verilecekti. Önce sayım verilmeyerek, ve kapılar kapattırılmayarak
direniş başlatıldı. Sonra, hemen herkes pankart, pul, kuş, bildiri vb.
hazırlanmasında görev aldı. Ziyaret günü dışarıya, Gazi halkına gönderilecekti
bunlar.
Berdan,
o günlerde, iki yoldaşıyla birlikte "Zafer Yolunda" adlı Devrimci
Sol'un 1990-1994 tarihleri arasında ki gelişiminin ve eylemlerinin belgelerle
anlatımı olan bir kitabın hazırlığını sürdürüyordu. Yazı yazma konusundaki
becerisiyle, hapishanede aranılan birisiydi Berdan.
Dergi yazılarından kitap hazırlıklarına, tiyatro metni yazmaktan bildiri basın
açıklaması yazmaya kadar bir çok yazıda, onun
kaleminde dökülen cümleler vardı.
Gazi
Ayaklanması sonrası, hapishanede oluşturulan bir ekiple "Gecekondulardan
Geliyor Halk:Gazi Ayaklanması" kitabının
hazırlıklarına başlandı. Zafer Yolunda kitabının hazırlığı hızla bitirilmiş,
yeni bir kitabın hazırlanmasında görev almıştı Berdan.
Röportajlar yapılacaktı. Gazi Mahallesi'nden tanıdık, tanımadık hemen her
kesimden insan çağrıldı ziyarete. Berdan, elinde defderi kalemi, kabinden kabine koştu, ziyaretlerde. Gazi
halkıyla, ayaklanmaya katılmış başka bölgelerden insanlarla hep sohpet ediyor, hem de röportajlar yapıyordu. Ayaklanmanın
coşkusunu ve heyecanını yaşayarak, sorular soruyordu ziyaretçilere.
-
"Katliamı nasıl öğrendiniz?"
-
"Katliamı duyunca ne yaptınız?"
-
"Karakola yürüyüşte neler oldu?"
Bu tür
sorularla ayaklanmayı an an, anlamaya kavramaya
çalışıyordu Berdan. Ziyaretlerde bir yandan röportajjlar yaparken, diğer yandan sıcak sohpetleriyle kurduğu ilişkilerle, Gazi'den gelen ziyaretçilerin
dostluğunu ve sevgisini kısa sürede kazanmış, Gazi Mahallesi gençlerinin Berdan Abisi olmuştu. Sonraki ziyarete gelişlerinde hep
sorup görüştüler Berdan'la.
Kitap
yazılırken, ayaklanmayı an an anlatmalıyız demişti Berdan. Ve bu bölümü yazma görevini üstlenmişti.
Kitabın
Gazi halkının ayaklanmasına yaraşır olması için, sürekli kafa yoruyor, adeta an an ayaklanmayı yaşamaya çalışıyordu. Anşivlerden
aldığı notları karıştırıyor, televizyon görüntülerinden çekilmiş olan
görüntüleri tekrar tekrar izliyordu, nihayet tartışıp
taslağı çıkarmıştık...
-"Ayaklanma
bölümüne nasıl bir giriş yapabiliriz" diye soruyordu Berdan.
Bu onun düşünme ve yazıyı kafasında kurgulama süreciydi. Sorduğu soruya, yine
kendi cevap veriyordu.
-
"Bak şöyle olabilir: 12 Mart 1995 Pazar. Karanlığın içinden çıkan bir
taksi, geceyi ve sessizliği bozdu. Karanlığın cellatları
halkın üzerine ölüm kustu... gibi, ne dersin?"
-
"Sen kafanda kurmuşsun bile, bir de nasıl başlayayım diye soruyorsun"
-
"Yahu kardaş anlasana, ilk cümleyi kurdukta,
kabızlık var işte..."
-
"Bak şimdi, yazmaya başla, kabızlıkta biter."
-
"Hadi o zaman, başlayalım" dedi ve başladı.
"12
Mart Pazar. Yer, Gazi Mahallesi.
Gün
akşama yeni dönmüş. Yoksul gecekonduların üzerine çöken karanlığı bir taksinin
farları aydınlatıyor. Gazi mezarlığından hızla, İsmet Paşa Caddesi'ne doğru
inen taksiden, açılan ateş sessizliği yırtıyor. Silah sesleri, dört kahvehane, ve bir pastanenin kırılan cam seslerine
karışıyor... Ölüm, 67 yaşındaki Halil dedeyi çayını yudumladığı sandalyesinde buluyor..."
Berdan'ın
kalemi kağıt üzerinde kayarcasına, ilerliyor,
kafasında kurduğu cümlelerle Gazi halkının onurlu ayaklanmasını yaşarcasına
aktarıyor sayfalara. Kitap, yazılmaya başlanmış ve kısa bir sürede hazır bir
hale getirilmişti...
Berdan,
derin bir soluk verip, gözlerini açtı. Başucunda sadece nöbetçi yoldaşı vardı.
Gazi halkından selam getiren yoldaşı, gitmişti.
-
"Bir isteğin var mı Berdan Abi?"
diye sordu nöbetçi yoldaşı
-
"Gazi'den gelenlere benim de, selamlarımı iletsinler..." dedi Berdan. Sanki Gazi'nin barikatlarını an an
yeniden yaşamış, yeniden yazmış da yorulmuş ama huzurlu bir şekilde yeniden gözlerini
kapadı...
- - -
Gece
ilerleyen saatlerde, Berdan yine bilinç
altında savaşın içinde, çarpışmaların en önündeydi. Konuşmaya başladı
tekrar. Önce anlaşılmaz sözcükler döküldü ağzından. Sonra cümleleri ve sesi
netleşti...
"Aslanlar
gibi yeneceğiz, düşmanı... Bizim halayımız zafer halayı... Devrim halayı, kürdistan halayı... Bakın evet, duymuyormuyuz,
nasıl duymayız. Evet, duyalım, katılalım... Hadi bakalım... Bırakın devrim
halayı çekiyorum. İsteyen zılgıt çeksin, isteyen tilili..."
Berdan
devrim halayına katılmak, zılgıt ve tilili çekmek
için ölümle yarışıyordu. Onun halayı, ölümü hücre hücre
yenerek büyüyordu. Berdan zafer halayının en başında,
zılıt ve tilililer arasında
emin adımlarla ilerliyordu.
Ankara'da,
hapishanelerde, anma ve şenliklerde, devrim halayları çekmiş, okuduğu coşkulu
şiirleriyle katılan herkesi coşturmuştu berdan. Şimdi
bir kez daha devrim halayına durmuş coşturmaya devam ediyordu.
Ankara'da
DEMKAD'ın gecesindeydi. Gür sesiyle, perdenin
arkasında Tanya şiirini okuyordu. Geceye Ankara'dan,
her kesimden insan katılmış, Mersin'den de liman işçileri gelmişti. Çok sevdiği
Tanya şiirini okurken Berdan,
kendini şiire kaptırmış, gür sesiyle salonu büyülercesine, etkisi altına almıştı.
"Alamanlar
18 yaşında bir kızı astılar
18 yaşındaki kızlar, belki
nişanlanır
astılar onu.
Moskova'dandı.
Gençti, Partizandı.
Sevdi, anladı, inandı
Ve geçti Harekete"
Salondaki
herkes kendini Berdan'ın okuduğu şiire kaptırmış, Berdan'ın gür sesi dışında, çıt bile çıkmaz olmuştu. Berdan şiiri okudukça coşuyor, onun coşkusu şiiri okudukça
salondakilere geçiyordu.
"Soruyorlar
Bilmiyorum diyor
Soruyorlar hayır diyor
Soruuyorlar, söylemem diyor...
...
Berdan,
şiirin sonlarına geldiğinde, salonda tansiyon yükselmiş, polislerde, şiirin
yarattığı etkiden huzursuz olmaya başlamışlardı.
"Tanya
seslendi Kolhozlara ilmiğinin içinden:
kardeşler üzülmeyin
gün yiğitlik günüdür
soluk aldırmayın faşistlere
yakın, yıkın, öldürün...
Bir Alaman
vurdu ağzına partizanın
genç kızın beyaz yumruk çenesinde
aktı kan.
Fakat askerlere dönüp devam etti
partizan
Biz iki yüz milyonuz
İki yüz milyon asılır mı?
Gidebilirim ben.
Ama bizimkiler gelecek.
Teslim olun vakit varken.
Kolhozlular ağlıyordu.
Cellat çekti ipi
Boğuluyor nazlı boynu, kuğu
kuşunun.
Fakat dikildi ayaklarının ucunda
partizan
Ve hayata seslendi insan:
kardeşler hoşçakalın.
Duyuyorum nal seslerini, geliyor
bizimkiler.
Cellat bir tekme attı makarna sandıklarına
sandıklar yuvarlandılar.
Ve Tanya
sallandı ipin ucunda..."
Berdan,
bu mısraları okuyup, şiiri bitirdiğinde sloganlar patladı birden salondaki tüm
izleyicilerden. Sesler, çınlattı Ankara Sokaklarını. Bu coşkudan rahatsız olan
polisler, perdenin arkasına gelip Berdan'ı gözaltına
almak ve geceyi iptal etmek istediler. Araya ggece
düzenleme komitesi girdi, tartışmalar sonucunda, Berdan
yeni bir işkence faslından kurtulmuş oldu.
Ve
şimdi, zılgıtlarla, tilililerle, sloganlarlaa
yürüyor ölümün üstüne Berdan. Tıpkı Tanya gibi, tıpkı Moskova önlerinde alamanları
durduran binlerce sovyet partizanı gibi. Tanya'nın inancı, kararlılığını şimdi Berdan
donanmış yürüyordu faşistlerin üstüne, tıpkı Tanya gibi
Zafer bizim olacak diyor, rezil ediyordu ölümü. Berdan
şimdi tarihin derinliklerinde gelen bütün kahramanlarla omuz omuzaydı. Brruno ve direngen köleleri, yiğit Paris Komünarları, Şehy Bedrettin ve
Müritleri, Vietnam Cangıllarının Viet
Kong'ları, Mahir ve yoldaşları, Sabo'lar, Özlem'ler, Sibel'ler onunlaydı. Sloganları,
silah tarakaları birbirine karışıyordu... Hep bir
Ağızdan Zafer zafer zafer
diye haykırıyorlardı.
Tilililerle,
zılfıtlarla yürüyrdu ölümün
üstüne Berdan. Sesi, eski gürlüğünü yitirmiş olsa da,
bilinci ve coşkusu, fiziksel zayıflığına meydan okuyordu. Her zamanki gibi, bir
mermi de benden aslanım, bir mermide benden, şiirini okur gibi,
ve tıpkı şiirdeki gibi, aslanlar gibi yeneceğiz düşmanı diye haykırıyordu. Bir
mermide benden aslanım şiiri, Berdan'la bütünleşmiş,
her anma ve kutlamamızın vazgeçilmez şiiri olmuştu Berdan'ın
dilinde. İlk kez, 1995 Parti kutlaması ve devrim şehitlerini anma
etkinliklerinde okumuştu bu şiiri Berdan.
Bir
mermi de benden aslanım
bir
mermi de benden
bir
mermi de benden zafer topları
mukaddes
namlular
daha
gelmesin mi bahar
daha
gülmesin mi ağlayanlar
yıllardır
kan içinde, sarggı içinde
unuttunuz
mu
sevmesini,
şakalaşmasını
çekik
gözlüler
kıvırcık
saçlılar, ablak yüzlüler
küller
mi saz beniz etti sizleri
Yaabani
güller dost bakışlar, otlu çiçekler
Ve
sizler,
Adana
Aras pamugu kadar
sevdiğim
yüzler
yayla
türkülerim kadar
memleketlilerim
kadar
sevdiğim
yüzler
bir
mermi de benden aslanım, bir mermi de benden
bir
mermi de benden zafer topları, mukaddes namlular"
Berdan
şimdi bir mermi olmuş, faşizmin beyninde patlamaya hazırlanıyordu. Şimdi,
okuduğu şiiri yaşıyor, yaşatıyordu. Bu şiir Berdan'la
bütünleşmiş, bBerdan'la anılır olmuştu artık.
Berdan
konuşmaya devam ediyordu. Yanıbaşında onunla beraber
bir mermi olmuş hedefe yürüyen Ölüm Orucu Savaşçıları pür dikkat onu
dinliyorlar. Berdan, beynindeki çatışmaları
anlatıyordu onlara:
-
"Bugünler çok zor günlerdir... Bu yükün altından mutlaka kalkacağız.
Aslanlar gibi yeneceğiz düşmanı..."
Konuşan
inançtı, devrimdi. İnancı ve iradesiyle beynine hükmediyordu. Çok zor günler olsada, çok zorlu bir savaş sürsede,
bu yükün altında kalkma kararlılığını sürdürüyordu Berdan.
Derinden gelen kısık bir sesle çok sevdiği türkülerden birini söylemeye
başladı:
"Yaşayıp yayla yayla
biz de gezmek isterdik, dolaşmayı
yayla yayla
Bir direniş odağıdır, söylenecek
bundan böyle
bir direniş odağı bundan böyle
tarihler yazacaktır, bir konuşsa
duvarları"
İçten,
duygu yüklü bir türküydü. Başucunda bekleyen yoldaşlarının boğazı düğümlendi,
gözleri doldu. Nöbetçi yoldaşı yüzünü yıkamak için banyoya gitti. Biraz daha
kalsa hüngür hüngür ağlayacaktı.
Tarihleri
yazacak, duvarlar konuşacak... Berdan tarih yazıyor,
duvarları konuşmaya zorluyordu.
"Bizler
çok büyük bir ailenin fertleriyiz. Haklı savaşlardan yanayız. Haklı savaşların
zaferlerle sonuçlanmasını istiyoruz."
O haklı
savaşların zaferle sonuçlanması için bedenini ölüme yatırmış ölümüne
direniyordu.
Ölüm
Orucu savaşçıları belirlendiğinde direnişçilerin kalacağı koğuş olarak, C-14
koğuşu hazırlanmıştı. Berdan C-14 koğuşuna taşınırkenson yer değişikliğini yapar gibiydi. Sadece
battaniyesini ve bir kaç gerekli eşyasını alarak diğer eşyalarını yoldaşlarına
dağıttı. Neeşeliydi, espriler yapıyor yoldaşlarına
moral veriyordu.
"Hadi
millet eyvallah. Gidipte dönmemek var. Kendinize iyi
bakın" dedi ve çıktı.
Şimdi
14. koğuşta her anı ayrı bir çatışmayla ve zaferle geçen saatler boyunca, O,
ranzasında yöretiyyordu eylemleri.
"DEV-GENÇ'liler
saldırın, Haydi durmayın..."
Berdan,
DEV-GENÇ'in yöneticilerinden biri olarak
talimatlarını veriyordu.
Ankara
DEV-GENÇ komitesinde görev aldığında yıl 1990'dı. Devrimci Sol yeniden atılım
sürecini başlatmış ve her alanda mücadeleyi yükseltiyordu.
Berdan
bu dönemde Ankara Yeni Çözüm Bürosundaki görevinden Ankara DEV-GENÇ komitesi üyeliğine
atanmıştı. Gazi, ODTÜ ve Hacettepe Üniversitelerinden sorumluydu.
Örgütçülüğü
ve pratik zekisıyla, Ankara polisinin yoğun operasyon
ve işkencelerine rağmen, eylemler örgütlüyor, öğrenci gençliği örgütsüzlükten
kurtarmak için yoğun bir çaba harcıyordu. O gençlik mücadelesinin kitle önderi,
ajitatörü, eğitimcisi ve örgütleyicisiydi.
1990
Nisan'ında paralı eğitime karşı 12 Eylül sonrası, Ankara'daki ilk boykotun
örgütlenmesinde onun emeğinin rolü büyüktür. Gazi Üniversitesi ve Basın Yayın
Yüksek Okulu'nda Önder Özdoğan ve Berdan
birlikte çalışmış ve herkesin olmaz dediğini başarmışlardı.
Berdan,
Ankara öğrenci gençliğinin düzenlediği gezilerin değişmez simalarındandı.
Bayındır Barajı, Çubuk Barajı ve Kızılcıhamam Soğuksu'da düsenlenen gezilerde
okuduğu şiir ve esprileriyle coşku katıyordu.
1990
yaz aylarında düzenlenen DEV-GENÇ kampında yeni dönem hazırlıkları içindeydi Berdan. Kamp dönüşü ise hemen AYÖ-DER'in
kuruluş hazırlıklarına başlanır. Berdan kuruluş
hazırlıklarını organize eder. İstanbul'a gelir, İYÖ-DER'lilerle
görüşür, deneyimlerinden yararlanır...
Ortadoğu'da
ABD emperyalizminin Arap halklarına yönelik saldırganlığına karşı "Ortadoğu
Ortadoğu Halklarınındır" yazan pankartla Ankara ULus'ta
Yiba Çarşısının önünde korsan gösteri örgütler.
Elinde megafonla slogan attıran, kitleyi yönlendiren Berdan'dır.
ABD emperyalizmine karşı daha bir çok irili ufaklı
eylemin örgütleyicisidir.
1990
Eylül'ünde okulların açılmasıyla birlikte, Gazi Üniversitesi'nde ilk defa
açılacak olan Rehperlik ve Dayanışma Masalarının
faşistlerin ve polislerin saldırılarından korunması sorunu vardır. Gazi
Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nde açılan masaya faşistler polis desteğinde saldırmakta
gecikmez. Bu saldırı esnasında yaralanıp hastahaneye
kaldırılan DEV-GENÇ'liler, kısa bir süre sonra
yanlarında Berdan'ı buldular. Berdan
hastahane odasında aldırdığı kararla herkesin
toparlanmasını ve bu saldırının karşılıksız bırakılmayacağını vurgulayandır. Ve
daha saldırının üzerinden bir saat bile geçmemişti ki, Berdan,
DEV-GENÇ'lileri pankart ve dövizleriyle Kızılay
Meydanı'na çıkartmış korsan gösteri düzenlettiriyordu.
Devrimci
Sol'un eylemleri, Ankara'yı da içine alarak sürüyordu. Her eylem düşmanda korku
ve panik yaratıyor, bu panik ve korkuylada sağa sola
saldırıyordu düşman. İşte böylesi bir eylem sonrası, oligarşi içine düştüğü
aczin bir sonucu olarak, eylemle ilgisi olmayan Berdan'ı
"fail" yaparak "aranıyor" ibaresiyle afişe etmiş, içinde, gözaltında
katledilen Birtan Altunbaş'ında
olduğu kimi DEV-GENÇ'lileri ise gözalltına
almıştı.
Bundan
dolayı, DEV-GENÇ Komite Üyeliğindeki görevinden alınarak Mahalli Alan Mamak
Sorumluluğuna atandı. Bu kez, uğruna mücadele ettiği, her türden zorluğu gözealdığı, emekçi halkının içindeydi. Mamak, Tuzluçayır'ın gecekondularında yaşayan emekçilerle içiçe,
onları mücadeleye katmak için uğraşıyordu.
Örgütçü
yetenekleriyle, hatipliğiyle, sıcaklığıyla kısa zamanda gece kondu
emekçileriyle sıcak ilişkiler kurmasını bildi. Yoksul gecekondulularla ekmeklerini
aşlarını paylaşıyor, sorunlarına, dertlerine beraber çare arıyorlardı. O
güneyin sıcak insanıydı. Halkını tanıyor, sorunlarını, dertlerini biliyordu. Mütevazi, öğrenci olmayı da bilmesinden, öğrenci gençlikten
gelmiş olması sorun yaratmıyordu.
Devrimci
Sol'un halkın adaletini Ankara'ya da taşıması, Ankara'nın havasını
değiştirmişti. Yapılan eylemlerle, Ankara'ya sinmiş olan ölü toprağı sarsılıyor,
eylemler karşısında çaresiz kalan işkenceci katiller ise açıkta çalışan
insanlara, halka yönelik saldırı ve komplolarını artırıyordu.
Berdan'ın
üzerindeki polis takibi devam ediyordu. Polis gözaltına aldığı insanlara "Berdan'ı yakalarsak öldüreceğiz" türü tahtid ve haberler göndererek, yeni katliam senaryoları
hazırlıyordu. Her yerde, katledilmek için "aranıyor"du.
Gazete ve Tv'lerde resimleri yayınlanıyordu. Ama O cesaretini
yitirmedi, yılgınlığa, can derdine düşüp görev yerini terketmedi.
Görevlerine daha fazla sarıldı. Ama hareket düşmanın ona ulaşmasını engellemek
için Berdan'ı beklemeye aldı. Ankara'da yeni görevler
almak için hazır bekliyordu. Polis ise, onu aramaya devam ediyor, bazen çok
yakınına kadar gelse de ona ulaşmayı başaramıyordu...
Ankara'da
iki aya yakın süre, böyle bekledi. Beklemekten yakınmadı, sıkılmadı. Biliyordu
ki, bu da uyulması gereken bir görevdi.
Berdan
için, asıl sevindirici haber ise, 1991 Nisan'ında gelir. Yeni bir göreve
atanmıştır. O artık bir Silahlı Devrimci Birlikler Savaşçısıdır. İstanbul Silahlı
Devrimci Birlikleri'ne atanmıştır. Şimdi halkın adaletini uygulama zamanıdır
onun için. Hep bir Devrimci Sol kadrosu olmak istemiştir, 90'lı yıllardan
itibaren hep kendini buna hazırlamıştır, çalışmıştır. Sonunda isteğine
kavuşur...
- - -
-
"Sık sık, kafasına sık..."
Sanki
bir eylemde. Bir eylemde de, eylemi yönetircesine konuşmaya
başlamıştı...
- "Ailelerimizin hesabını
soracağız yoldaşlar, tamam mı? Oraya, orayı boş bırakma... Sık kafasına..."
Berdan,
Ankara'da afişe edilip de faaliyet yürütemez hale gelince, İstanbul'da Silahlı
Devrimci Birlikler Savaşçısı olarak görevlendirilmişti.
1991
yılı Nisan ayında Adnan Berber komutasındaki bir SDB ekibinde faaliyet
sürdürmeye başladı. İlk geldiği günlerde İstanbul'un sokaklarını bilmiyordu.
Sokağı bilmedin, polis takibinde uyanık olmadan SDB Savaşçılığını sürdürmek imkansız olduğundan, Berdan ilk iş
olarak İstanbul'u, İStanbul'un sokaklarını öğrenmek için
kolları sıvadı.
Hergün,
sabahtan akşama dek, yorulmadan, büyük bir inatla sokakları dolaşıyordu.
Randevu yerleri, "kontrol" ve "temizlenme" bölgeleri tespit
ediyor, sokakları en ince ayrıntısına kadar kafasına resmediyordu.
Kaldığı
üs'ten pejmurde kıyafetlerle çıkıyor, İstanbul'a yeni
gelmiş, etrafını öğrenmeye çalışan şaşkın bir Anadolu delkanlısı
rolüne bürünmüştü. Bu tipe bürünmesi, ve kıyafetleri
ona istediği yere girip çıkması için kolaylık sağlıyordu.
Birliğe
yeni gelmiş olması nedeniyle az konuşup, dinlemeyi tercih ediyordu. Politik
birikimi vardı ama O susup dinlemeyi, her şeyi kavrayıp vğrenmeyi
tercih ediyordu. Bir yoldaşı, eğitim çalışmalarında da fazla konuşmaması
üzerine, bunun nedenini sorduğunda; birliğe yeni geldiğini, fazla konuşmasının
gereksiz gevezelik olabileceğini, askeri konularda hiç bir şey bilmediğinden,
gözlemlemenin ve dinlemenin daha doğru olacağını söylemişti.
Berdan
daha SDB'deki görevine ve İstanbul'a alışmamıştı ki,
onların birliğinde bir üssün kurumlaşmasında görevli yoldaşları Perihan Demirer, kaldığı üste polis tarafından katledildi.
Perihan
eve gelebilecek yoldaşlarını korumak için, polisin çemberini farkettiğinde çatışmayı başlatan olmuş ve çatışmada kahramanca
şehit düşmüştü. Berdan'ında savaşçısı oldğu bu birlik, operasyonu çözümlemeye çalışırken daha
büyük bir darbeyle karşı karşıya kalır. Bu, yoldaşları için sarsıntı olur...
Çünkü 12 Temmuz katliamı olmuştur. Onların katledilişi Devrimci Sol tarihinde,
böylesi bir katliamın ilk yaşanıyor olması, hemen herkesi derinden sarsar.
Şaşkınlık yaratır. Savaşın çıplak yüzüyle karşılaşılmıştır. Kavramakta
zorlanılır. Üstelik ilişkileri de kopar.
Bu
şaşkınlık Berdan'ın savaşçısı olduğu Birliğe de
yansımıştı. 12 Temmuz sonrası dağınık halde olan bu birlik, daha sonraki
süreçte hareket tarafından tamamen dağıtılır. Komutanları Adnan Berber, bu
süreçte Dersim Kır Birlikleri Komutanlığına istihdam edilir. Ve '94 sonlarında
şehit düşer...
Berdan
yeni bir birlikte, yeniden bir savaşçı olarak görev aldığında yavaş yavaş tecrübe kazanıyordu. Eylemler, sokaklar ve eğitim
çalışmaları yoğunluğu içerisinde piişiyordu. Aynı
zamanda da şehir gerillası ve devrimci adaletin uygulayıcısı olmanın onurunu
taşıyordu.
Kısa
bir süre sonra 16-17 Nisan katliamı yaşandı. 16-17 Nisan operasyonunu, kaldığı
evde, üsse geç gelen bir yoldaşından öğrendi. Ayrıntıları bilmiyorlardı ama 12
Temmuz benzeri bir operasyonla karşı karşıya olduklarını tahmin ediyorlardı. 17
Nisan sabahı gazetelerde Devrimci Sol Önderlerinden Sinan Kukul,
Sabahat Karataş, A. Fazıl Özdemir ve diğer yoldaşlarının
isimlerini gördükyerinde öfkeyle karışık bir
suskunluk yaşadılar. Ağlamamak için ellerini ve dişlerini sıkıp yürüdüler.
Gözleri kızardı, boğazları düğümlendi... Küfürler svurdular
içlerinden...
Ama gün
ağlama, sızlama günü değildi. 12 Temmuz'dan çıkardıkları derslerle, şaşkınlık
yaşamayacak, oturup talimat beklemeyeceklerdi. Talimatı şehit düşen yoldaşları,
önderleri vermişti "yoldaşlarımız hesap soracak sizden".
Yoldaşlarının mesajlarını almışlardı. Şimdi yoldaşlrının,
önderlerinin hesabını sorma zamanıydı... Durmadılar...
Hemen
gerekli olabilecek bütün malzemeyi temizleyip, hazırladılar. Şarjörlere
mermileri basarken, akılları şehit düşen yoldaşlarındaydı: "Yoldaşlarımız cezalandıracak
sizi"... Hesap soracaklardı...
Bu
düşüncelerle gittiği randevusunda, Murat Gül ve başka bir yoldaşıyla eyleme
gitmek için hazır olması söylendi. Yoldaşıyla eylemin yapılacağı yere yakın bir
bölgeye randevulaşarak ayrıldılar. İçini, yoldaşlarının hesabını soracak
olmanın sevinci kapladı.
Eylem
bölgeleri Küçükköy'dü. Daha önce, istihbaratını
çıkardıkları Küçükköy polis karakolunun işkencecilerine
yönelik pusu atacaklardı. Akşam saatlerinde buluşup eylem bölgesine gittiler.
Eylem saatine kadar bölgeyi dolaşıp, pusuyu atmak için uygun bir yer ve çekilme
güzerahı belirlediler.
Saat
20.00 civarında pusu atacakları yere geldiklerinde, sokağın kalabalık olduğunu,
kahvelerin olması nedeniyle bir hareketlilik yaşandığını farkettiler.
Bu sokak işkencecilerin Küçükköy Karakoluna gidip
geldikleri güzergahdı. Sokağın bir bölümü daha sessiz
ve kalabalıktı. Burada gerçekleştireceklerdi eylemi, silahlarını paltolarının içinde
sıkı sıkıya kavramış bekliyorlardı. Heyecanlıydı Berdan,
yoldaşlarının hesabını soracak olmanın heyecanı kaplamıştı içini...
Önünde
bekledikleri küçük bir kahvehaneden gelen silah sesleri ve çığlıklar ile
irkildiler. Dönüp baktıklarında, Tv'de bir macera
filmi olduğunu gördüler ve gülümsediler. "Bakalım" dediler, "asıl
macerayı izlediklerinde ne yapacaklar" diyerek birbirlerine espriler
yapmaya, beklemenin heyecanını gidermeye çalıştılar. Yolun karanlık olan
bölümünde gelen bir otonun sesiyle, susup beklediler. Yanlarından geçene kadar
bunun bir polis otosu olduğunu farkedemediler. Oto
yanlarından hızla geçip, karakola doğru giderken silahlarrını
çekmeye bile fırsat bulamadıklarından öfkeleri daha bir arttı. "Olsun, arkadan
ateş etmek bize yakışmazdı zaten, şimdi tekrar geri gelecekler. Hem de
karakoldan bir kaç polis daha alarak..." diyerek beklemeye devam ettiler.
Oldukça
uzun bir süredir aynı yerde bekliyorlardı. Sakıncalıydı ama her şeyi göze
almışlardı. "Eylemi mutlaka yapmalıyız. Bunlar bir daha geçmezse bile,
sokak sokak dolaşıp cezalandırılacak birini
bulmalıyız, buluruz da. Göstermeliyiz onlara, yoldaşlarımızı katleetmenin ne demek olduğunu. Kırmalıyıız
yoldaşlarımıza talkan faşist elleri birer birer. Kırmalıyız ki..." diye düşünürken Berdan, birden Murat Gül yoldaşının da, sanki aynı şeyleri
düşünüyormuş da, kendisini onaylancasına başını sallayıp
göz kırpmasınıı farketti.
Göz kırpıp, mırıldanarak "Kıracağız yoldaş, yoldaşlarımıza kalkan faşist
elleri..." diyerek sessizce yoldaşını cevabladı...
Polis
otosunun geri döndüğünü farkettiklerinde, hemen
silahlarına davranıp, belli olmayacak şekilde çıkarıp ateşe hazır beklemeye
başladılar. İyice yaklaşmalarını bekliyorlardı. İyice yaklaşmalıydı ki delik
deşik olmalıydılar...
Önde
duran yoldaşında kleş vardı. Berdan
ve Murat Gül de ise 14'lüler. Arabanın yaklaşmaya başladığını görünce
kahvehanenin önünde ayrıldılar. "Tamam" her şey hazır anlamında
işaretleştiler kendi aralarında.
Kleşli
olan yoldaşları, 5-6 metra yaklaşana kadar bekliyor
polis otosunu ve birden yola çıkarak basıyor tetiğe... Polis otosu olduğu yerde
kalıyor, hareketsiz. Kırılan cam seslerinin şangırdısı
silah seslerine karışıyor. Kinle ve öfkeyle her biri boşaltıyor mermileri, işkencecilerin
üzerine... Küçükköy'ün meşhur kaçakçısı ve ekipler
amiri ...... ve koruması ......
16-17 Nisan'da katledilen Devrimci Sol Önder ve savaşçılarının intikamını almak
için cezalandırılmışlardı.
Murat
Gül ve Berdan, diğer yoldaşlarını bekleyerek, yavaş yavaş geri çekilmeye başladılar. Kahvehanedekiler bir anda kahveyi
boşaltmış korkulu gözlerle bakıyorlardı. Bazıları daha ne olduğunun farkına
bile varmadan ara sokaklara girip kaçmaya başladı. Bazıları ise sakince eylemi
gerçekleştiren savaşçıları izliyordu.
Eylem
bitmişti. Geri çekilecekleri sokağa geldiklerinde, koşmaya başladılar. O anda Berdan'ın ayağı kırık kaldırım taşına takıldı,
ve düşerken okkalı bir küfür savurdu. Hemen toparlanıp ayağa kalktı. Bir kaç
sokak uzaklaştıktan sonra, hiç bir şey olmamış gibi yollarına devam ettiler.
Kısa
süre sonra bölge dışına çıkıp, eylemden sonra güvenlik açısından kalmayı
planladıkları ailenin evine girdiler. Murat Gül'ün kaldığı bir aile ilişkisiydi
burası. Aile savaşçıları çok sıcak bir şekilde karşıladı. Ve ardından koyu bir sohpet...
Yarım
saat geçmemişti ki, bölgeyee yüzlerce çevik kuvvet
polisi, onlarca oto ve panzer doluşmaya başladı. Ev sahipleri nedenini
anlayamadıkları bu yoğunluktan rahatsız olup telaşlandılar...
Söz
16-17 Nisan katliamından açılınca, 17 Nisan'da şehit düşen Satı Taş'ı
tanıdıklarını söyleyip özlemle Satı'yı anlatmaya başladılar. Bu esnada polis
panzerleri mahalle aralarına kadar girip çevirme yapmaya başlıyor. Savaşçılar,
panzerlerin evlere yönelmesi durumunda çıkıp gitme kararı alıyorlar. Aileye
zarar gelmemeli diye düşünüyorlar.
Gece
yarısına doğru, polis yoğunluğu dağılıyor. Sadece bir kaç ekip caddede çevirme
yapıyor. Bu arada Tv'ler, Küçükköy'de
bir ekip otosunun tarandığını, bir başkomiserle,
makam şöförü polisin öldüğü haberini verince ev
sahipleri de polisyoğunluğunun sebebinin anlıyor. Hepsi
sevinçi bir şekilde savaşçıları süzüyor
gülümseyerek... Satı Taş'ın hesabı soruldu deyip şehitlerimizi özlemle
anıyorlar.
- - -
92'nin
yaz aylarıydı. Komutanı hazırlan demişti. Seni bizden alıyorlar. Nereye
gideceğini bilmiyordu. Bir kaç randevu sonra artık şehirde çok fazla deşifre
olduğu için kıra gideceğini öğrenmişti.
Yola
çıkmak için gödeceği son randevu Boğaz sırtlarındaydı.
Yavaş yavaş randevunun yerine gidiyor. Bir yandan da
şu meşhur sanat müziği parçasındaki gibi İstanbul'a tepeden bakıyordu.
Güzel
şehir diye geçirdi içinden. Ne de olsa kavgamızın başkenti. Ankara'dan buraya
geldikten sonra hızıl ve güzel bir süreç geçirdiğini
düşündü. Aklına daha düne kadar birlikte olduğu şehitler geldi.
Kanları
yerde kalmadı diye mırıldandı sanki. Bu söz ağzından çıktı mı kendi de emin
değildi ama yüreğinden intikamlarını aldık diye geçirdi .
Hesap soran savaşçılardan biri olacak Berdan. Mutlu etmişti
bu an. yüzüne bir tebessüm oturdu.
Bu
düşüncelerle randevu yarine geldi. Kısaca konuştular.
Ege dedi görüştüğü yoldaşı.
-Ege'ye gideceksin.
-Hemen mi?
-Hemen...
Ayrıldılar.
Bir zaman dizelerinden aklında kalan mısraları söyleyerek kentin sokaklarında
kayboldu. "Duyulur da durmak olur mu"....
Olamazdı
elbet Berdan'da durmadı. Hızla yola çıktı. Otobüste
kavganın başkentine hafızasına kazır gibi baktı. Bir daha İstanbul'la dönebilecekmiydi. Bilmiyordu. Ama bu kent'te kavganın gözel günlerini geçirdim diye düşündü.
-İnsanlar
kuş misali..
Berdan
düşüncelere dalmış gözlerini pencereden ayırmazken yan koltuktaki ihtiyar Berdan'la diyalog kurmak için konuşuyordu.
-Ya öyle amca, hem de dağ kuşu gibidirler.
-Kimler evladım.
-İnsanlar amca.
Ve
yanındaki ihtiyarla tatlı bir sohbete başladılar. Bir süre sonra ihtiyar
uyukladı. Berdan düşünceler içinde daldı gitti yine.
Dağlara
gidiyordu. Hem de Ege dağlarına. Büyük bir kıvanç duydu bundan. Sabo'nun sözleri
kulaklarında çınlıyordu.
"Bayrağımız
ülkenin her tarafında dalgalandıracağız"
Berdan
gerekli randevuları yaptıktan sonra kurye ile buluşacakları yere ulaştı. Saat
gece yarısını geçiyordu.
Bedreddin
savaşçılarıyla ilgili okudukları aklına geldi. Acaba onlada
buralardan mı geçmişlerdi, buralarda mı savaşmışlardı. Sonra efeler, çakırcalılar.... Mtlaka buralarda çarpışmışlardı. Sanki... her ağaç, her taş onlardan bir anıyı barındırıyordu. Havada
onlarda asılı kalan bir türkü vardı. Yarım kalmış bir türkü, zafere ulaşamamış bbir türküydü bu.
Biz
ulaştıracağız bu türküyü zafere. Türkülerimiz bu kez zafer için söylenecek.
Bunun için burdayım. Savaşmak kazanmak için öldürmek
ve yeri geldiğinde şereflice ölmek için. Berdan'ın bu
sözleri Komutan Fazıl için yeterliydi. Tamam dedi. Artık sende Ege Kır Birliği Savaşçılarındansın.
Berdan'ın komutanının sözleri ışıltılı gözlerle
onayladı.
Önceleri
alışmakta biraz zorlandı. Adeta tüm vücudu, organları dağlara, taşlara uyum
süreci geçirdi. Önce ayakları su topladı, patladı, kanadı, yara aldı.
Omuzlarında sırt çantası taşımaktan kesikler oluştu. Elleri su topladı patladı.
Bir hafta sonra tığ gibi delikanlı oldu. Zayıfladı o da diğer savaşçılar gibi.
Yemekleri
çoğunlukla un, şukur, su ve biraz da tuzdan oluşan bir
bulamaçtı. Ama hepsinin çok hoşunaa gidiyordu bu
bulamaç. Bir kaç hafta sonra ayakları, elleri, sırtı, omzu iyileşti. Nasır tuttu
her yeri. İlk günlerin ağırlığını, hantallığını attı.
Tam
alışmaya başlamıştı ki biri kaçtı birlikten.
- Vay
be kaçtı ha?
-
Kaçtı. Peki ne düşünüyorsun?
- Ne
düşüneyim Komutanım. Daha düne kadar kaderimizde, katığımızda ortaktı. Ama bu
gün o kaderi bizden ayırdı. Hain oldu. Tabi neden diyorum kendi kendime.
- Neden
sence?
-
İnancı zorlukları altedecek kadar güçlü değilmiş
demek ki, bir yere kadarmış. Bir yere kadar olan inanç, inanç mıdır? İnancın
sınırı olmaz bence. Sınırı olan inançsa inanç değildir.
-
İnançsız mıydı yani?
- Belki
buraya kadar o da kendini öyle sanmıyordu ama zorluklarla karşılaşınca kendini
yenileyemedi işte. Açlık, günlerce yürümek, soğuk, yağmur, çamur derken
yenileyemedi kendini. Bunların hepsi onu güçlendireceğine yendi. Oysa yeni
insan olma şansıydı bunlar. O bunların hepsini yitirdi.
- Dağda
yaşadığı ilk ihanetti bu Berdan'ın. Bunların
yaşandığı günlerde komutanı onları toplamış ve uzun bir konuşma yapmıştı. O
konuşma hiç aklından çıkmıyordu.
- - -
Sağlıkçı
yoldaşı Berdan'ın sesini artık çok net çıktığını
duydu. Berdan coşkun akan bir ırmak gibi ve tane tane konuşuyordu:
-
Önümüze kaya çıkarsa sağından solundan altından üstünden ama mutlaka geçeriz. Yok geçemiyorsak Ferhat olup deler yine geçeriz. Geçmemizin
önünde kollarımız engelse keser atarız, bacaklarımızsa bacaklarımızı, kafamızsa
kafamızı ama mutlaka geçeriz. Çünkü biliriz ki her engeli aştığımızda yeni insana
bir adım daha yaklaşmışızdır.
Berdan'ın
son sözleri hırıltılı ve zorlanarak çıkmıştı. Kalkıp doktorluk yapan arkadaşı
çağırmak istedi. Ama kalkamadı. Berdan tam o sırada
kolunu sımsıkı tutmuştu. Berdan'ın o an burada, bu
yatakta olmadığını anladı. Berdan başka bir yerde
savaşı yaşıyordu. Onu rahatsız etmek istemedi.
- - -
Komutan
Fazıl Berdan'a dönüp 'sen ne' diyorsun dedi.
-
Elbette komutanım, bizi yıkamayan, yolumuzdan döndüremeyen her şey bize güç
verecektir. Yeni insan olmak öyle süslü laflarla olmuyor. Savaşın içinde
zorlukları altederek olacak bu.
- Diğer
savaşçılarda söz alıp düşüncelerini belirttiler. Toplantı bir süre daha devam
ettikten sonra "dağılalım yoldaşlar" komutuyla hepsi biraz uyumak
için uygun bir yere çekildiler.
İnsanın
kemiklerine işleyen bir rüzgar esiyordu. Gökyüzü
yıldızlarla bezeliydi. Ayın şavkı koca çam ve ardıç ağaçlarının garip görünüşlü
gölgelerini yaratıyordu. Biraz ilerde devriyeye çıkan nöbetçinin ayak
hışırtıları geliyordu. Daha yakınında ise hemen uyumuş olan bir yoldaşın
horultuları.
Berdan
artık tam bir gerilla olduğunu düşündü. ÇHE gibi diye düşündü. Uzun yıllar önce
Çhe'nin tüm kitaplarını okumuştu. O zamanlar
Ankara'da DEV-GENÇ'liydi. Gerilla olmayı istemişti.
Bunun için bir kaç yıl daha geçmesi gerekmişti. Şimdi ise Ege Dağları'ndaydı
işte.
İlk
geldiği günleri düşündü. Bu havalarda esen rüzgardan çok
etkilenmiş ama belli etmemeye çalışmıştı. Ama ihtiyarın gözünden kaçmamıştı bu.
- Üşüyormusun?
- Yoo, sadece alışamadımda.
- Ben
bu saçları haybeye dökmedim. Üşürsün, üşürsün ama
sonra alışırsın. Sen şimdi üşüme devresindesin.
- Tamam öyle olsun.
- Hah
şöyle, üşüyorumu deyince erkekliğinden bir şey
yitirmezsin korkma. Mesele üşümekte değil, bunu dert etmemekte.
- Şair
gibi konuştun.
- Her
gerilla savaşının şiiri kanla yazan şairdir biraz.
İhtiyar
o geceden sonra gözüne hep bir bilge gibi göründü. Adeta onun gölgesi oldu ve
dağdaki temel derslerini ondan aldı. Derviş gibiydi ihtiyar. Birliğin ona
ihtiyar deyişinde belli bir saygı vardı. Çünkü Bülent Pak yeri geldiğinde
birliğin her şeyiydi.
Berdan
adım adım yetkin bir gerilla oldu Ege Dağları'nda.
Öncü oldu, gözcü oldu, artçı oldu, nöbetçi, devriye, keşifçi oldu, sırasıyla
her şeyi öğrendi. Hangi yıldız hangi yönü gösterir, sığınak nasıl kazılır.
Hangi ses doğal, hangi ses bir çalının ya da yaklaşan bir insanın sesidir
hepsini belleğine kazıdı. Dumansız ateş nasıl yakılır, hangi bitki yenir
hangisi yenmez. Kısaca bir gerillanın ihtiyacı olan her şey doğallaştı onda.
Zaman zaman TRT'nin radyo haberlerini hep birlikte dinliyorlardı.
Bazen SDB'lerin yaptıkları eylemlerden sonra rodyoda "saldırganlar belirlendi, birinin adı Altan Berdan Kerimgiller" vb. türü haberleri dinleyince
muzipçe gülüyordu. Herkes gülümsediği için Berdan'ın tebessümü
arada kaynıyordu. Diğer yoldaşları yapılan eylemlerin coşkusuna gülüyorlardı. Berdan bununla birlikte düşmanın acizliğine gülüyorlardı.
Bir
süre sonra birlikten firar eden hain yakalanıp düşmanı birliğin olabileceği
bölgelere götürdü. Kimi eski depoları buldu düşman. Hızla yer değiştirmeleri
gerekti ve öyle de yaptılar. Yürüdüler.
Şehir
ve kırın farklarından birside buydu işte. Şehirde de operasyonlar yaşamıştı Berdan Ama şehir gerillasının kuralları özde ayrı olsa da
biçimde farklıydı. İşte şimdi kır gerillasıydı ve saatlerdir yürüyordu.
Mevsim
sonbahara duönüyordu artık. Bitip tükenmeyen bir güz yağmuruydu bu. Sanki
her adımlarında yağmur daha fala yağıyordu. Ama hiç kimsenin gıkı bile çıkmıyodu. Aynı ortak iradeyle yürüyorlardı. Issızca çekiliyorlardı.
Düşman bir kaç depoyu bulmuş ve muhetemelen bölgeyi kuşatacaktı.
Gerilla ise istemediği bir çarpışmadan kaçınmak ve bir pusuya, kuşatmaya düşmemek
için daha uygun br yere doğru çekiliyordu.
En
nihayetinde mola yerine vardılar. Hepsi sırılsıklamdı. İhtiyar bir sulak ortamda,
bir ateş yaktı. Bu da gerillanın sırrıydı işte. Yakılan ateşe çay koyuldu
hemen.
Yoldaşlarına
baktı Berdan. Kimi Kürt kimi Türk'tü. Kendibi de Arap'tı. İstanbul'dan, İzmir'den, Denizli'den,
İç Anadolu'dan, Kürdistan'dan gelen vardı aralarında. Ve hepsi de Devrimci Sol bayrağı
altında Eğe dağlarında savaşıyorlardı. Gerillaydı hepsi ve onları bir arada
tutan vatanlarını kurtarma özlemiydi.
Yağmur
ve ter karışımı olan su gözlerine kaçmış, terin tuzundan olsa gerek gözleri
yanmıştı.
- Dağdaki gibi
- Ne?
- Gene gözüme ter ve yağmur kaçtı
diyorum ihtiyar.
- Haa
anladım.
Berdan
ve Bülent Pak, Buca Hapishanesi'nin havalandırmasında sağnak
yağmur altında volta atıyorlardı.
- - -
Her
ikisi de tutsak düşeli bir kaç ay olmuştu ve Buca Hapishanesi'ndeydiler. Bir
anıyı yadeder gibi yağmurda volta atıp sohbet
ediyorlardı.
Kırdaki
son süreçlerinde Berdan, şehire
inen Komutan'a birliğin yer değiştirmesini haber vermek için şehre inmeye başlamıştı.Belli bir bölgeye geldiğinde bölgenin yabancısı olduğu
dikkat çekti. Yine de belli bir soğukkanlıkla hareket
etti. Ama iş işten geçmişti artık ve Berdan tutsak
düştü. Bir kaç gün sonrada birliğin geride kalan savaşçıları farklı bir bölgede
yer değiştirirken tutsak düşmüşlerdi.
Berdan
ve Bülent Pak, işte yağmur altında geçen bu süreci tartışıyor ve nerelerde hata
yaptıklarını bulup ders çıkarıyorlardı.
Buca'ya
bir direnişin odağında gelmişti Berdan. Tutsak
yoldaşları SAG sürdürüyorlardı. Hemen direnişin içinde yer aldı oda. Uzun bir
süre şube sürecini sorgulayarak kendini aşmaya yenilemeye çalşıtı.
tutsak düşmesi Berdan'ı
yıkmadı. Aksine devrimciliğini daha da olgunlaştırıp ileriye doğru adımlar
attı.
Ve bir
gün tutsak savaşçıları özgürlüğe taşıyacak olan tünel çalışmaları patladı.
Düşmanın saldırısı sonucu hücrelere ve bir kaç koguşa
dağıtıldılar. Berdan her zamanki gibi açlık
direnişinin içindeydi yine. Direniş içinde sürgünler yaşadılar. Berdan bu sürgün sonucu Aydın Hapishanesi'ne gidenler arasındaydı.
aydın
Hapishanesi. Çogunluğu PKK'li
tutsaklardan oluşuyordu ve tam bir tecrit uygulaması vardı. PKK'li
tutsaklar düşmanın tüm dayatmalarını kabul etmişlerdi.
Hapishaneye
yeni gelen Devrimci Sol tutsakları SAG'ler ve fiili
direnişlerle kısa sürede düşmanı gerilettiler. bir yıl
içinde bir kaç ay SAG ve onlarca kez fiili direnişler yarattılar. Berdan tüm direnişlerde en öndeydi.
Adeta
her kutlama ve anma, her arama bir saldırı ve direniş nedeniydi. Saldırılar ve
direnişler arasında kalan normal zamanlarda ise Berdan
ve Bülent Pak çoğu kez hapishane penceresinden görünen Aydın sıra dağlarına
bakarlardı.
Karşıda
Aydın dağları var. Yüksek, sessiz ve insanı çeken bir
güzelliğe sahip. Hapishanenin bir penceresinde ise Berdan
ve Bülent. Sessizce dağı izliyorlar, dağla konuşuyorlar sanki. Bir süre gidiyor
bu sessizlik.
Aşağıdan
Ali Rıza Komutan'ın sesi duyuluyor.
-
Dağlar size gelmez, siz dağlara gidin.
-
Gideceğiz komutan, gideceğiz.
Berdan'ın
Buca ve Aydın hapishanesindeki yoldaşlar arasında kimler yoktu ki. Bülent Pak,
Müjdat Yanat, Umut Doğan Gönül, Uğur Sarıaslan, Tefik Durdemir, Ali Rıza Kurt.
Ali
Rıza komutan ile Berdan'ların konuşmasını daktilosunun
başında duyan Müjdat Yanat, oturduğu yerden sohbete
katılıyor.
- Beni
de götürmeyi unutmayın ha...
- Yok
Müjdat. Seni daktilonun başında unutacağız.
- Olur mu öyle?
- Olmaz
tabii, gel o zaman havalandırmaya
Devrimci
Sol tutsakları hep birlikte halaya duruyorlar. Ne düşman ne de oportünistler durup dururken çekilen bu halayalara
anlam veremiyor. oysa çoşkunun
halayı bu. Tutsak gerillaların özgürlük tutkularının halayı.
- - -
İlk
genel direniş zaferle sonuçlanmış. Zaferin bir sonucu olarak Ali Rıza, Bülent
Pak, Tefik Durdemir ve bir
kısım tutsak Buca'ya geri dönerken Berdan Sağmalcılara gidecek. Ayrılık yoldaşlar arasında bir
başka hüzün anıdır. Bir daha nerede, ne zaman karşılaşılacaktır. Belki de bu fiziken hiç mümkün olmayacaktır. Ama onlar yüreklerinin
ayrı cephelerde de olsa daima birlikte atacağından emindirler.
Tüm koguş askeri bir düzenle sıra olmuş, hazırolda
bekliyor. Berdan öne çıkıyor.
-
Yoldaşlar, sizleri hiç unutmayacağım. Eğe dağlarını hiç unutmayacağım. Zafere
kadar yüreğimde olacaksınız. Şimdi ben başka bir mevzide yeni zaferlere ortak
olmaya gidiyorum. Bunun haberlerini alacaksınız. Bende sizlerin zafer
haberlerini alacağım ve elbette bir gün zafer halaylarında karşılaşacağız.
Çünkü biz kazanacağız.
-
Yaşasın Önderimiz Dursun Karataş!
- Her
Şey Birliğimiz, Zaferimiz, Geleceğimiz İçin!
- - -
"Bizler
çok büyük bir ailenin fertleriyiz... Bizler Türk, Kürt, Arap, Laz
devrimcileriz..."
Sağmalcılar
Hapishanesine yeni gelmişti. 1994 Mart'ıydı. Parti-Cephe'mizin kuruluşunu büyük
bir coşkuyla karşılar. Parti-Cephe'nin kuruluşunu kutlama hazırlıklarına bu
coşku ve kararlılıkla katılır, görevler üstlenir. Parti'mizin kuruluşunu
kutlama ve devrim şehitlerini anma etkinliklerinde hep onun sesi yankılanır,
duvarları yırtarcasına. Okuduğu şiirlerle başlar etkinlik. İlerleyen dakikalarda,
perdenin arkasında yine onun gür sesiyle yankılanır havalandırma:
"Ben
tarih... Şeyh Bedrettinler'in, Pir Sultanlar'ın, Mahirler'in, Apolar'ın, Niyaziler'in, Sinanlar'ın, Sabolar'ın yazdığı
tarih..."
Şimdiyse
tarihin yazılmasında kendi imzasını atıyordu, andıklarının sadık bir öğrencisi
olarak Berdan...
"Pir
Sultanca... Şeyh Bedrettin gibi..."
Sabo
gibi, son anında, son nefesini verirken dahi "Devrim" diyor,
"Zafer" diyor, "Yeneceğiz" diyordu...
O,
Sağmalcılar Hapishanesinde Şeyh Bedrettin oyunlarının,
ve Şeyh Bedrettin öğretisinin aktarılmasının, tarihimizi öğrenmenin ve
öğretmenin ustasıydı. Kendisinin de yazımında yer aldığı Şeyh Bedrettin
oyununda, Bedrettin'i oynamıştı.
"Yüzün niye sararmış Bre
Bedrettin, korku illetine mi tutuldun yoksa" dediğinde
Sultan Çelebi Mehmet
"Güneş de batarken sararır"
diye cevap vermişti Bedrettin.
Güneş
de batarken sararır ama o güneş her sabah kızıl bir şafakla gelir karanlığı
aydınlatırdı. İşte kızıl şafakların söküp karanlığı boğacağı günlerin müjjdesini veriyordu Berdan, Şeyh
Bedrettin rolünü oynarken...
Bedrettin
gibi bilge, Bedrettin gibi inançlı, Bedrettin gibi bağlı... "Gelir bizim geleceğimiz"
derken, Berdan Bedrettin'dir. Ölüm Orucu, Bedrettin
Ayaklanmasının yeniden doğumudur artık...
-Berdan, Berdan beni duyuyor musun ?
Saatler
artık 08'e döndü. Berdan artık cevap vermiyor. Nefes
alma aralığı gittikçe uzuyor.
Saat 08:30 oldu. Kafası hafifçe yana kaydı.
Tarihler
23 Temmuz 1996'yı gösteriyordu. Arap halkının içinden çıkarıp Türkiye
halklarına armağan etti Berdan 65 gün ölümle hücre hücre çatışarak ölümsüzleşti.
Shıdıtın
ravva lıne ıktidar !
*
*Şehitlikleriyle
bize iktidarı gösteriyorlar