Ali Riza DEMİR'i Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Ümraniye'den Yoldaşları Anlatıyor:

 

"Kime ez?

Kurde serfiraz

Dıjmine dijmin

Doste aştix waz

Ez x weş miravim

Ne hirç Ü hovim!

Le çibkim be şer

Dıjmin naçi der.

Bav ü kale min

Dijin tev serbest,

Naxwazim bijim

Ta ebed bindest

Kime ez?"

 

Cigerxwin

 

"Kimim ben?

Onurlu Kürdüm

Düşmanın düşmanı

Barışseverlerin dostuyum

Uygar insanım

Ne ilkelim, ne de yabani!..

Ne yapsam savaşsız olmuyor

Düşman memleketimden çıkmıyor.

Benim atalarım

Hep özgür yaşadılar

Köle olmak istemiyorum

Sonsuza değin!..

Kimim ben?"

 

 

Kürsü de şiir okuyan adam gururla başını kaldırıp, bakışlarıyla dolaştı salonun içinde.

Az önce direnişin onur bandını kuşanmış, andını içmişti. Şimdi kürsüde direnişini anlatıyor. Anadolu halkını, özelde Kürt halkını kurtuluşun yoluna, devrime çağırıyordu. Ana dili Kürtçeyle konuştuğunda akıcı cümleleri salondaki kitlenin üzerinde bir şiir etkisi yaratıyor kulakları okşuyordu.

Ne gazeteciler vardı salonda, ne de televizyon kameraları, ama O söylediği her sözün, yaptığı her çağrının Anadolu halklarına ulaştığını, Türkiye devriminin gelişiminde karşılığını bulacağını çok iyi biliyordu. Gözlerinde ışık, sesindeki güven, duruşundaki asalet anlatıyordu bunu.

30 gündür açtı. Buna rağmen herhangi bir yorgunluk belirtisi, sesinde en küçük bir kırılma, bitkinlik yoktu. Aksine, o tarihi anın coşkusu onu daha bir kabına sığmaz kılıyor, kalbinin gün güm atışıyla alev alev yanıyordu gözleri. Sanki birazdan elinde tuttuğu pimi çekilmiş bombayı halk düşmanlarının üzerine savurup, belinden çektiği silahıyla mermi yağdıracak gibi duruyordu. Evet pimi çekilmiş bir bomba vardı sahiden; Yüreği...

Biraz seyrelmiş saçları, otuz gündür kesmediği sakalı belki olduğundan biraz daha yaşlıymış gibi gösteriyordu konuşurken. Açık tenli, kumral Kürt yiğidi, sol yumruğunu havaya kaldırarak önderini ve partisini selamladı. Önünde duran kürsüden uzaklaştığında -biraz da otuz gündür aç oluşu nedeniyle zayıfladığından- daha bir uzun boylu göründü yoldaşlarına. Selvi dalı gibi yukarıya kalkan iki kolu daha bir güçlüydü sanki o anlamlı işareti yaparken.

Bundan yüzlerce-binlerce yıl önce, eski zamanlarda, insanları siyasetçiler, sanatçılar ve savaşçılar olarak ayırırlarmış. Devrimciler genelde bu özelliklerin üçünü de kişiliklerinde taşırlar. Kimi zaman biri, biraz daha önce çıkar, kimi zaman diğeri. O, sanatçıdır ve siyasetçidir de, ama en çok savaşçıdır.

Bir eski zaman muharebesini gözünüzün önüne getirin. Hınca hınç bir vuruşmanın sürdüğü cenk meydanında O, tüm niteliklerini bileğinde, kılıcında toplayarak düşmanlarını yara yara ilerleyen, vurduğunu düşüren, darbe aldığında ah-vah etmeden bunu göğüsleyen bir eski zaman savaşçısı gibidir.

O'nu şiir okurken görebilirsiniz, ya da bir toplantıda siyaset konuşurken... Ama en çok savaşçıdır gene. Şiir okurken de siyasi konuşmalar yaparken de savaşçıdır.

Savaşçı olmak temel niteliklerin çok dışında şeyler istemez. İnanç, cesaret, fedakarlık... Daha sayabileceğimiz birçok şey esas olarak donanımlı bir savaşçının temel nitelikleridir aynı zamanda. Bu böyledir ama sadelik hiçbir zaman bir savaşçıyı küçültmez. Aksine verdiği savaşın doğruluğu ve haklılığıyla bütünleştiğinde bu nitelikler onu çok onurlu bir noktaya taşır. O, verdiği devrimci savaşı kavrayan, mücadelenin kendisinden beklediği herşeyi ona sunmaya çaba gösteren, bu uğurda canını dahi esirgemeyen bir savaşçıdır.

Savaşçı, savaşı ete kemiğe büründüren, onun harcına kendi kanını katan kişidir.

O Ali Rıza'dır.

Size O'nu anlatacağım.

Ali Rıza kürsüde o konuşmayı yaparken okuduğu Kürtçe şiirde "Kimim ben?" diyordu. O bunu söylerken konferans salonundaki onlarca kişi O'nu düşünüyordu "kimdir" diye. Belki birçoğu ilk kez dinliyordu O'nu.

Son bir iki sene içinde tutuklanan kişiler O'nun ölüm orucu direnişçisi olacağını öğrenmeden önce, onların pek dikkatini çekmemiştir Ali Rıza. "Görünmez Adam"lardan biridir. Görenler de ya sporda görmüşlerdir, ya güreş turnuvasında. İstese de öyle uzun uzun sohbetler edecek vakti olmamıştır. Çalışma arkadaşı değilseniz, çok çok yemekte ya da koridordan geçerken görebilirsiniz ancak.

Ölüm orucu direnişçisi olduğunda tüm hapishane kitlesi tanıdı O'nu. Ama O'nun yaşantısı 2000 yılında başlamadı elbet. Öncesi vardı.

9 Kasım 1973 Adıyaman- Merkez'e bağlı Gökçay (Karikan) köyünde doğdu Ali Rıza. Çiftçilik yapan, tütün üreticisi Kürt-Alevi bir ailenin çocuğu olan Ali Rıza, ilkokulu bitirdikten sonra sınavla kazandığı Yatılı Bölge Okulu'na Malatya'da başladı.

Kürdistan bölgesinde "eğitimi yaygınlaştırmak" söylemiyle kurulan Yatılı Bölge Okulları, esas olarak küçük yaştaki çocukları kültürel olarak ailesinden kopararak Kürt kimliğini yoketmeyi ezmeyi amaçlıyordu. Ali Rıza bunu yaşayarak öğrendi.

Yatılı okulda okurken müdür odasındaki telefonu kullanarak haftada bir kez ailesiyle görüşebiliyordu. Türkçe bilmeyen annesiyle Kürtçe konuştuğu için okul müdürü önce telefonu kapatır, daha sonra da döver Ali Rıza'yı. "Ceberrut Devlet" ile ilk olarak yaşadığı bu baskılar nedeniyle tanışır. Kendini de böyle böyle tanımaya başladı Ali Rıza. Karşılaştığı baskılara karşı koyabileceğini öğrendi. Başını dik tuttu hep.

Liseyi bitirdiğinde yeni bir dünyanın kapıları açılıyordu Ali Rıza'nın önünde. Üniversite sınavında gösterdiği başarı açmıştı bu kapıyı.

Tutunamayanı yutan, yokeden, ezen bir şehirdi bu "taşı toprağı altın" dedikleri şehir. Bununla birlikte kavgaya gönül verip bir büyük sevdayla sokaklarını adımlayanları da kucaklar, baş tacı ederdi ama.

İstanbul'un hükmü geçmez Ali Rıza'ya, dişi kesmez. Ana dilini kendisine unutturmaya çalışanlara inat, kimliğine sahip çıkmış yeniden öğrenmişti. Direnmeyi de, yeri geldiğinde kavgaya tutuşmasını da biliyordu çünkü. Onun için ezilmedi koca şehrin karmaşasında.

O yıl Amerikan piçleri bombalar yağdırıyordu Irak halkının üstüne.

O yılda zorbalığa karşı direnenler vardı kavganın başkentinde. Gün oluyor caniler-halk düşmanları cezalandırılıyor, gün oluyor birçok emperyalist-faşist odakta halkın adaleti bomba olup patlıyordu.

İstanbul'a ayak bastığında böyle bir şehir karşıladı O'nu.

Üniversiteye girdiği yıl tanıştı Dev-Genç'le. Dev-Genç'liydi artık. Kısa bir süre legal alanda mücadele verdikten sonra illegale çekildi.

Polis Ali Rıza'yı mimleyemeden O illegalde faaliyetlere başladığından rahat çalışma olanağı buldu bu alanda. Okulda asılan her pankarta onun da emeği geçti. Uzun zaman faaliyet yürüttü.

Tutsak düştüğünde silahlı bir birimde görevliydi.

Tutuklandıktan sonra bir süre Bayrampaşa Hapishanesi'nde kalan Ali Rıza, 95 yılında, yapılan direnişin kazanılması sonrasında Ümraniye Hapishanesi'ne sevk oldu.

Daha hapishane kapısında başlayan işkence ve saldırılar koğuşlarda da sistematik olarak devam etti. İrili ufaklı birçok irade çatışmasının ardından 13 Aralık saldırısı gerçekleşti. Direnişle püskürtülen katiller 4 Ocak 96'da yeniden geldi. Kanla boyandı koğuş duvarları, Mecit, Rıza, Gültekin, Orhan ölümsüzleşirken Ali Rıza ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.

Ümraniye katliamından yaklaşık 6 ay sonra büyük bir direniş daha başladı. 1996 Mayıs ayında süresiz açlık greviyle başlayan direniş 45. günde ölüm orucuna dönüştü. Birinci Ölüm Orucu ekiplerinin açıklanmasından kısa bir süre sonra Ali Rıza ikinci ekip direnişçilerin arasında bandını kuşandı. Ve direnişin 69. günü yoldaşlarıyla birlikte zafer halayını çekti.

Ali Rıza direnişlerle varolup, onlarla büyüdü güçlendi. Taa müdür odasında yediği ilk tokada kadar dayanır bunun geçmişi. Savaşçı kişiliğiyle Ümraniye Hapishanesi'nde yaşanan bütün direnişlerin içinde oldu. İnancını, tecrübe-birikimini büyüttü.

Her sabah spora çıkıyordu. Doğrusu şu ki zaman zaman yoğun temponun onu çok yorduğu, sandalye üstünde uyukladığı da oluyordu. Yorucu tempo elbetteki salt sporla ilgili değildi. Ali Rıza aynı uğraşa emek veren dar bir ekibin içinde tünel kazıyordu. Hergün spora çıkmasının da bir yanı fiziksel anlamda diri-dinç kalma isteğiyse, bir diğer yanı da hiç değilse bu şekilde biraz kitlenin içerisinde olup, yürüttüğü tünel faaliyeti ve diğer çalışmalar nedeniyle "nerede bu adam" merakının önüne geçmekti.

Tünel faaliyeti hapishanede mutlak gizlilik isteyen, dosta, düşmana da kesinlikle renk verilmemesi gereken bir faaliyettir. O'ndan beklenenlerin, uyması gereken kuralların Ali Rıza'yı esasında fazla zorladığı söylenemez. Çünkü bu niteliklerin hepsine, verdiği savaşın içinde sahip olmuş, hep daha iyisi için çabalamıştı Ali Rıza. Halkının sahip olduğu değerleri ve gelenekleri mücadelenin gerekleri, savaşın katı kurallarıyla yoğurdu O.

Savaşın kuralları o savaş içinde ortaya çıkar, somutlanır, uygulanır. Bir savaşçı için kurallar vazgeçilmezdi. Kuralların gözardı edildiği noktada başarısızlık ve yıkım, dahası katliamlar meydana gelir. Ali Rıza'da yaşayarak, tanık olarak, okuyarak öğrenmişti bunları. Ve özümsemiş, bütünleşmişti onlarla. Disiplini tüm yaşamına, yatışından- kalkışına uygulayan, benliğinde yaşatan bir yapısı vardı. Saatinde yatar, saaatinde kalkar; belli bir saatte bir yerde olması gerekiyorsa, ne olursa olsun orada olur. Yorgun, uykusuz, meşgul vs. bunlar önemli değildir onun için. "Orada olunacaktır" olur. İşini tam yapar.

Herhangi bir konuda savsaklamaya ne kendisi için tahammül eder, ne de bir başkası için. Eleştirir, kızar. Bu yanıyla taviz vermez. Liberal davranmaz. Otoriterdir. Kesinlikle uyumsuz, aksi vs. değildir ama.

Ali Rıza'nın kullandığı bir elektronik daktilo vardır. On parmak daktilo kullanıyordu. Kısa süreli bir program dahilinde bize daktilo kullanmasını öğretmesi gerekiyordu.

Ali Rıza okullarda okutulan iki farklı daktilo dersi kitabından da faydalanarak küçük bir broşür hazırladı. İşine özeni, verdiği önem, altı üstü 10-15 gün sürecek bir daktilo çalışmasına böyle yansımıştı.

Çalışmalar başladığında katılması gereken yoldaşlarımızdan düzenli gelmeyenlerin olduğunu gördü. Oysa daha başından koymuştu kuralları. Tekrar uyardı ve bir daha gelmeyen olursa gruptan çıkaracağını söyledi. Zaten 6-7 kişilik dar bir gruptuk. Söylediğini yaptı ve düzenli gelmeyenleri çalışmadan çıkardı. Çalışmadan çıkarılanlar yönetici yoldaşlarımızdandı ama O karşısındaki insanın konumuna göre değil tutumuna göre veriyordu kararını.

Elektronik eşyalara, özel olarak ilgisi bulunmakla birlikte, aslında kullandığı her şeye karşı devrimci bir merak taşırdı. Daktiloyu sadece kullanmakla yetinebilecek birisi değildi mesela. Söker, içine bakar, kurcalar, inceler, her yanıyla tanımak isterdi. Ve bunun çok da faydasını gördü. Bozulunca tamir edebiliyordu böylece.

Elinize silah verildiğinde onu kullanıyorsanız, gerekli bakımını yapıyorsanız, gereğini yerine getirmiş olursunuz belki ama eğer onu söküp, inceleyip, iyice tanıyorsanız, bir yeri bozulduğunda ne yapabileceğiniz, nasıl yapabileceğiniz konusunda kafa yoruyorsanız, en ince ayrıntılarına kadar vakıf olmaya çalışıyorsanız, işte o zaman Ali Rıza gibi nitelikli bir bakış açısını yakalamış olursunuz. Güzel olanı da böyledir. O'nun bu özelliği birçok yoldaşına örnek gösterilir.

O'nu tanıyanlar ilkten soğuk, uzak vs. değerlendirmeler yapabilir. Yanılırlar. Tanıdıklarında o görüntünün biraz mizacından kaynaklandığını görür, ince esprilerini yaptıktan sonra patlattığı kahkahayı duyduktan sonra eski önyargılarını bir kenara bırakır ve O'nun yoldaşlığını doyasıya yaşarlar. Tanımamız gerekir bunun için.

Doğrudur. Ali Rıza savaşçı doğasının getirdiği bir özellik olarak birçok şeye ak-kara mantığıyla bakar. Arası yoktur onun için. Var mısın- yok musun, iyidir ya da kötüdür. Ara renkler ona göre değildir özcesi. Bu özellikleriyle dışarıdan bakıldığında sol-sekter, ucuz keskinlik yapan biri sanılabilir. Değildir. Derinliğine bakıldığında onun ak-kara mantığıyla yaklaştığı konulara gerçekten öyle bakmak gerektiği kabul edilecektir. Birçok zaman olur ki balta gibi düz ve keskin olmak gerekir. Pisliği kökünden koparıp atmak gerekir. En küçük pürüze yer verilmemelidir. Bunu da savaşarak öğrenmiştir Ali Rıza. Yoksa incelikten yoksun olduğu için falan değildir bu özelliği. Yerli yerinde olması gerektiği gibidir.

Hemen hemen her zaman sakin ve soğukkanlıdır. Coşkusu da hüznü de ölçülüdür. Duygularını da disipline etmiştir çünkü. Aşırılığın- abartının zamanla tehlikeli birer hastalığa-zaafiyete dönüştüğünü bilir. Sevgisi sarıp sarmalar, kini yakar-yıkar. Böyledir Ali Rıza, ama ölçülüdür hep.

Tanıştığınızda ilk anda hemen çarpan, etkileyen, sizde hayranlık yaratacak bir insan değildir. O'nunla paylaştıkça, O'nun yaşamını gözlemledikçe öğrenirsiniz, seversiniz, saygı duyarsınız. Böyle etkiler sizi. Yavaş yavaş işler içinize.

2000 yılının başlarında yapılan ilk ölüm orucu gönüllüleri toplantısında O da vardı. Gözlerinde bir ışık, yüzünde belli-belirsiz bir tebessüm... gururluydu. Daha ilk toplantıda o ekibin içinde yer alacağına gönülden inanıyordu belli ki.

Devam eden aylar, özlediği sıcak yoldaş sohbetlerini doya doya yaptı. Dinledi, konuştu-anlattı paylaştı.

Hapishanede, aynı hapishanede insan birbirini özler mi? Özler. Ali Rıza uzun zaman tünel faaliyeti içerisinde bulundu. Geri kalan vaktinde büyük bölümü daktilo başında geçiyordu. Ayaküstü sohbetleri saymazsak çalışma arkadaşları dışında kalan diğer yoldaşlarıyla sohbete uzak kaldı biraz. Özledi.

İşte bu toplantılar, çalışma araları, özlediği şeyler için bulunmaz fırsattı. Birçok kişi onu gerçek anlamda bu toplantılarda, sohbetlerde tanıdı. Ağız dolusu güler, sözünü sakınmadan dobra dobra konuşurdu. Öyle muğlaklıklara pek yer bırakmaz. Konuştuğu zaman çerçevesini çizer, köşeli konuşurdu. Düşüncelerindeki netliği, sadeliği konuşmasına yansıtıyordu. Böyle sevdik onu.

Boş laflar etmezdi. Ümraniye Katliamı'nda (96) şehit düşen yoldaşı Mecit'in deyimiyle "bedava, bedava konuşanlardan" değildi. Genellikle az ve öz ama inanarak konuşur, o inancı karşısındakine aşılamayı becerirdi.

Gönüllüler toplantısındaydık. Konumuz "hayallerimiz" üzerineydi sanırım. Ali Rıza cenazesinin nasıl olacağını, bu konuda düşündüğü şeyleri anlattı. Önce gülümseme ile başladım dinlemeye. Konuşmasını bitirdiğinde ise şaşkındım. Öyle üzerine düşünülmeden, bir çırpıda kurgulanıp anlatılan birşey değildi çünkü anlattıkları. O kadar ayrıntılı anlatıyordu ki; köyünü, gömülmek istediği yeri hiç görmemiş olsam da gözümün önüne getirebiliyordum. Gömülmek istediği yer bir tepeydi. Tepenin herhangi bir yeri değil, adım adım ölçmüş gibi tarif ediyordu. O tepeden neresi görünür, manzarasını özelliklerini, herşeyini düşünmüş- kurgulamış. "Hayır" diyor "tepenin o tarafı olmaz! Hem manzarası güzel değil, hem çok rüzgar alır, tepenin öteki tarafı olacak" Böyle anlatıyordu. O, sözlerini bitirdikten sonra sanırım herkes O'nun ya bu direnişin zaferini göreceğini ya da şehit düşeceğini biliyordu. Direnişe kilitlenmişti çünkü. Bunu çok iyi yansıtıyordu.

19 Aralık'a kadar geçen günler, yani süresiz açlık grevinin başlaması, Ölüm Orucu 1. Ekibi'nin açıklanması, Ali Rıza'nın bandını kuşanması ve artık günlerin sayılmaya başlanması... O'nun için bu süreci birkaç kelimeyle özetleyebiliriz belki: Dinginlik, huzur, güven, mutluluk...

19 Aralık: Kararlılık, cüret, kin, yine huzur, yine güven, yine dinginlik... Hiçbir hayal kırıklığı, hiçbir moral bozukluğu, hiçbir boşluk yaşamadı. Düşmanın sızabileceği hiçbir çatlak bırakmamıştı çünkü. Onca gözdağı, tehdit, işkence, ölüm Ali Rıza'da da kalın bir direnç duvarına çarptı.

Nasıl İstanbul'a ilk ayak bastığında kendisini yutmaya hazırlanan koca şehrin dişleri onu kesmediyse, zulüm demir ökçesi de o çelik leblebiyi ezmeyi başaramadı. Hepsi Ali Rıza'nın direnç duvarına çarpıp tuz-buz oldu.

Tecrit günleri böyle başladı. Acıları göğüsleyip ateşlerden geçerek, şehit yoldaşlarını yüreğine gömüp kinini büyüterek, işkenceleri yaşayıp hesabının sorulacağına inanarak, zafere daha bir sıkı kenetlenerek...

Tecrit yoksunluktur. En başta "insan" gelir yoksunluklukların. Ali Rıza özlemini, öfkesini, coşkusunu... tüm duygularını birlikte kaldığı iki yoldaşıyla paylaştı. Hasretini notlarla, mektuplarla gidermeye çalıştı.

F Tipi hapishaneler, -yapısı-işleyişi- koşullarıyla belirsizliklerle doluydu. Belirli olan birşey vardı sadece: Direniş. Ali Rıza iki ayı aşkın bir süre önce başladığı direnişini sürdürdü elbette ama bununla kalmadı. Koşullar her yanıyla zorlanmalı, direniş her hücrede, ilmek ilmek örülmeli, yaşatılmalı, büyütülmeliydi. Örgütledi, yönlendirdi, öğretti. Direnişi daha güçlü kılmak için ne yapması gerekiyorsa yaptı.

Direnişini sürdürdüğü hücrelerde birçok saldırıya maruz bırakıldı Ali Rıza. Kimi zaman alın bandını alabilmek için hücresini basıp saldırdılar, kimi zaman zorla revire götürerek müdahale etmeye, serum takmaya çalıştılar. Güçlüydü. Direncini bir an olsun kaybetmedi.

Hastaneye götürüp-getirdiler birçok kez. Sürekli zorla müdahale tehdidi altında tutuyorlardı O'nu. Bu dayatmalara rağmen Ali Rıza'nın pürüzsüz direnişi karşısında aciz kalıyorlardı. Yine hastaneden geri getirmek zorunda kaldıkları bir gün, O'nu yoldaşlarıyla birlikte kaldığı hücreye değil bir başka hücreye koydular. Bu kez siper yoldaşlarıyla birlikte kalıyordu. O'nun için değişen pek birşey olmadı. Direncini, umudunu aydınlığını çevresine yaymaya devam etti.

Devrimcilik bir yanıyla da iz bırakmaktır. Siz devrim mücadelesinde önünüzde yürüyenlerin izlerini takip edersiniz. İzlerin belirsizleştiği yerde derinleştirir, önünüze çıkan taşları ayıklar, ardınızdan gelenlere daha derin, silinip kaybolmayacak bir yol açmaya çabalarsınız. Böylece yolun silinip kaybolmamasından öte, her yeni yolcunun daha hızlı yol almasını sağlarsınız.

Ali Rıza geçtiği her yerde iz bırakmış, birlikte yürüdüğü herkesin gönlünde yer etmiş, etkilemiştir.

Ardarda şehitler verilmeye devam ediyor. O'nun yürüyüşü sürüyordu. Attığı her adımda izleri derinleştiriyordu. Ali Rıza'yı buradan tekrar hastaneye kaldırdılar ama izi kaldı. (Birlikte kaldığı siper arkadaşlarından biri, dahil olduğu siyasi yapı ölüm orucu direnişini bıraktıktan sonra bu politikayı eleştirerek direnişi sürdüren parti-cephe saflarına katıldı. Bunda Ali Rıza'nın yarattığı değerler tartışmasız derecede etkilidir.)

Ali Rıza hücrede, revirde, hastanede... kendi direnişinde boşluk bırakmamanın ötesinde, çevresindeki boşlukları da doldurmaya çaba sarfetti. Yol gösterdi. Örgüt oldu.

Son defa hastaneye kaldırıldığında müdahaleyi reddetmesine rağmen geri getirmediler hapishaneye. Direnişini burada devam ettirdi.

Ali Rıza'nın günleri ilerliyor, başında beyaz gömlekli cellatlar fırsat kolluyor, dört dönüyorlardı serumu takabilmek için. Bilinci açık olduğu sürece "tak serumu çıkar serumu" uygulamalarının O'na kar etmeyeceğini daha önce hastaneye kaldırığında kanıtlamıştı onlara. Kimi seferinde dişleriyle, kimi seferinde ayağını kullanarak serum hortumunu çıkardı- şişeyi yere düşürüp parçaladı. Velhasıl artık doktorlarda biliyordu O'na zorla müdahale yapmakla sonuç alamayacaklarını.

Ailesi onur, ahlak gibi insanı insan yapan değerleri çoktan ayaklar altına almış, sinsi tezgahlarını kurmuştu ona karşı. Başka ana-babalar evladı için ölümlere yatarken; onlar, kendileri için, halk için, idealleri için ölmeyi göze alan Ali Rıza'nın karşısında düşmandı şimdi. Ali Rıza'nın haberi yoktu bu planlardan. Haberi olsaydı tereddütsüzce kovardı yanından. O hala ailesine emek veriyor, konuşuyor- anlatıyor, onları direnişin yanında belli bir noktaya taşımaya çalışıyordu.

Kandırdılar Ali Rıza'yı. Aldattılar. Bilinci gel-gitler yaşamaya başladığında serum taktırıp, Ali Rıza'ya yalanlar söylediler.

Onlardan böyle bir alçaklığı beklemiyordu. Belki de tek hatası buydu.

Hapishaneye geri getirildiğinde aldatılmışlığına isyan etti. Ailesinin gerçekliğini, yapısını düşününce çok beklenmeyecek bir tavır değildi yaptıkları soysuzluk. Ama O yaşadığı toprağın insanına, değerlerine, geleneklerine güveniyordu. Ailesi bu güveni boşa çıkarttı ve aldattı Ali Rıza'yı. Aldatılan aldanan kimdi gerçekte? Bunu da Ali Rıza öğretti onlara. Onur bandını kuşandı yeniden ve devam etti direnişine.

Tekrar direnişe başladıktan kısa süre sonra oligarşinin müdahale ederek sakat bıraktığı gazileri serbest bırakarak uyguladığı "tahliye rüşveti" politikası gündeme geldi. O da serbest bırakıldı.

Dışarı çıktığında ailesinin diğer fertlerine uymadan, onurluca O'nu sahiplenen kardeşinin yardımıyla direnişine ara vermeden Armutlu'ya ulaştı.

Sonra...

Sonrasını, bu destan kahramanının son günlerini, canlı tanıklıklarla yazılan ve Boran Yayınevi tarafından yayınlanan "Yaşatmak İçin Öldüler" kitabından aktaralım.

 

***

 

Zehra'nın şehitliği hainin gözünü korkuturken aynı günlerde yeni yeni direnişçiler katıldı uzun yürüyüşe. Kuşatmalardan, işkencelerden, katliamlardan geçip geldiler. Kuşatılmış mahallenin yolunu tuttular. Üçer beşer geldiler. Onlar, iki yol ayrımındaki tercihlerini birincisinden yana yaptılar.

O ana kadar uğruna bedeller ödediği, acılar yokluklar yoksunluklar çektiği, güzelliklerini, mutluluklarını da yaşadığı değerlerine, düşüncelerine sırtını dönmeyenler direnişe koştu. Onlarla birlikte, ziyarete gelenlerin uğraması gereken bir direniş evi daha açıldı. Ferhat, Dursun Ali, Özkan, Hüseyin, Ali Rıza, Halil... Onur bayrağını ayaklar altından alıp yüceltme, kendilerini yeniden yaratma savaşıydı bu aynı zamanda. Sonraki günlerde onlara katılan Gülay, düşüpte yeniden ayağa kalkmanın, ihanetin sınırında kendine uzanan eli tutarak çıkıp kahramanlaşmanın timsali oldu. Hepsi eğri yürüyorlar, dengelerini sağlayamıyorlardı, konuşmaları zor anlaşılıyordu. Net olan birşey var, o da kafalarının içindekiler. Çok neşeli ve uyumlu bir grup olmuştu bu evde kalanlar. Hemen hepsi ailesiyle sorunlar yaşayarak geldi Armutlu'ya. Yine de peşlerini bırakmayanlar oldu. Ali Rıza'nın ailesi, son ana kadar Ali Rıza'yı kirletebilmek için ellerinden geleni yaptılar. Ali Rıza'nın eriyen bedenine, gidip gelen bilincinin zayıflamasına rağmen büyük bir güçle karşılarında durması sonucunda amaçlarına ulaşamadılar. Üstelik uzun hapislik yıllarında bir tek gün olsun görüşüne gitmeyen bir aileydi.

Bir gece Ali Rıza'yı direnişi sürdürdüğü evin kapısının önüne çağırmışlar. Evin sahipleri de, aileleridir, özel konuşmak istiyor olabilirler düşüncesiyle içeri girmişler. Ki, ailelerin geri yanları düşünüldüğünde, sonra ki günlerde bu tür zayıflıklara izin verilmedi. Direnişin iradesi ailelerin bencilliklerine, çocukları üzerinde mülkiyet hakkı iddialarına teslim edilemezdi. İşte o gün, Ali Rıza'nın küçücük kalmış bedenini kucakladıkları gibi arabaya attılar. Sonrası... Ali Rıza yolun ortasında yerlerde yuvarlanarak, gözleri yaşlar içinde geri döndü.

Polis buluyor, örgütlüyor ve gönderiyor aileleri direnişçilerin üzerine. Herşey direnişi kırmak, zayıflatmak için. Bunun için sadece Ali Rıza'nın değil, direnişi anlamayan tüm ailelerin kapılarını çaldılar. "Oğlunuzu, kızınızı kurtaralım" dediler. 19 Aralık'ta kurtardılardı ya! (Syf: 253-255)

(...)

 

... Arkasındaki egzozdan şimendifer gibi duman çıkaran, koyu yeşil panzerin ağır ağır ilerlediğini gördü. Son günlerde sık sık mahalle içine giriyor, sokak aralarında dolaşıyor taciz etmeye çalışıyorlar. Mahalle girişindeki abluka da öncekine göre sıkılaştı, gidip gelenlere ahiret soruları, detaylı aramalar dayatılmaya başlandı.

- Bu panzerde ablukanın sokağımıza yansıyan boyutu diye kendi kendine konuştu Fidan ve yere tükürerek girdi içeri.

- Panzer mandası geçiyor yine dedi, merakla bakan Sevgi'ye.

Sinirlendi Sevgi. Başını bir o yana bir bu yana sallayıp cık cık çekti.

- Ölümü öldürmeye mi gelmişler? Acizler!

Aynı sese mahalledeki diğer direniş evlerinde günlük faaliyetlerine dalmış olanlarda çıkıp bakmışlardı. Masanın üzerine yaydığı elektronik devreleri elindeki tornavidayla mıncıklayan Ali Rıza istifini bozmadı. Kendisine yardımcı olan Hakan yoldan geçenin bir polis panzeri olduğunu söylediğinde de herhangi bir belirti vermeden, önündeki işine devam etti. Bugün bu ikinci radyo tamiri. Artık evdeki bozuk musluk, teyp, radyo tamir için radyolar, teypler gelmeye başlamıştı. Elinde uğraştığı da Fadime'nin küçük el radyosuydu.

Ümraniye'de direnişe başladı Ali Rıza. Sonra F tiplerini yaşadı ve tahliye edildikten sonra da ihaneti elinin tersiyle iterek, tıpkı Bahri gibi ailesiyle de çatışarak geldi buraya. Üstelik abisi hastane odasındayken, O'nun bilincinin zayıf düşmesinden faydalanarak aldatmıştı. Kürttü. Kürt halkının acısını en derinden hisseder, hissettiklerini, Ahmet Arif'ten, Nazım'dan ve hapishaneden yoldaşı Ümit İlter'den okuduğu şiirlerle anlatırdı. Kendi halkının değerleri bilince çıkarmış, kürdün özgürlük tutkusuna vurulan prangalara öfke duyuyordu. "Milliyetçilikten, aşiretçilikten ne de çok çektin halkım" derken, halkının yüzlerce yıldır çektiği ihanet acılarını, kıyımları, katliamları, iliklerinde hissediyor Ali Rıza.

Teknik işlere yatkınlığının yanı sıra, direniş evlerinin bilgisayarları ile ilgili sorunlarında teknik danışmanı. Kendi çabasıyla öğrendiklerini öğretebilmek için yorgunum şuram ağrıyor demeden anlatır.

Elindeki tamir işine öyle bir dalmıştı ki, Sultan'ın birkaç dakikadır kendisini izlediğini farketmedi. Sultan'da ayaklarının ucuna basarak girmiş, sessizce, sabırla çalışan Ali Rıza'yı izlemeyi tercih etmişti. Her zamanki gibi oda düzenli, herşey yerli yerinde. Buraya yerleştiğinde ilk işi evin genel düzenliliği ve direnişin disiplini olduğunu bildiğinden Sultan içeri girdiğinde nasıl bir manzara ile karşılaşacağını artık biliyor. Boşvermişliğe, dağınıklığa yer yok Ali Rıza'nın yaşadığı yerde.

- Hoşgeldin sultan. Farketmedim geldiğini.

- Yok yok ben farkettirmedim. İtalya ve Almanya'dan iki ayrı heyet geldi, buraya da uğrayacaklar, haber vereyim dedim.

- Ben dillerini bilmem ki! Ama olsun ortak dilimiz var ya! Kalkıp taa oralardan geldiklerine göre, ilerici insanlardır, belki de sosyalist ha, ne dersin?

- Belki!

- Biz dünyanın her yerinde aynı dille konuşuyoruz Sultan, Filistin'de, Kolombiya'da, Nepal'de Türkiye'de, Kore'de, Vietnam'da. Dünyanın en geniş coğrafyasında konuşulan dil bizimki oldukça Amerikan halkları teslim alamaz. Biri biter direnişlerin ötekisi başlar. Zulüm vurdukça bağrımıza, sinemizden çıkan sesler yankılanır uzaklarda. Mesela şimdi Amerika beni teslim alabilir mi? En fazla öldürür. O zamanda teslim almış olmaz. Ölümü göze alan insanı yenebilecek, teslim alabilecek hiçbir silahları yok. Ben Ümraniye'de gördüm. Ellerinde her türlü silah vardı, ama bizi yenemediler. Katlettiler, vurdular, kırdılar, kurşunladılar ama yenildiler Sultan. Daha o gün yenildiler, daha o gün. Nerelere gittik yine. Neyse ben etrafı biraz toparlayım. Biz Türkiye devrimciliğinin aynasıyız. Aynamızda en küçük bir leke olmamalı. Herşey bu görkemli direnişe layık olmalı.

- Arkadaşlar yaparlar, sen yorulma...

- Olur mu, benim elim tutuyor, yatağa düşmedim hala. Senin işin vardır lafa tutmayım. (syf: 273, 274, 275)

 

İhanetlerden güç alıyor direniş mahallesini ablukaya alanlar. Çoktandır fırsat kolluyorlar saldırabilmek için. Tacizler, tehditler, mahalle halkına işbirliği teklifleri, yıldırma girişimleri birbirini izliyor. Hiçbirinden sonuç alamıyor ama boşdurmalarını ve kabullenmelerini beklemiyor direnişçiler. Saray odalarında halka, hakkını arayanlara karşı planlar yapan, provakasyon tezgahlarını yüzyıllar boyu işleten osmanlı'nın mirasını devralanların bugün de masa başlarında yeni planlar kurduklarından eminler. Kimbilir şimdi hangi döner koltukların önündeki büyükçe masalara küçük bir mahallenin haritası serilmiştir. Hangi puştun namlusuna yağlı kurşunlar sürülmeye hazır bekliyordur.

Bekledikleri fırsatı bu kez de Ali Rıza'nın ailesinin savcılığa verdiği dilekçe ile bulduklarını düşündüler. Direnişi kendi iradesi ile sürdürdüğünü belirten ifadesini, yürüyecek durumda olmamasına rağmen gidip kendisi verdi savcılığa. Ama onlarca devrimcinin katili polis şefinin hevesi bitmedi daha. Hukuk benden sorulur, savcı kim, mahkeme kim ki diyen polis şefi, ben kendim göreceğim Ali Rıza'yı diye tutturdu. Kanunsuzluğuna izin verilmeyince ablukayı daha da sıkılaştırdı. İstanbul'un ortasında bir gecekondu mahallesinde devlet-i alinin kanunlarının dahi hükümsüz kaldığı günler yaşanıyor. Kanunlarında, hiç kimsenin haksızlığa karşı direnme hakkı yok demiyor ama, onlar direnmeyecek diyor. (syf: 362)

 

... Ali Rıza uzatılan mikrofonu aldı. Kürsü olarak kullanılan yere gitmeyi tercih etti. Yavaş adımlarla "Kahramanlar Ölmez, Halk Yenilmez" pankartının önüne geldi.

- Tam 318 gündür biz konuşuyoruz. Biz tüm baskılara karşı hiçbir iradenin, hiçbir gücünün halkı, halkın içinden çıkan devrimcileri teslim alamayacağını gösteriyoruz. Umut taşıyoruz halka, hergün umudu büyütüyoruz... Dün Hülya Şimşek ablamız şehit düştüğünde anası, 'O benim yol göstericimdi' diyordu. biz anamızın, babamızın yol göstericileriyiz. Biz gerçek kurtuluşun nereden geçtiğini gösteriyoruz.

Bu direniş büyük bir direniş. Karşımızda yalnızca iktidar yok, aynı zamanda emperyalizm de var. Onlara karşı direniyoruz. Ablukalara rağmen, polis baskısına ve terörüne rağmen, sloganlarla geliyoruz. Sizlerle birlikte diz çöktüreceğiz, zaferi koparıp alacağız"

Ali Rıza alkış ve slognların coşkusu arasında yerine otururken, yoldaşlarına karşı görevini yerine getirmiş olmanın kıvancıyla başını hafif geriye çekerek vakurla baktı kendini izleyenlere... Ümüş ve Gülay'ın aralarında olmayışına üzüldü. (syf: 379, 380)

 

Gülay'ın vasiyetini yerine getiremediklerini Ali Rıza'ya anlatırken Sultan başını yerden kaldıramadı.

- Bakın benim ailemde benzer birşey yapabilir diye uyardı Ali Rıza. Üzüldüğünü belli etmek istemiyor, gerici aile yapısının doğal davranışları olduğunu anlatmaya çalışıyor Sultan'a.

- Sana bir şiir okuyayım mı?

sultan Ali Rıza'nın niyeti anladı. Zaten başka zamanlarda da onun şiir okumasından etkilenir, daha önce okuduğu ya da dinlediği şiirler bile olsa, daha başka duygulara alıp götürürdü. Ençok da Ahmet Arif'ten, Enver Gökçe'den, Nazım'dan okurdu. Son günlerde ise, Ümraniye'den yoldaşı olan Ümit İlter'in kitabı elinden düşmez olmuştu. Şiir okumadığında ise teypten Ruhi Su ya da Grup Yorum'un kaseti eksilmezdi. Anadolu insanını anlatan şiirler, Anadolu kokan türkülerle yaşıyordu Ali Rıza.

Ümit'in "Karanfil Halayı" isimli kitabını, komodinin üzerinden eğilip aldı. Sarı bir kağıt parçası yerleştirilmiş sayfayı açtı. Eli titredi hafiften. Karşısındaki ranzada yatan Ümit düştü aklına gözü seğirdi.. Bir yudum su ile boğazını temizledikten sonra okumaya başladı.

...

ben bu yürüyüşü tanıyorum

inan tanıyorum

Tanya da böyle yaklaşmıştı alman kampına

ne çok severiz Tanya'yı değil mi?

Tanya'larımızı

Olcay'ı, Perihan'ı, Fintöz'ü, Eda'yı

ne çok seversin savaş arkadaşlarımızı

Biliyorum artık karanfiller sende

ve bundandır karanfil sevmişliğimiz

Sevinçten deliye döndün, ay göz kırptı sana

aştın onları

atlattın

kandırdın

Hangi dağ aşılmaz

getirin kurtaralım yalnızlığından

Hangi zorba şişinir güçlüyüm diye

getirin ayna tutalım ona...

Bu topuklular acıtmıyor artık ayaklarını.

tırmanıp bir yıldızı öpebilir

zıp zıp zıplayabilirdin belki

en çokta gülümsüyordun

tadına vara vara anlatacaksın herşeyi.

yavaş yavaş

meraklandırarak dostları

ne kolay oldu

aştın karanlığın uşaklarını...

Sokak başları çevrilmiş

aramalar sıklaştırılmış

ne çıkar

biz yaşamın soluğundayız

aramalar, çevirmeler atlatılıyor işte

insan böyle zamanlarda mı sever

geceleri.

...

Sustu. Sultan şiirin devamını bekledi. Ali Rıza kitabı kapatıp komodinin üzerine özenle yerleştirmişti bile.

- Şimdilik bu kadar dedi, incecik boynunu azıcık ileri uzatarak. Gururla bakışına büründü yeniden uzakları izlerken.

Adıyaman'ın bir dağ köyünden Ali Rıza. Merttir, gururludur, namusludur. Kaçak tütünü pusulardan aşırıp getiren "Karo"nun torunudur. Asıl adı Hüseyindir dedesinin. sınır boylarında kolcularla, askerlerle çatışmalara girmiştir Karo. Namı yürümüştür dört bir yana. Adıyaman'ın dağı-taşı tanır olmuştur yıllar evvelden beri. Bundandır ki, Kavi aşiretinin yiğit devrimcisi Ali Rıza'yı köyde "Hasani Karo'nun oğlu Alo" diye ünlerler. Mertlikte yiğitlikte halkının değerlerini, geleneklerini korurken Ali Rıza, feodal yapının gerici yanlarını reddederek devrimcileşti. Feodal delikanlılık namuslu ve cüretli bir devrimci kişiliğe dönüştü. Feodal gurur "pişmanlık getir çık" tekliflerinde ifadesini bulan yerlerde sürünüşüne tanık oldu. Gülüp geçti. O'nun gururu devrimciliğiyle yoğrulup başeğmezlik oldu. Reddettiği gericilik peşine düştü, direnişten vazgeçirmeye çalıştı, onlara da direnerek geldi bugüne.

Sultan, şiiri neden yarım bıraktığını düşünerek çıktı evden. Yolda iş dönüşünün yorgunluğu yüzlerine yansıyan kadınlardan birini çevirip, ablukanın durumunu sordu. Yine yoğundu. Yine karanfillere el konulduğunu söyledi, evlere temizliğe giden kadın. (syf: 386-389)

 

Zeynep, mahalleyi ablukaya alanların arasından daha yeni firar etti. Ambulansın egzozundan çıkan duman daha genizleri yakıyor. Armutlu sokaklarından sloganların yankısı duyuluyor henüz. Barikatın eli sapanlı çocuklarından biri geliyor nefes nefese...

- Ali Rıza amca şehit düştü!..

Barikatçıların sloganlarını, direnievinin önünden yükselen slogan ve marşlar bastırıyor. Olsun, Ali Rıza bizi duyar, kavgası sürer, sevdası yürekten yüreğe taşınır diyorlar. Son sesleriyle bir daha haykırıyorlar.

"Kahramanlar ölmez, halk yenilmez"

Kadir'in gözü barikatın olduğu yerde Ali Rıza'nın gözyaşlarını arıyor. İşte tam burada yerlere yuvarlanmıştı diyor yanındaki barikat direnişçisine.

- Ailesi Ali Rıza abiyi direnişten vazgeçirmek için çok uğraştı. Olmayacağını anlayınca kaçırmaya kalkıştılar. O gelmeyeceğini, direnişini sonuna kadar sürdüreceğini anlatıyordu. Yürümekte zorluk çekiyordu. Ailesi bir fırsatını bulup kucaklarına alarak kaçırmaya başladılar. O, abisinin kucağında bas bas bağırıyordu, düşün yakamdan diye. Biz ailesini ikna etmeye çalışıyoruz, ama yok. Hiç kulaklarımdan gitmiyor, bize dönüp "bırakmayın beni" diye bağırması. Nasıl olduysa yolun ortasında yuvarlanmaya başladı. Çok seviyoruz oğlumuzu diyorlardı. Bir deri bir kemik kalmış oğullarının yerlerde sürüklenmesine aldırmadılar. Tam şurada yuvarlandı. Ayağa kalkamadı. İlk kez ağladığını gördüm. Çok zoruna gitmişti. Uzun zaman bu olayı her anışta gözleri yaşardı. Sakinliğiyle, mütevaziliğiyle ve bilgece konuşmalarıyla buradaki herkes O'ndan mutlaka birşeyler öğrendi.

- Benim şansım yokmuş, tanıyamadım dedi yanındaki genç barikatçı...

Yerinde duramıyor Ali Rıza.

- Herşey bir nokta hedef: Canım, diyor durmadan. Bilinci gidip geliyor dünden beri. Artık sabahları herkesten önce kalkıp, bahçeye çıkamıyor. Çayını yudumlayamıyor gökyüzünün denizle birleştiği noktaya gözlerini dikerek. Kendine ait olan tek zamanını, sabah keyfini yapamıyordu artık. İşe gidenler önünden geçerken, saygıyla toparlanıp selamlıyorlar üç gündür. Direnişçiler dünkü toplantılarında O'nun işlere yardımcı olmak için sunduğu önerilerden, sorunların çözümüne katkısından yararlanamadılar. Alınan kararlara saygısına tanık olamadılar. Reşit'i hainleşmenin eşiğindeyken dahi eğitmeye, öğretmeye çalışan sesi duyulmuyor;

- Genç arkadaşlara anlayışla yaklaşmalıyız, saygılı olmalıyız. İşleri yoğun, onlara daha çok destek olmalıyız. Öğretici ve eğitici olmalıyız. Kimseye bağırıp çağırıp hakaret etmeye hakkımız yok, onların fedakar ve emekçi yanlarına saygılı olmalıyız. Ölüm orucu savaşçısı olmanın layıkıyla hareket etmeliyiz. Ufak tefek şeylere takılmak yerine direnişe kilitlenmeliyiz.

Bu gece iyice ağırlaştı.

Tek kişilik bir odada, kırmızı tişörtünü giymiş hedefini nişanlıyor Ali Rıza da. Kaç gündür susan Ali Rıza ağırlaşınca konuşmaya başlıyor. Bilinci bulanık, gidip geliyor, ama herkesi ismiyle tanıyor, ismiyle seslenip konuşuyor. Bilinci açık halde ölümü yenmeye koşullamış kendini. Müthiş bir irade sergiliyor. 343 gündür oluduğu gibi. Direnişin gücüyle eşit O'nun açlık günleri. Zeynep gibi Ümraniye'nin birinci Ölüm Orucu ekibinden.

Sayıklıyor, bilinci altına yerleşen, iz yapan benliğini kaplayan ne varsa...

- Herşey kırmızı, herşey parti-cephe... Adalet... Ahmet İbili... canım herşey bir nokta mıdır? Herşey bir noktadan ibaret... Son noktadan ibaret... Son nokta nedir? Canım.

Odadakilerle tek tek konuşuyor gibi sayıklıyor Ali Rıza. Emekçiliğini sevdiği Hakan'ın eli Ali Rıza'nın yüzünde geziniyor. Başı dik, sağa sola düşmüyor. Hayatını izliyor başı. Göğsünün üzerindeki ellerini tempo tutup bağırarak, neşeyle konuşuyor. Söyledikleri ve sorulanlara verdikleri cevaplar öyle mantıklı ki; bir an bilincinin direnişini anlayamıyor odadakiler. Sadece normal olmayan bir durumun endişesi yüreklerini sızlatıyor.

Hakan ellerini tutuyor, öpüyor öpüyor. O bırakmak istemiyor elini. Hakan öptükçe O sevgisini ciğerlerine doldurmak ister gibi derin derin nefes alıyor, iç geçiriyor. Gözlerini açıyor, Hakan'ın gözlerinin ta içine bakıyor. Alnından ter damlacıkları gözkapaklarına iniyor.

- Haydi kapat gözlerini silelim diyor Hakan.

Kapatıyor.

- Beni seviyor musunuz?

Odadakiler birbirine bakıyor. Şaşırıyorlar soruya. Sultan ve Hakan aynı anda cevaplıyor Ali Rıza'yı.

- Senin bizi sevdiğin kadar, ölecek kadar, ölecek kadar.

Gülümsüyor Ali Rıza

Beş dakika önce yol yoldaşı Zeynep'in şehit düştüğünü duyabilse, hissedebilse sayıklamasında da gülebilirmiydi hiç...

Sesi kısılmaya başlıyor. Ama dudakları durmuyor, direniyor teslim olmuyor.

Kulaklar eğiliyor ne dediğini anlamak için.

Teypten Ruhi Su'nun tok sesi geliyor. Öylesine büyük bir haz duyuyor ki, parmaklarıyla ritim tutuyor, gözlerini kapatıp dinginleşiyor.

- Şiir okuyalım mı, diyor Hakan. Şiiri çok sevdiğini biliyor.

- Evet evet... diyor. mırıltılı sesi yetmiyor başını sallayarak teyit ediyor.

Sultan "Karanfil Halayı"nı alıyor eline. okumaya başlamadan kitabın arkasındaki resmi yaklaştırıyor gözüne.

- Bak bu kim?

 Gözlerini kısarak, tüm dikkatini toplayarak resme baktı. Birden resmin olduğu o küçücük kareyi parmakları ile sevmeye başladı.

- Ümit. ümit İlter, Ümit güzel insan dedi okşarken. Kitabı öyle bir kavradı ki neredeyse yırtacak. Tuttu bırakmıyor. Sultan kırk dil döküyor kitabı alıp O'na en sevdiği şiiri okuyabilmek için.

Bütün şiirleri tek tek okuyor Sultan. Her şiirden sonra sordu.

- Devam edeyim mi?

Şiir gibi yaşayan, türküler gibi mert ve yanlışsız olan Ali Rıza ölümü de şiirler, türkülerle karşılıyor. Gün ışığında kitapta artık okunacak şiir kalmıyor. Ara ara yine kavganın şiirini yazanın adını sayıklıyor.

Zeynep'in cenaze töreninin sloganları geliyor uzaktan. Ali Rıza anlatmayı sürdürüyor.

- Ben tecritte yaşayamayacağım. Düşüncelerimi değiştirmek için işkenceler yapmanıza izin vermeyeceğim. Yoldaşlarımı seviyorum. Onlarla birlikte yaşayacağım, ekmeğimi bölüşeceğim... Herşey kırmızı, herşey sarı. Her yer her şey kırmızı olsun... Ben gidiyorum, haydi gel al alabiliyorsan düşüncelerimi...

- Söz veriyoruz sana, her yer kızıl olacak. Düşüncelerimiz iktidar olacak, söz veriyoruz sana Ali Rıza. Seninle gurur duyuyoruz.

Gülümsüyor Fidan'ın söyledikerine. Sayıklaması dinmiyor.

- Ahmet İbili Müfrezesi Ölüm Orucu savaşçısı Ali Rıza. Parti-Cephe'li Ali Rıza. Komutan Ahmet İbili, Komutan Ali Rıza KURT... Mitralyöz İdil...

- Uzun yolculuğa, yoldaşlarına kavuşmaya, ölümü yenmeye hazır mısın diyor Selim.

- Evet hazırım, huzurluyum. Kahraman yoldaşlarım... Gülsüman abla, Şenay, Hülya abla... Çok seviyorum... Adalet, özgürlük, aydınlık, ışık, umut Parti-Cephe, Mahir...

Odadakiler büyülenmiş bir sessizlik içinde duygular denizinde, inancın böylesine tanık olmanın gururunda dalgalanıp duruyor. Saatlerdir tanık oldukları her kareyi beyinlerine yerleştirmek istiyorlar.

Hakan, sakalını, saçlarını, bıyıklarını tarayıp düzeltti, sabah temizliğini yapıyor. Dudakları saatlerdir konuşmaktan kurumuş. Kaşıkta su veriyor Sultan. İçtikçe bir daha bir daha... Sultan elini saçlarına götürüyor.

- Terlemiş. Yeni silmiştim yüzünü...

Sultan daha sözünü bitirmeden Ali Rıza'dan birden ter boşalıveriyor. Hakan eliyle vücudunu yokluyor, iç çamaşırına kadar terden sırılsıklam. Bir saniye içinde yaşanıyor herşey. Silip kuruluyor. Yeniden elini tutuyor. Hakan'ın elini bırakmak istemiyor. Sanki can havliyle sıkıyor elini.

Nefes alışverişleri düzensizleşiyor. Hırıltıya döndü. Son kez bütün yoldaşları, direnişçiler gelip alnından öpüp vedalaştılar. Ruhi Su hala türkülerini söylüyor Ali Rıza için.

Son kez kara gözlerini irice açtı, acıyla karışık olanca güzelliğiyle yoldaşlarına baktı. Başını hafifçe yana yatırıp derinden bir nefes alıp verdi.

...

Törenlerde, anmalarda şiir okur gibi huzurla ölümsüzleşti Ali Rıza. Görevini yerine getirmenin mutluluğu yüzünde takılı kaldı.

"Her şey kırmızı-sarı..."

Katafalkı tepeden tırnağa sarı ve kırmızıyla hazırlanıyor. Sarı satenlerle, en koyusundan kırmızı satenlerle katafalka yerleştiriliyor. Üzerir karanfillerle bezeniyor. Ruhi Su, Ali Rıza omuzlara alınana kadar türküler söylemeyi sürdürüyor. Ali Rıza uyur gibi, dinliyor türküleri.

"Benim kabem insandır... Hele nenni dost nenni...

Kuranda kurtaranda insan oğlu insandır..."

Megafonlar mahalle içinde Ali Rıza'nın şehit düştüğünü haber veriyor.

"Onlar 343 gündür açtılar. Ali Rıza Demir'de bugün Zeynep Arıkan'ın ardından şehit düştü. Siz sokağa çıkmazsanız daha çok ölecekler siz susarsanız daha çok ölecekler..."

Akşam abluka daha da yoğunlaşıyor, bütün giriş çıkışlar tutulu. Altıyüz kişi toplanıyor, kapının önünde. Selim, evin önünde toplananlara, Ali Rıza'nın ölüm orucu gönüllüsü olduğu yazısından, bandını taktığında yaptığı konuşmalarından bölümler okuyor. Evin önü kalabalıklaştıkça sesler yükseliyor. Derin bir sessizlik içinde her söz bilinçlere,yüreklere sesleniyor. Selim gür sesiyle okumayı sürdürüyor:

- "Oligarşi ve emperyalizme kafa tutacağız. Bu savaşta yer almak, bu savaşın en önünde olmak. Bana büyük bir mutluluk ve haz veriyor, verecek. Sınıflar savaşının bu kesitinde asli unsur olarak yer almak çok güzel birşey..."

"Sizi seviyoruz Türkiye halkları. Sizden güç alıyoruz. Sizin için ölüme yürüyoruz. Size herşey layık. Canımız, kanımız size feda olsun. Sizin için herşeyi ama herşeyi yapacak kadar fütursuz ve pervasızız...

Zaferi taarruzumuza başlarken kazandık.

Kürt halkı! Ateşin ve güneşin çocukları! Uslanmaz, boyuneğmez halk. Her daim savaşan, savaşçı halk. Yenilgilerden, kahredici ihanetlerden yılmadan, yeniden ayağa kalkan, kahramanlıklar yaratan halk!.. Senin parçan, senin ciğerin, senin gözbebeklerin direnirken, sen susamazsın. Sen kanını dökenle barışamazsın. Teslim olamazsın."

Duyan geliyor direniş evinin önüne. barikattakiler kahrediyorlar orada olamadıkları için. Sultan, her gelişinde yüreklerine doldurduğu cesaretle ve özgüvenle, "direnişçilerin güvenliği sizin elinizde, kendi canınız gibi koruyacaksınız" demeseydi, dururlar mıydı şimdi. Yüzlerce insanın arasına karışıp marşlar söylemezler miydi...

Kıpkızıl bir güneş gibi doğuyor kapıda bekleyenlerin üzerine Ali Rıza. Meşalelerin aydınlattığı karanfiller arasında bir tek yüzü görünüyor. Taşıyan omuzlar güçlü. Eller çalışarak nasırlaşır, bilekler güçlenirmiş, onların omuzları şehitleri taşıya taşıya güçlenir. Sokaklar öfkeyle sarsılıyor. Yollar aydınlanıyor. Armutlu en görkemli yürüyüşlerden birini yaşıyor. Barikatlarda elden ele gidiyor Ali Rıza. Üçüncü barikatta duruyor. Bir bayan sesi avazı çıktığı kadar bağıra bağıra bir şiir okuyor. Ali Rıza'nın yanında.

(...)

Gör nasıl yeniden yaratılırım/ Namuslu, genç, ellerinle./ Kızlarım/ oğullarım var gelecekte/ Herbiri vazgeçilmez cihan parçası./ Kaç bin yıllık hasretimin koncası./ Gözlerinden,/ Gözlerinden öperim./ Bir umudum sende./ Anlıyor musun?"

(...)

Sabah yeniden omuzlara alınıyor Ali Rıza.

Kadınlar, genç-yaşlı erkekler, törene katılan herkes son kez kızıl yıldızlı bandından öpüyor. Gözyaşlarıyla yıkanıyor alın bandı. Öyle güzel ki, hiç ölmüş buz gibi bir beden öpe koklaya sevilir mi?

Ama yüzlerce insan O'nu öpe koklaya seviyor. Dört yaşında bir çocuk annesinin eteğinden çekiştiriyor.

- Ben de öpeceğim...

Kucağına alıyor annesi, uzatıyor tertemiz alnına dudaklarını. Devrimciliğin, saflığı, çocuk saflığıyla buluşuyor.

Köyiçi'ne kadar omuzlarda sloganlarla taşınıyor Ali Rıza. Ailesi yüzünden, ambulansa konulurken geride kalanların yüreğinde bir ukde kalıyor. Yalnız bindiriliyor ambulansa.

Sloganlar zılgıtlar alkışlar hiç kesilmiyor.

Barikattakiler bağırıp zafer işareti yapıyor.

- Yalnız değilsin Ali Rıza, yolun açık olsun... Seni zaferden sonra alacağız...

Kalabalığın içinden iki küçük çocuk, ambulans hareket ettiğinde ağlayarak bağırmaya başlıyorlar körpe sesleriyle:

- Ali Rıza amca seni zaferden sonra alacağız...

Biraz ileride ailesinin izniyle polisler ambulansı durdurup içine biniyor ve uzaklaşıyor.

Günler sonra geliyor köyünden haber. Bin kişi katılıyor cenazesine. Kız kardeşi uğruna öldüğü bayrağını göğsüne yerleştiriyor. Ali Rıza'nın reddettiği korucu akrabaları, aşiretlerinin yüz karaları kardeşinin üzerine yürüyor. Bin kişinin içinden birden yükselen "Katil Devlet" haykırışına engel olamıyorlar. (syf: 447-457)

 

Geri