Ali
Riza DEMİR'i Yakınları,
Yoldaşları Anlatıyor:
Ümraniye'den Yoldaşları Anlatıyor:
"Kime ez?
Kurde serfiraz
Dıjmine dijmin
Doste aştix waz
Ez x weş miravim
Ne hirç Ü hovim!
Le çibkim
be şer
Dıjmin naçi
der.
Bav ü kale min
Dijin tev
serbest,
Naxwazim bijim
Ta ebed bindest
Kime ez?"
Cigerxwin
"Kimim ben?
Onurlu Kürdüm
Düşmanın düşmanı
Barışseverlerin dostuyum
Uygar insanım
Ne ilkelim, ne de yabani!..
Ne yapsam savaşsız olmuyor
Düşman memleketimden çıkmıyor.
Benim atalarım
Hep özgür yaşadılar
Köle olmak istemiyorum
Sonsuza değin!..
Kimim ben?"
Kürsü de şiir okuyan adam gururla başını kaldırıp,
bakışlarıyla dolaştı salonun içinde.
Az önce direnişin onur bandını kuşanmış, andını
içmişti. Şimdi kürsüde direnişini anlatıyor. Anadolu halkını, özelde Kürt
halkını kurtuluşun yoluna, devrime çağırıyordu. Ana dili Kürtçeyle konuştuğunda
akıcı cümleleri salondaki kitlenin üzerinde bir şiir etkisi yaratıyor kulakları
okşuyordu.
Ne gazeteciler vardı salonda, ne de televizyon
kameraları, ama O söylediği her sözün, yaptığı her çağrının Anadolu halklarına
ulaştığını, Türkiye devriminin gelişiminde karşılığını bulacağını çok iyi
biliyordu. Gözlerinde ışık, sesindeki güven, duruşundaki asalet anlatıyordu
bunu.
30 gündür açtı. Buna rağmen herhangi bir yorgunluk belirtisi,
sesinde en küçük bir kırılma, bitkinlik yoktu. Aksine, o tarihi anın coşkusu
onu daha bir kabına sığmaz kılıyor, kalbinin gün güm atışıyla alev alev yanıyordu gözleri. Sanki birazdan elinde tuttuğu pimi
çekilmiş bombayı halk düşmanlarının üzerine savurup, belinden çektiği silahıyla
mermi yağdıracak gibi duruyordu. Evet pimi çekilmiş
bir bomba vardı sahiden; Yüreği...
Biraz seyrelmiş saçları, otuz gündür kesmediği
sakalı belki olduğundan biraz daha yaşlıymış gibi gösteriyordu konuşurken. Açık
tenli, kumral Kürt yiğidi, sol yumruğunu havaya kaldırarak önderini ve
partisini selamladı. Önünde duran kürsüden uzaklaştığında -biraz da otuz gündür
aç oluşu nedeniyle zayıfladığından- daha bir uzun boylu göründü yoldaşlarına. Selvi dalı gibi yukarıya kalkan iki kolu daha bir güçlüydü
sanki o anlamlı işareti yaparken.
Bundan yüzlerce-binlerce yıl önce, eski zamanlarda,
insanları siyasetçiler, sanatçılar ve savaşçılar olarak ayırırlarmış.
Devrimciler genelde bu özelliklerin üçünü de kişiliklerinde taşırlar. Kimi
zaman biri, biraz daha önce çıkar, kimi zaman diğeri. O, sanatçıdır ve
siyasetçidir de, ama en çok savaşçıdır.
Bir eski zaman muharebesini gözünüzün önüne getirin.
Hınca hınç bir vuruşmanın sürdüğü cenk meydanında O, tüm niteliklerini
bileğinde, kılıcında toplayarak düşmanlarını yara yara
ilerleyen, vurduğunu düşüren, darbe aldığında ah-vah etmeden bunu göğüsleyen
bir eski zaman savaşçısı gibidir.
O'nu şiir okurken görebilirsiniz, ya da bir
toplantıda siyaset konuşurken... Ama en çok savaşçıdır gene. Şiir okurken de
siyasi konuşmalar yaparken de savaşçıdır.
Savaşçı olmak temel niteliklerin çok dışında şeyler
istemez. İnanç, cesaret, fedakarlık... Daha
sayabileceğimiz birçok şey esas olarak donanımlı bir savaşçının temel
nitelikleridir aynı zamanda. Bu böyledir ama sadelik hiçbir zaman bir savaşçıyı
küçültmez. Aksine verdiği savaşın doğruluğu ve haklılığıyla bütünleştiğinde bu
nitelikler onu çok onurlu bir noktaya taşır. O, verdiği devrimci savaşı
kavrayan, mücadelenin kendisinden beklediği herşeyi
ona sunmaya çaba gösteren, bu uğurda canını dahi esirgemeyen bir savaşçıdır.
Savaşçı, savaşı ete kemiğe büründüren, onun harcına
kendi kanını katan kişidir.
O Ali Rıza'dır.
Size O'nu anlatacağım.
Ali Rıza kürsüde o konuşmayı yaparken okuduğu Kürtçe
şiirde "Kimim ben?" diyordu. O bunu söylerken konferans salonundaki
onlarca kişi O'nu düşünüyordu "kimdir" diye. Belki birçoğu ilk kez
dinliyordu O'nu.
Son bir iki sene içinde tutuklanan kişiler O'nun
ölüm orucu direnişçisi olacağını öğrenmeden önce, onların pek dikkatini
çekmemiştir Ali Rıza. "Görünmez Adam"lardan biridir. Görenler de ya
sporda görmüşlerdir, ya güreş turnuvasında. İstese de öyle uzun uzun sohbetler edecek vakti olmamıştır. Çalışma arkadaşı
değilseniz, çok çok yemekte ya da koridordan geçerken
görebilirsiniz ancak.
Ölüm orucu direnişçisi olduğunda tüm hapishane
kitlesi tanıdı O'nu. Ama O'nun yaşantısı 2000 yılında başlamadı elbet. Öncesi
vardı.
9 Kasım 1973 Adıyaman- Merkez'e bağlı Gökçay (Karikan) köyünde doğdu
Ali Rıza. Çiftçilik yapan, tütün üreticisi Kürt-Alevi bir ailenin çocuğu olan
Ali Rıza, ilkokulu bitirdikten sonra sınavla kazandığı Yatılı Bölge Okulu'na Malatya'da
başladı.
Kürdistan bölgesinde "eğitimi yaygınlaştırmak"
söylemiyle kurulan Yatılı Bölge Okulları, esas olarak küçük yaştaki çocukları
kültürel olarak ailesinden kopararak Kürt kimliğini yoketmeyi
ezmeyi amaçlıyordu. Ali Rıza bunu yaşayarak öğrendi.
Yatılı okulda okurken müdür odasındaki telefonu
kullanarak haftada bir kez ailesiyle görüşebiliyordu. Türkçe bilmeyen annesiyle
Kürtçe konuştuğu için okul müdürü önce telefonu kapatır, daha sonra da döver
Ali Rıza'yı. "Ceberrut Devlet" ile ilk
olarak yaşadığı bu baskılar nedeniyle tanışır. Kendini de böyle böyle tanımaya başladı Ali Rıza. Karşılaştığı baskılara
karşı koyabileceğini öğrendi. Başını dik tuttu hep.
Liseyi bitirdiğinde yeni bir dünyanın kapıları
açılıyordu Ali Rıza'nın önünde. Üniversite sınavında gösterdiği başarı açmıştı
bu kapıyı.
Tutunamayanı yutan, yokeden,
ezen bir şehirdi bu "taşı toprağı altın" dedikleri şehir. Bununla birlikte
kavgaya gönül verip bir büyük sevdayla sokaklarını adımlayanları da kucaklar,
baş tacı ederdi ama.
İstanbul'un hükmü geçmez Ali Rıza'ya, dişi kesmez.
Ana dilini kendisine unutturmaya çalışanlara inat, kimliğine sahip çıkmış
yeniden öğrenmişti. Direnmeyi de, yeri geldiğinde kavgaya tutuşmasını da
biliyordu çünkü. Onun için ezilmedi koca şehrin karmaşasında.
O yıl Amerikan piçleri
bombalar yağdırıyordu Irak halkının üstüne.
O yılda zorbalığa karşı direnenler vardı kavganın
başkentinde. Gün oluyor caniler-halk düşmanları cezalandırılıyor, gün oluyor
birçok emperyalist-faşist odakta halkın adaleti bomba olup patlıyordu.
İstanbul'a ayak bastığında böyle bir şehir karşıladı
O'nu.
Üniversiteye girdiği yıl tanıştı Dev-Genç'le.
Dev-Genç'liydi artık. Kısa bir süre legal alanda mücadele verdikten sonra
illegale çekildi.
Polis Ali Rıza'yı mimleyemeden O illegalde
faaliyetlere başladığından rahat çalışma olanağı buldu bu alanda. Okulda asılan
her pankarta onun da emeği geçti. Uzun zaman faaliyet yürüttü.
Tutsak düştüğünde silahlı bir birimde görevliydi.
Tutuklandıktan sonra bir süre Bayrampaşa
Hapishanesi'nde kalan Ali Rıza, 95 yılında, yapılan direnişin kazanılması
sonrasında Ümraniye Hapishanesi'ne sevk oldu.
Daha hapishane kapısında başlayan işkence ve saldırılar
koğuşlarda da sistematik olarak devam etti. İrili ufaklı birçok irade
çatışmasının ardından 13 Aralık saldırısı gerçekleşti. Direnişle püskürtülen
katiller 4 Ocak 96'da yeniden geldi. Kanla boyandı koğuş duvarları, Mecit, Rıza, Gültekin, Orhan ölümsüzleşirken
Ali Rıza ağır yaralı olarak hastaneye kaldırıldı.
Ümraniye katliamından yaklaşık 6 ay sonra büyük bir
direniş daha başladı. 1996 Mayıs ayında süresiz açlık greviyle başlayan direniş
45. günde ölüm orucuna dönüştü. Birinci Ölüm Orucu ekiplerinin açıklanmasından
kısa bir süre sonra Ali Rıza ikinci ekip direnişçilerin arasında bandını
kuşandı. Ve direnişin 69. günü yoldaşlarıyla birlikte zafer halayını çekti.
Ali Rıza direnişlerle varolup,
onlarla büyüdü güçlendi. Taa müdür odasında yediği
ilk tokada kadar dayanır bunun geçmişi. Savaşçı kişiliğiyle Ümraniye Hapishanesi'nde
yaşanan bütün direnişlerin içinde oldu. İnancını, tecrübe-birikimini büyüttü.
Her sabah spora çıkıyordu. Doğrusu şu ki zaman zaman yoğun temponun onu çok yorduğu, sandalye üstünde uyukladığı
da oluyordu. Yorucu tempo elbetteki salt sporla
ilgili değildi. Ali Rıza aynı uğraşa emek veren dar bir ekibin içinde tünel
kazıyordu. Hergün spora çıkmasının da bir yanı
fiziksel anlamda diri-dinç kalma isteğiyse, bir diğer yanı da hiç değilse bu
şekilde biraz kitlenin içerisinde olup, yürüttüğü tünel faaliyeti ve diğer
çalışmalar nedeniyle "nerede bu adam" merakının önüne geçmekti.
Tünel faaliyeti hapishanede mutlak gizlilik isteyen,
dosta, düşmana da kesinlikle renk verilmemesi gereken bir faaliyettir. O'ndan
beklenenlerin, uyması gereken kuralların Ali Rıza'yı esasında fazla zorladığı
söylenemez. Çünkü bu niteliklerin hepsine, verdiği savaşın içinde sahip olmuş,
hep daha iyisi için çabalamıştı Ali Rıza. Halkının sahip olduğu değerleri ve
gelenekleri mücadelenin gerekleri, savaşın katı kurallarıyla yoğurdu O.
Savaşın kuralları o savaş içinde ortaya çıkar,
somutlanır, uygulanır. Bir savaşçı için kurallar vazgeçilmezdi. Kuralların gözardı edildiği noktada başarısızlık ve yıkım, dahası
katliamlar meydana gelir. Ali Rıza'da yaşayarak, tanık olarak, okuyarak
öğrenmişti bunları. Ve özümsemiş, bütünleşmişti onlarla. Disiplini tüm
yaşamına, yatışından- kalkışına uygulayan, benliğinde yaşatan bir yapısı vardı.
Saatinde yatar, saaatinde kalkar; belli bir saatte
bir yerde olması gerekiyorsa, ne olursa olsun orada olur. Yorgun, uykusuz,
meşgul vs. bunlar önemli değildir onun için. "Orada olunacaktır" olur.
İşini tam yapar.
Herhangi bir konuda savsaklamaya ne kendisi için
tahammül eder, ne de bir başkası için. Eleştirir, kızar. Bu yanıyla taviz
vermez. Liberal davranmaz. Otoriterdir. Kesinlikle uyumsuz, aksi vs. değildir
ama.
Ali Rıza'nın kullandığı bir elektronik daktilo
vardır. On parmak daktilo kullanıyordu. Kısa süreli bir program dahilinde bize daktilo kullanmasını öğretmesi gerekiyordu.
Ali Rıza okullarda okutulan iki farklı daktilo dersi
kitabından da faydalanarak küçük bir broşür hazırladı. İşine özeni, verdiği
önem, altı üstü 10-15 gün sürecek bir daktilo çalışmasına böyle yansımıştı.
Çalışmalar başladığında katılması gereken
yoldaşlarımızdan düzenli gelmeyenlerin olduğunu gördü. Oysa daha başından
koymuştu kuralları. Tekrar uyardı ve bir daha gelmeyen olursa gruptan
çıkaracağını söyledi. Zaten 6-7 kişilik dar bir gruptuk. Söylediğini yaptı ve
düzenli gelmeyenleri çalışmadan çıkardı. Çalışmadan çıkarılanlar yönetici
yoldaşlarımızdandı ama O karşısındaki insanın konumuna göre değil tutumuna göre
veriyordu kararını.
Elektronik eşyalara, özel olarak ilgisi bulunmakla
birlikte, aslında kullandığı her şeye karşı devrimci bir merak taşırdı.
Daktiloyu sadece kullanmakla yetinebilecek birisi değildi mesela. Söker, içine
bakar, kurcalar, inceler, her yanıyla tanımak isterdi. Ve bunun çok da
faydasını gördü. Bozulunca tamir edebiliyordu böylece.
Elinize silah verildiğinde onu kullanıyorsanız,
gerekli bakımını yapıyorsanız, gereğini yerine getirmiş olursunuz belki ama
eğer onu söküp, inceleyip, iyice tanıyorsanız, bir yeri bozulduğunda ne
yapabileceğiniz, nasıl yapabileceğiniz konusunda kafa yoruyorsanız, en ince
ayrıntılarına kadar vakıf olmaya çalışıyorsanız, işte o zaman Ali Rıza gibi
nitelikli bir bakış açısını yakalamış olursunuz. Güzel olanı da böyledir. O'nun
bu özelliği birçok yoldaşına örnek gösterilir.
O'nu tanıyanlar ilkten soğuk, uzak vs.
değerlendirmeler yapabilir. Yanılırlar. Tanıdıklarında o görüntünün biraz
mizacından kaynaklandığını görür, ince esprilerini yaptıktan sonra patlattığı
kahkahayı duyduktan sonra eski önyargılarını bir kenara bırakır ve O'nun
yoldaşlığını doyasıya yaşarlar. Tanımamız gerekir bunun için.
Doğrudur. Ali Rıza savaşçı doğasının getirdiği bir
özellik olarak birçok şeye ak-kara mantığıyla bakar. Arası yoktur onun için.
Var mısın- yok musun, iyidir ya da kötüdür. Ara renkler ona göre değildir
özcesi. Bu özellikleriyle dışarıdan bakıldığında sol-sekter, ucuz keskinlik
yapan biri sanılabilir. Değildir. Derinliğine bakıldığında onun ak-kara
mantığıyla yaklaştığı konulara gerçekten öyle bakmak gerektiği kabul
edilecektir. Birçok zaman olur ki balta gibi düz ve keskin olmak gerekir.
Pisliği kökünden koparıp atmak gerekir. En küçük pürüze yer verilmemelidir.
Bunu da savaşarak öğrenmiştir Ali Rıza. Yoksa incelikten yoksun olduğu için
falan değildir bu özelliği. Yerli yerinde olması gerektiği gibidir.
Hemen hemen her zaman
sakin ve soğukkanlıdır. Coşkusu da hüznü de ölçülüdür. Duygularını da disipline
etmiştir çünkü. Aşırılığın- abartının zamanla tehlikeli birer hastalığa-zaafiyete dönüştüğünü bilir. Sevgisi sarıp sarmalar, kini
yakar-yıkar. Böyledir Ali Rıza, ama ölçülüdür hep.
Tanıştığınızda ilk anda hemen çarpan, etkileyen,
sizde hayranlık yaratacak bir insan değildir. O'nunla
paylaştıkça, O'nun yaşamını gözlemledikçe öğrenirsiniz, seversiniz, saygı
duyarsınız. Böyle etkiler sizi. Yavaş yavaş işler
içinize.
2000 yılının başlarında yapılan ilk ölüm orucu
gönüllüleri toplantısında O da vardı. Gözlerinde bir ışık, yüzünde
belli-belirsiz bir tebessüm... gururluydu. Daha ilk
toplantıda o ekibin içinde yer alacağına gönülden inanıyordu belli ki.
Devam eden aylar, özlediği sıcak yoldaş sohbetlerini
doya doya yaptı. Dinledi, konuştu-anlattı paylaştı.
Hapishanede, aynı hapishanede insan birbirini özler
mi? Özler. Ali Rıza uzun zaman tünel faaliyeti içerisinde bulundu. Geri kalan
vaktinde büyük bölümü daktilo başında geçiyordu. Ayaküstü sohbetleri saymazsak
çalışma arkadaşları dışında kalan diğer yoldaşlarıyla sohbete uzak kaldı biraz.
Özledi.
İşte bu toplantılar, çalışma araları, özlediği
şeyler için bulunmaz fırsattı. Birçok kişi onu gerçek anlamda bu toplantılarda,
sohbetlerde tanıdı. Ağız dolusu güler, sözünü sakınmadan dobra dobra konuşurdu. Öyle muğlaklıklara
pek yer bırakmaz. Konuştuğu zaman çerçevesini çizer, köşeli konuşurdu. Düşüncelerindeki
netliği, sadeliği konuşmasına yansıtıyordu. Böyle sevdik onu.
Boş laflar etmezdi. Ümraniye Katliamı'nda (96) şehit
düşen yoldaşı Mecit'in deyimiyle "bedava, bedava
konuşanlardan" değildi. Genellikle az ve öz ama inanarak konuşur, o inancı
karşısındakine aşılamayı becerirdi.
Gönüllüler toplantısındaydık. Konumuz
"hayallerimiz" üzerineydi sanırım. Ali Rıza cenazesinin nasıl
olacağını, bu konuda düşündüğü şeyleri anlattı. Önce gülümseme ile başladım
dinlemeye. Konuşmasını bitirdiğinde ise şaşkındım. Öyle üzerine düşünülmeden,
bir çırpıda kurgulanıp anlatılan birşey değildi çünkü
anlattıkları. O kadar ayrıntılı anlatıyordu ki; köyünü, gömülmek istediği yeri
hiç görmemiş olsam da gözümün önüne getirebiliyordum. Gömülmek istediği yer bir
tepeydi. Tepenin herhangi bir yeri değil, adım adım
ölçmüş gibi tarif ediyordu. O tepeden neresi görünür, manzarasını
özelliklerini, herşeyini düşünmüş- kurgulamış. "Hayır"
diyor "tepenin o tarafı olmaz! Hem manzarası güzel değil, hem çok rüzgar alır, tepenin öteki tarafı olacak" Böyle
anlatıyordu. O, sözlerini bitirdikten sonra sanırım herkes O'nun ya bu
direnişin zaferini göreceğini ya da şehit düşeceğini biliyordu. Direnişe kilitlenmişti
çünkü. Bunu çok iyi yansıtıyordu.
19 Aralık'a kadar geçen günler, yani süresiz açlık
grevinin başlaması, Ölüm Orucu 1. Ekibi'nin açıklanması, Ali Rıza'nın bandını
kuşanması ve artık günlerin sayılmaya başlanması... O'nun için bu süreci birkaç
kelimeyle özetleyebiliriz belki: Dinginlik, huzur, güven, mutluluk...
19 Aralık: Kararlılık, cüret, kin, yine huzur, yine
güven, yine dinginlik... Hiçbir hayal kırıklığı, hiçbir moral bozukluğu, hiçbir
boşluk yaşamadı. Düşmanın sızabileceği hiçbir çatlak bırakmamıştı çünkü. Onca
gözdağı, tehdit, işkence, ölüm Ali Rıza'da da kalın bir direnç duvarına çarptı.
Nasıl İstanbul'a ilk ayak bastığında kendisini
yutmaya hazırlanan koca şehrin dişleri onu kesmediyse, zulüm demir ökçesi de o
çelik leblebiyi ezmeyi başaramadı. Hepsi Ali Rıza'nın direnç duvarına çarpıp
tuz-buz oldu.
Tecrit günleri böyle başladı. Acıları göğüsleyip
ateşlerden geçerek, şehit yoldaşlarını yüreğine gömüp kinini büyüterek,
işkenceleri yaşayıp hesabının sorulacağına inanarak, zafere daha bir sıkı kenetlenerek...
Tecrit yoksunluktur. En başta "insan" gelir
yoksunluklukların. Ali Rıza özlemini, öfkesini, coşkusunu...
tüm duygularını birlikte kaldığı iki yoldaşıyla
paylaştı. Hasretini notlarla, mektuplarla gidermeye çalıştı.
F Tipi hapishaneler, -yapısı-işleyişi- koşullarıyla
belirsizliklerle doluydu. Belirli olan birşey vardı
sadece: Direniş. Ali Rıza iki ayı aşkın bir süre önce başladığı direnişini
sürdürdü elbette ama bununla kalmadı. Koşullar her yanıyla zorlanmalı, direniş
her hücrede, ilmek ilmek örülmeli, yaşatılmalı, büyütülmeliydi.
Örgütledi, yönlendirdi, öğretti. Direnişi daha güçlü kılmak için ne yapması gerekiyorsa
yaptı.
Direnişini sürdürdüğü hücrelerde birçok saldırıya
maruz bırakıldı Ali Rıza. Kimi zaman alın bandını alabilmek için hücresini
basıp saldırdılar, kimi zaman zorla revire götürerek müdahale etmeye, serum
takmaya çalıştılar. Güçlüydü. Direncini bir an olsun kaybetmedi.
Hastaneye götürüp-getirdiler birçok kez. Sürekli
zorla müdahale tehdidi altında tutuyorlardı O'nu. Bu dayatmalara rağmen Ali
Rıza'nın pürüzsüz direnişi karşısında aciz kalıyorlardı. Yine hastaneden geri
getirmek zorunda kaldıkları bir gün, O'nu yoldaşlarıyla birlikte kaldığı
hücreye değil bir başka hücreye koydular. Bu kez siper yoldaşlarıyla birlikte
kalıyordu. O'nun için değişen pek birşey olmadı.
Direncini, umudunu aydınlığını çevresine yaymaya devam etti.
Devrimcilik bir yanıyla da iz bırakmaktır. Siz
devrim mücadelesinde önünüzde yürüyenlerin izlerini takip edersiniz. İzlerin
belirsizleştiği yerde derinleştirir, önünüze çıkan taşları ayıklar, ardınızdan
gelenlere daha derin, silinip kaybolmayacak bir yol açmaya çabalarsınız.
Böylece yolun silinip kaybolmamasından öte, her yeni yolcunun daha hızlı yol
almasını sağlarsınız.
Ali Rıza geçtiği her yerde iz bırakmış, birlikte
yürüdüğü herkesin gönlünde yer etmiş, etkilemiştir.
Ardarda şehitler verilmeye devam
ediyor. O'nun yürüyüşü sürüyordu. Attığı her adımda izleri derinleştiriyordu.
Ali Rıza'yı buradan tekrar hastaneye kaldırdılar ama izi kaldı. (Birlikte
kaldığı siper arkadaşlarından biri, dahil olduğu
siyasi yapı ölüm orucu direnişini bıraktıktan sonra bu politikayı eleştirerek
direnişi sürdüren parti-cephe saflarına katıldı. Bunda Ali Rıza'nın yarattığı
değerler tartışmasız derecede etkilidir.)
Ali Rıza hücrede, revirde, hastanede... kendi direnişinde boşluk bırakmamanın ötesinde, çevresindeki
boşlukları da doldurmaya çaba sarfetti. Yol gösterdi.
Örgüt oldu.
Son defa hastaneye kaldırıldığında müdahaleyi
reddetmesine rağmen geri getirmediler hapishaneye. Direnişini burada devam
ettirdi.
Ali Rıza'nın günleri ilerliyor, başında beyaz
gömlekli cellatlar fırsat kolluyor, dört dönüyorlardı
serumu takabilmek için. Bilinci açık olduğu sürece "tak serumu çıkar serumu"
uygulamalarının O'na kar etmeyeceğini daha önce hastaneye kaldırığında
kanıtlamıştı onlara. Kimi seferinde dişleriyle, kimi seferinde ayağını
kullanarak serum hortumunu çıkardı- şişeyi yere düşürüp parçaladı. Velhasıl
artık doktorlarda biliyordu O'na zorla müdahale yapmakla sonuç alamayacaklarını.
Ailesi onur, ahlak gibi insanı insan yapan değerleri
çoktan ayaklar altına almış, sinsi tezgahlarını
kurmuştu ona karşı. Başka ana-babalar evladı için ölümlere yatarken; onlar,
kendileri için, halk için, idealleri için ölmeyi göze alan Ali Rıza'nın
karşısında düşmandı şimdi. Ali Rıza'nın haberi yoktu bu planlardan. Haberi
olsaydı tereddütsüzce kovardı yanından. O hala ailesine emek veriyor, konuşuyor-
anlatıyor, onları direnişin yanında belli bir noktaya taşımaya çalışıyordu.
Kandırdılar Ali Rıza'yı. Aldattılar. Bilinci gel-gitler yaşamaya başladığında serum taktırıp, Ali Rıza'ya
yalanlar söylediler.
Onlardan böyle bir alçaklığı beklemiyordu. Belki de
tek hatası buydu.
Hapishaneye geri getirildiğinde aldatılmışlığına
isyan etti. Ailesinin gerçekliğini, yapısını düşününce çok beklenmeyecek bir
tavır değildi yaptıkları soysuzluk. Ama O yaşadığı toprağın insanına, değerlerine,
geleneklerine güveniyordu. Ailesi bu güveni boşa çıkarttı ve aldattı Ali
Rıza'yı. Aldatılan aldanan kimdi gerçekte? Bunu da Ali Rıza öğretti onlara.
Onur bandını kuşandı yeniden ve devam etti direnişine.
Tekrar direnişe başladıktan kısa süre sonra
oligarşinin müdahale ederek sakat bıraktığı gazileri serbest bırakarak
uyguladığı "tahliye rüşveti" politikası gündeme geldi. O da serbest
bırakıldı.
Dışarı çıktığında ailesinin diğer fertlerine
uymadan, onurluca O'nu sahiplenen kardeşinin yardımıyla direnişine ara vermeden
Armutlu'ya ulaştı.
Sonra...
Sonrasını, bu destan kahramanının son günlerini,
canlı tanıklıklarla yazılan ve Boran Yayınevi tarafından yayınlanan "Yaşatmak İçin Öldüler" kitabından
aktaralım.
***
Zehra'nın şehitliği hainin gözünü korkuturken aynı
günlerde yeni yeni direnişçiler katıldı uzun yürüyüşe.
Kuşatmalardan, işkencelerden, katliamlardan geçip geldiler. Kuşatılmış
mahallenin yolunu tuttular. Üçer beşer geldiler. Onlar, iki yol ayrımındaki
tercihlerini birincisinden yana yaptılar.
O ana kadar uğruna bedeller ödediği, acılar
yokluklar yoksunluklar çektiği, güzelliklerini, mutluluklarını da yaşadığı
değerlerine, düşüncelerine sırtını dönmeyenler direnişe koştu. Onlarla birlikte,
ziyarete gelenlerin uğraması gereken bir direniş evi daha açıldı. Ferhat,
Dursun Ali, Özkan, Hüseyin, Ali Rıza, Halil... Onur bayrağını ayaklar altından
alıp yüceltme, kendilerini yeniden yaratma savaşıydı bu aynı zamanda. Sonraki
günlerde onlara katılan Gülay, düşüpte yeniden ayağa
kalkmanın, ihanetin sınırında kendine uzanan eli tutarak çıkıp kahramanlaşmanın
timsali oldu. Hepsi eğri yürüyorlar, dengelerini sağlayamıyorlardı, konuşmaları
zor anlaşılıyordu. Net olan birşey var, o da kafalarının
içindekiler. Çok neşeli ve uyumlu bir grup olmuştu bu evde kalanlar. Hemen
hepsi ailesiyle sorunlar yaşayarak geldi Armutlu'ya.
Yine de peşlerini bırakmayanlar oldu. Ali Rıza'nın ailesi, son ana kadar Ali
Rıza'yı kirletebilmek için ellerinden geleni yaptılar. Ali Rıza'nın eriyen
bedenine, gidip gelen bilincinin zayıflamasına rağmen büyük bir güçle
karşılarında durması sonucunda amaçlarına ulaşamadılar. Üstelik uzun hapislik
yıllarında bir tek gün olsun görüşüne gitmeyen bir aileydi.
Bir gece Ali Rıza'yı direnişi sürdürdüğü evin
kapısının önüne çağırmışlar. Evin sahipleri de, aileleridir, özel konuşmak
istiyor olabilirler düşüncesiyle içeri girmişler. Ki, ailelerin geri yanları
düşünüldüğünde, sonra ki günlerde bu tür zayıflıklara izin verilmedi. Direnişin
iradesi ailelerin bencilliklerine, çocukları üzerinde mülkiyet hakkı
iddialarına teslim edilemezdi. İşte o gün, Ali Rıza'nın küçücük kalmış bedenini
kucakladıkları gibi arabaya attılar. Sonrası... Ali Rıza yolun ortasında
yerlerde yuvarlanarak, gözleri yaşlar içinde geri döndü.
Polis buluyor, örgütlüyor ve gönderiyor aileleri
direnişçilerin üzerine. Herşey direnişi kırmak,
zayıflatmak için. Bunun için sadece Ali Rıza'nın değil, direnişi anlamayan tüm
ailelerin kapılarını çaldılar. "Oğlunuzu, kızınızı kurtaralım" dediler.
19 Aralık'ta kurtardılardı ya! (Syf: 253-255)
(...)
... Arkasındaki egzozdan şimendifer gibi duman
çıkaran, koyu yeşil panzerin ağır ağır ilerlediğini
gördü. Son günlerde sık sık mahalle içine giriyor, sokak
aralarında dolaşıyor taciz etmeye çalışıyorlar. Mahalle girişindeki abluka da öncekine
göre sıkılaştı, gidip gelenlere ahiret soruları,
detaylı aramalar dayatılmaya başlandı.
- Bu panzerde ablukanın sokağımıza yansıyan boyutu
diye kendi kendine konuştu Fidan ve yere tükürerek girdi içeri.
- Panzer mandası geçiyor yine dedi, merakla bakan
Sevgi'ye.
Sinirlendi Sevgi. Başını bir o yana bir bu yana
sallayıp cık cık çekti.
- Ölümü öldürmeye mi gelmişler? Acizler!
Aynı sese mahalledeki diğer direniş evlerinde günlük
faaliyetlerine dalmış olanlarda çıkıp bakmışlardı. Masanın üzerine yaydığı
elektronik devreleri elindeki tornavidayla mıncıklayan Ali Rıza istifini
bozmadı. Kendisine yardımcı olan Hakan yoldan geçenin bir polis panzeri
olduğunu söylediğinde de herhangi bir belirti vermeden, önündeki işine devam
etti. Bugün bu ikinci radyo tamiri. Artık evdeki bozuk
musluk, teyp, radyo tamir için radyolar, teypler gelmeye başlamıştı. Elinde uğraştığı
da Fadime'nin küçük el radyosuydu.
Ümraniye'de direnişe başladı Ali Rıza. Sonra F
tiplerini yaşadı ve tahliye edildikten sonra da ihaneti elinin tersiyle iterek,
tıpkı Bahri gibi ailesiyle de çatışarak geldi buraya. Üstelik abisi hastane
odasındayken, O'nun bilincinin zayıf düşmesinden faydalanarak aldatmıştı. Kürttü. Kürt halkının acısını en derinden hisseder,
hissettiklerini, Ahmet Arif'ten, Nazım'dan ve hapishaneden yoldaşı Ümit
İlter'den okuduğu şiirlerle anlatırdı. Kendi halkının değerleri bilince
çıkarmış, kürdün özgürlük tutkusuna vurulan prangalara öfke duyuyordu. "Milliyetçilikten,
aşiretçilikten ne de çok çektin halkım" derken, halkının yüzlerce yıldır
çektiği ihanet acılarını, kıyımları, katliamları, iliklerinde hissediyor Ali
Rıza.
Teknik işlere yatkınlığının yanı sıra, direniş
evlerinin bilgisayarları ile ilgili sorunlarında teknik danışmanı. Kendi
çabasıyla öğrendiklerini öğretebilmek için yorgunum şuram ağrıyor demeden anlatır.
Elindeki tamir işine öyle bir dalmıştı ki, Sultan'ın
birkaç dakikadır kendisini izlediğini farketmedi.
Sultan'da ayaklarının ucuna basarak girmiş, sessizce, sabırla çalışan Ali
Rıza'yı izlemeyi tercih etmişti. Her zamanki gibi oda düzenli, herşey yerli yerinde. Buraya yerleştiğinde ilk işi evin
genel düzenliliği ve direnişin disiplini olduğunu bildiğinden Sultan içeri
girdiğinde nasıl bir manzara ile karşılaşacağını artık biliyor. Boşvermişliğe, dağınıklığa yer yok Ali Rıza'nın yaşadığı
yerde.
- Hoşgeldin sultan. Farketmedim geldiğini.
- Yok yok
ben farkettirmedim. İtalya ve Almanya'dan iki ayrı
heyet geldi, buraya da uğrayacaklar, haber vereyim dedim.
- Ben dillerini bilmem ki! Ama olsun ortak dilimiz
var ya! Kalkıp taa oralardan geldiklerine göre,
ilerici insanlardır, belki de sosyalist ha, ne dersin?
- Belki!
- Biz dünyanın her yerinde aynı dille konuşuyoruz
Sultan, Filistin'de, Kolombiya'da, Nepal'de Türkiye'de,
Kore'de, Vietnam'da. Dünyanın en geniş coğrafyasında konuşulan dil bizimki
oldukça Amerikan halkları teslim alamaz. Biri biter direnişlerin ötekisi başlar.
Zulüm vurdukça bağrımıza, sinemizden çıkan sesler yankılanır uzaklarda. Mesela
şimdi Amerika beni teslim alabilir mi? En fazla öldürür. O zamanda teslim almış
olmaz. Ölümü göze alan insanı yenebilecek, teslim alabilecek hiçbir silahları
yok. Ben Ümraniye'de gördüm. Ellerinde her türlü silah vardı, ama bizi
yenemediler. Katlettiler, vurdular, kırdılar, kurşunladılar ama yenildiler
Sultan. Daha o gün yenildiler, daha o gün. Nerelere gittik yine. Neyse ben
etrafı biraz toparlayım. Biz Türkiye devrimciliğinin
aynasıyız. Aynamızda en küçük bir leke olmamalı. Herşey
bu görkemli direnişe layık olmalı.
- Arkadaşlar yaparlar, sen yorulma...
- Olur mu, benim elim
tutuyor, yatağa düşmedim hala. Senin işin vardır lafa tutmayım. (syf: 273, 274, 275)
İhanetlerden güç alıyor direniş mahallesini ablukaya
alanlar. Çoktandır fırsat kolluyorlar saldırabilmek için. Tacizler, tehditler,
mahalle halkına işbirliği teklifleri, yıldırma girişimleri birbirini izliyor.
Hiçbirinden sonuç alamıyor ama boşdurmalarını ve
kabullenmelerini beklemiyor direnişçiler. Saray odalarında halka, hakkını
arayanlara karşı planlar yapan, provakasyon tezgahlarını yüzyıllar boyu işleten osmanlı'nın
mirasını devralanların bugün de masa başlarında yeni planlar kurduklarından
eminler. Kimbilir şimdi hangi döner koltukların
önündeki büyükçe masalara küçük bir mahallenin haritası serilmiştir. Hangi puştun namlusuna yağlı kurşunlar sürülmeye hazır
bekliyordur.
Bekledikleri fırsatı bu kez de Ali Rıza'nın
ailesinin savcılığa verdiği dilekçe ile bulduklarını düşündüler. Direnişi kendi
iradesi ile sürdürdüğünü belirten ifadesini, yürüyecek durumda olmamasına
rağmen gidip kendisi verdi savcılığa. Ama onlarca devrimcinin katili polis
şefinin hevesi bitmedi daha. Hukuk benden sorulur, savcı kim, mahkeme kim ki
diyen polis şefi, ben kendim göreceğim Ali Rıza'yı diye tutturdu.
Kanunsuzluğuna izin verilmeyince ablukayı daha da sıkılaştırdı. İstanbul'un ortasında
bir gecekondu mahallesinde devlet-i alinin kanunlarının
dahi hükümsüz kaldığı günler yaşanıyor. Kanunlarında, hiç kimsenin haksızlığa
karşı direnme hakkı yok demiyor ama, onlar
direnmeyecek diyor. (syf: 362)
... Ali Rıza uzatılan mikrofonu aldı. Kürsü olarak
kullanılan yere gitmeyi tercih etti. Yavaş adımlarla "Kahramanlar Ölmez,
Halk Yenilmez" pankartının önüne geldi.
- Tam 318 gündür biz konuşuyoruz. Biz tüm baskılara
karşı hiçbir iradenin, hiçbir gücünün halkı, halkın içinden çıkan devrimcileri
teslim alamayacağını gösteriyoruz. Umut taşıyoruz halka, hergün
umudu büyütüyoruz... Dün Hülya Şimşek ablamız şehit düştüğünde anası, 'O benim
yol göstericimdi' diyordu. biz anamızın, babamızın yol
göstericileriyiz. Biz gerçek kurtuluşun nereden geçtiğini gösteriyoruz.
Bu direniş büyük bir direniş. Karşımızda yalnızca
iktidar yok, aynı zamanda emperyalizm de var. Onlara karşı direniyoruz.
Ablukalara rağmen, polis baskısına ve terörüne rağmen, sloganlarla geliyoruz.
Sizlerle birlikte diz çöktüreceğiz, zaferi koparıp alacağız"
Ali Rıza alkış ve slognların
coşkusu arasında yerine otururken, yoldaşlarına karşı görevini yerine getirmiş
olmanın kıvancıyla başını hafif geriye çekerek vakurla baktı kendini
izleyenlere... Ümüş ve Gülay'ın aralarında olmayışına
üzüldü. (syf: 379, 380)
Gülay'ın vasiyetini yerine getiremediklerini Ali
Rıza'ya anlatırken Sultan başını yerden kaldıramadı.
- Bakın benim ailemde benzer birşey
yapabilir diye uyardı Ali Rıza. Üzüldüğünü belli etmek istemiyor, gerici aile
yapısının doğal davranışları olduğunu anlatmaya çalışıyor Sultan'a.
- Sana bir şiir okuyayım mı?
sultan Ali Rıza'nın niyeti
anladı. Zaten başka zamanlarda da onun şiir okumasından etkilenir, daha önce
okuduğu ya da dinlediği şiirler bile olsa, daha başka duygulara alıp götürürdü.
Ençok da Ahmet Arif'ten, Enver Gökçe'den, Nazım'dan
okurdu. Son günlerde ise, Ümraniye'den yoldaşı olan Ümit İlter'in kitabı
elinden düşmez olmuştu. Şiir okumadığında ise teypten Ruhi Su ya da Grup Yorum'un
kaseti eksilmezdi. Anadolu insanını anlatan şiirler, Anadolu kokan türkülerle
yaşıyordu Ali Rıza.
Ümit'in "Karanfil Halayı" isimli kitabını,
komodinin üzerinden eğilip aldı. Sarı bir kağıt
parçası yerleştirilmiş sayfayı açtı. Eli titredi hafiften. Karşısındaki ranzada
yatan Ümit düştü aklına gözü seğirdi.. Bir yudum su
ile boğazını temizledikten sonra okumaya başladı.
...
ben bu yürüyüşü tanıyorum
inan tanıyorum
Tanya da böyle yaklaşmıştı alman
kampına
ne çok severiz Tanya'yı
değil mi?
Tanya'larımızı
Olcay'ı, Perihan'ı, Fintöz'ü,
Eda'yı
ne çok seversin savaş
arkadaşlarımızı
Biliyorum artık karanfiller sende
ve bundandır karanfil sevmişliğimiz
Sevinçten deliye döndün, ay göz kırptı sana
aştın onları
atlattın
kandırdın
Hangi dağ aşılmaz
getirin kurtaralım
yalnızlığından
Hangi zorba şişinir güçlüyüm diye
getirin ayna tutalım ona...
Bu topuklular acıtmıyor artık ayaklarını.
tırmanıp bir yıldızı öpebilir
zıp zıp
zıplayabilirdin belki
en çokta gülümsüyordun
tadına vara vara
anlatacaksın herşeyi.
yavaş yavaş
meraklandırarak dostları
ne kolay oldu
aştın karanlığın uşaklarını...
Sokak başları çevrilmiş
aramalar sıklaştırılmış
ne çıkar
biz yaşamın soluğundayız
aramalar, çevirmeler atlatılıyor
işte
insan böyle zamanlarda mı sever
geceleri.
...
Sustu. Sultan şiirin devamını bekledi. Ali Rıza
kitabı kapatıp komodinin üzerine özenle yerleştirmişti bile.
- Şimdilik bu kadar dedi, incecik boynunu azıcık
ileri uzatarak. Gururla bakışına büründü yeniden uzakları izlerken.
Adıyaman'ın bir dağ köyünden Ali
Rıza. Merttir,
gururludur, namusludur. Kaçak tütünü pusulardan aşırıp getiren "Karo"nun
torunudur. Asıl adı Hüseyindir dedesinin. sınır boylarında kolcularla, askerlerle çatışmalara girmiştir
Karo. Namı yürümüştür dört bir yana. Adıyaman'ın dağı-taşı tanır olmuştur
yıllar evvelden beri. Bundandır ki, Kavi aşiretinin yiğit devrimcisi Ali
Rıza'yı köyde "Hasani Karo'nun oğlu Alo"
diye ünlerler. Mertlikte yiğitlikte halkının değerlerini, geleneklerini
korurken Ali Rıza, feodal yapının gerici yanlarını reddederek devrimcileşti.
Feodal delikanlılık namuslu ve cüretli bir devrimci kişiliğe dönüştü. Feodal
gurur "pişmanlık getir çık" tekliflerinde ifadesini bulan yerlerde
sürünüşüne tanık oldu. Gülüp geçti. O'nun gururu devrimciliğiyle yoğrulup başeğmezlik oldu. Reddettiği gericilik peşine düştü,
direnişten vazgeçirmeye çalıştı, onlara da direnerek geldi bugüne.
Sultan, şiiri neden yarım bıraktığını düşünerek
çıktı evden. Yolda iş dönüşünün yorgunluğu yüzlerine yansıyan kadınlardan
birini çevirip, ablukanın durumunu sordu. Yine yoğundu. Yine karanfillere el
konulduğunu söyledi, evlere temizliğe giden kadın. (syf:
386-389)
Zeynep, mahalleyi ablukaya alanların arasından daha
yeni firar etti. Ambulansın egzozundan çıkan duman daha genizleri yakıyor.
Armutlu sokaklarından sloganların yankısı duyuluyor henüz. Barikatın eli
sapanlı çocuklarından biri geliyor nefes nefese...
- Ali Rıza amca şehit düştü!..
Barikatçıların sloganlarını, direnievinin
önünden yükselen slogan ve marşlar bastırıyor. Olsun, Ali Rıza bizi duyar,
kavgası sürer, sevdası yürekten yüreğe taşınır diyorlar. Son sesleriyle bir
daha haykırıyorlar.
"Kahramanlar ölmez, halk yenilmez"
Kadir'in gözü barikatın olduğu yerde Ali Rıza'nın
gözyaşlarını arıyor. İşte tam burada yerlere yuvarlanmıştı diyor yanındaki
barikat direnişçisine.
- Ailesi Ali Rıza abiyi
direnişten vazgeçirmek için çok uğraştı. Olmayacağını anlayınca kaçırmaya
kalkıştılar. O gelmeyeceğini, direnişini sonuna kadar sürdüreceğini
anlatıyordu. Yürümekte zorluk çekiyordu. Ailesi bir fırsatını bulup kucaklarına
alarak kaçırmaya başladılar. O, abisinin kucağında bas bas
bağırıyordu, düşün yakamdan diye. Biz ailesini ikna etmeye çalışıyoruz, ama
yok. Hiç kulaklarımdan gitmiyor, bize dönüp "bırakmayın beni" diye
bağırması. Nasıl olduysa yolun ortasında yuvarlanmaya başladı. Çok seviyoruz
oğlumuzu diyorlardı. Bir deri bir kemik kalmış oğullarının yerlerde sürüklenmesine
aldırmadılar. Tam şurada yuvarlandı. Ayağa kalkamadı. İlk kez ağladığını
gördüm. Çok zoruna gitmişti. Uzun zaman bu olayı her anışta gözleri yaşardı. Sakinliğiyle,
mütevaziliğiyle ve bilgece konuşmalarıyla buradaki herkes
O'ndan mutlaka birşeyler öğrendi.
- Benim şansım yokmuş, tanıyamadım dedi yanındaki
genç barikatçı...
Yerinde duramıyor Ali Rıza.
- Herşey bir nokta hedef:
Canım, diyor durmadan. Bilinci gidip geliyor dünden beri. Artık sabahları
herkesten önce kalkıp, bahçeye çıkamıyor. Çayını yudumlayamıyor gökyüzünün
denizle birleştiği noktaya gözlerini dikerek. Kendine ait olan tek zamanını,
sabah keyfini yapamıyordu artık. İşe gidenler önünden geçerken, saygıyla
toparlanıp selamlıyorlar üç gündür. Direnişçiler dünkü toplantılarında O'nun
işlere yardımcı olmak için sunduğu önerilerden, sorunların çözümüne katkısından
yararlanamadılar. Alınan kararlara saygısına tanık olamadılar. Reşit'i
hainleşmenin eşiğindeyken dahi eğitmeye, öğretmeye çalışan sesi duyulmuyor;
- Genç arkadaşlara anlayışla yaklaşmalıyız, saygılı
olmalıyız. İşleri yoğun, onlara daha çok destek olmalıyız. Öğretici ve eğitici
olmalıyız. Kimseye bağırıp çağırıp hakaret etmeye hakkımız yok, onların fedakar ve emekçi yanlarına saygılı olmalıyız. Ölüm orucu
savaşçısı olmanın layıkıyla hareket etmeliyiz. Ufak tefek şeylere takılmak
yerine direnişe kilitlenmeliyiz.
Bu gece iyice ağırlaştı.
Tek kişilik bir odada, kırmızı tişörtünü giymiş
hedefini nişanlıyor Ali Rıza da. Kaç gündür susan Ali Rıza ağırlaşınca
konuşmaya başlıyor. Bilinci bulanık, gidip geliyor, ama herkesi ismiyle
tanıyor, ismiyle seslenip konuşuyor. Bilinci açık halde ölümü yenmeye
koşullamış kendini. Müthiş bir irade sergiliyor. 343 gündür oluduğu
gibi. Direnişin gücüyle eşit O'nun açlık günleri. Zeynep gibi
Ümraniye'nin birinci Ölüm Orucu ekibinden.
Sayıklıyor, bilinci altına yerleşen, iz yapan
benliğini kaplayan ne varsa...
- Herşey kırmızı, herşey parti-cephe... Adalet... Ahmet İbili...
canım herşey bir nokta
mıdır? Herşey bir noktadan ibaret... Son noktadan
ibaret... Son nokta nedir? Canım.
Odadakilerle tek tek
konuşuyor gibi sayıklıyor Ali Rıza. Emekçiliğini sevdiği Hakan'ın eli Ali Rıza'nın
yüzünde geziniyor. Başı dik, sağa sola düşmüyor. Hayatını izliyor başı.
Göğsünün üzerindeki ellerini tempo tutup bağırarak, neşeyle konuşuyor.
Söyledikleri ve sorulanlara verdikleri cevaplar öyle mantıklı ki; bir an
bilincinin direnişini anlayamıyor odadakiler. Sadece normal olmayan bir durumun
endişesi yüreklerini sızlatıyor.
Hakan ellerini tutuyor, öpüyor öpüyor.
O bırakmak istemiyor elini. Hakan öptükçe O sevgisini ciğerlerine doldurmak
ister gibi derin derin nefes alıyor, iç geçiriyor.
Gözlerini açıyor, Hakan'ın gözlerinin ta içine bakıyor. Alnından ter
damlacıkları gözkapaklarına iniyor.
- Haydi kapat gözlerini
silelim diyor Hakan.
Kapatıyor.
- Beni seviyor musunuz?
Odadakiler birbirine bakıyor. Şaşırıyorlar soruya.
Sultan ve Hakan aynı anda cevaplıyor Ali Rıza'yı.
- Senin bizi sevdiğin kadar, ölecek kadar, ölecek
kadar.
Gülümsüyor Ali Rıza
Beş dakika önce yol yoldaşı Zeynep'in şehit
düştüğünü duyabilse, hissedebilse sayıklamasında da gülebilirmiydi
hiç...
Sesi kısılmaya başlıyor. Ama dudakları durmuyor,
direniyor teslim olmuyor.
Kulaklar eğiliyor ne dediğini anlamak için.
Teypten Ruhi Su'nun tok
sesi geliyor. Öylesine büyük bir haz duyuyor ki, parmaklarıyla ritim tutuyor,
gözlerini kapatıp dinginleşiyor.
- Şiir okuyalım mı, diyor Hakan. Şiiri çok sevdiğini
biliyor.
- Evet evet... diyor. mırıltılı sesi yetmiyor
başını sallayarak teyit ediyor.
Sultan "Karanfil Halayı"nı alıyor eline. okumaya başlamadan kitabın arkasındaki resmi yaklaştırıyor
gözüne.
- Bak bu kim?
Gözlerini
kısarak, tüm dikkatini toplayarak resme baktı. Birden resmin olduğu o küçücük
kareyi parmakları ile sevmeye başladı.
- Ümit. ümit İlter, Ümit
güzel insan dedi okşarken. Kitabı öyle bir kavradı ki neredeyse yırtacak. Tuttu
bırakmıyor. Sultan kırk dil döküyor kitabı alıp O'na en sevdiği şiiri
okuyabilmek için.
Bütün şiirleri tek tek
okuyor Sultan. Her şiirden sonra sordu.
- Devam edeyim mi?
Şiir gibi yaşayan, türküler gibi mert ve yanlışsız
olan Ali Rıza ölümü de şiirler, türkülerle karşılıyor. Gün ışığında kitapta
artık okunacak şiir kalmıyor. Ara ara yine kavganın
şiirini yazanın adını sayıklıyor.
Zeynep'in cenaze töreninin sloganları geliyor
uzaktan. Ali Rıza anlatmayı sürdürüyor.
- Ben tecritte yaşayamayacağım. Düşüncelerimi
değiştirmek için işkenceler yapmanıza izin vermeyeceğim. Yoldaşlarımı
seviyorum. Onlarla birlikte yaşayacağım, ekmeğimi bölüşeceğim... Herşey kırmızı, herşey sarı. Her
yer her şey kırmızı olsun... Ben gidiyorum, haydi gel al alabiliyorsan
düşüncelerimi...
- Söz veriyoruz sana, her yer kızıl olacak.
Düşüncelerimiz iktidar olacak, söz veriyoruz sana Ali Rıza. Seninle gurur
duyuyoruz.
Gülümsüyor Fidan'ın söyledikerine.
Sayıklaması dinmiyor.
- Ahmet İbili Müfrezesi Ölüm
Orucu savaşçısı Ali Rıza. Parti-Cephe'li Ali Rıza. Komutan
Ahmet İbili, Komutan Ali Rıza KURT... Mitralyöz
İdil...
- Uzun yolculuğa, yoldaşlarına kavuşmaya, ölümü
yenmeye hazır mısın diyor Selim.
- Evet hazırım, huzurluyum.
Kahraman yoldaşlarım... Gülsüman abla, Şenay, Hülya
abla... Çok seviyorum... Adalet, özgürlük, aydınlık, ışık, umut Parti-Cephe,
Mahir...
Odadakiler büyülenmiş bir sessizlik içinde duygular
denizinde, inancın böylesine tanık olmanın gururunda dalgalanıp duruyor.
Saatlerdir tanık oldukları her kareyi beyinlerine yerleştirmek istiyorlar.
Hakan, sakalını, saçlarını, bıyıklarını tarayıp
düzeltti, sabah temizliğini yapıyor. Dudakları saatlerdir konuşmaktan kurumuş.
Kaşıkta su veriyor Sultan. İçtikçe bir daha bir daha... Sultan elini saçlarına
götürüyor.
- Terlemiş. Yeni silmiştim yüzünü...
Sultan daha sözünü bitirmeden Ali Rıza'dan birden
ter boşalıveriyor. Hakan eliyle vücudunu yokluyor, iç çamaşırına kadar terden
sırılsıklam. Bir saniye içinde yaşanıyor herşey.
Silip kuruluyor. Yeniden elini tutuyor. Hakan'ın elini bırakmak istemiyor.
Sanki can havliyle sıkıyor elini.
Nefes alışverişleri düzensizleşiyor. Hırıltıya
döndü. Son kez bütün yoldaşları, direnişçiler gelip alnından öpüp vedalaştılar.
Ruhi Su hala türkülerini söylüyor Ali Rıza için.
Son kez kara gözlerini irice açtı, acıyla karışık
olanca güzelliğiyle yoldaşlarına baktı. Başını hafifçe yana yatırıp derinden
bir nefes alıp verdi.
...
Törenlerde, anmalarda şiir okur gibi huzurla ölümsüzleşti
Ali Rıza. Görevini yerine getirmenin mutluluğu yüzünde takılı kaldı.
"Her şey kırmızı-sarı..."
Katafalkı tepeden tırnağa sarı ve kırmızıyla
hazırlanıyor. Sarı satenlerle, en koyusundan kırmızı satenlerle katafalka
yerleştiriliyor. Üzerir karanfillerle bezeniyor. Ruhi
Su, Ali Rıza omuzlara alınana kadar türküler söylemeyi sürdürüyor. Ali Rıza
uyur gibi, dinliyor türküleri.
"Benim kabem
insandır... Hele nenni dost nenni...
Kuranda kurtaranda insan oğlu
insandır..."
Megafonlar mahalle içinde Ali Rıza'nın şehit
düştüğünü haber veriyor.
"Onlar 343 gündür açtılar. Ali Rıza Demir'de
bugün Zeynep Arıkan'ın ardından şehit düştü. Siz sokağa
çıkmazsanız daha çok ölecekler siz susarsanız daha çok ölecekler..."
Akşam abluka daha da yoğunlaşıyor, bütün giriş çıkışlar
tutulu. Altıyüz kişi toplanıyor, kapının önünde.
Selim, evin önünde toplananlara, Ali Rıza'nın ölüm orucu gönüllüsü olduğu
yazısından, bandını taktığında yaptığı konuşmalarından bölümler okuyor. Evin
önü kalabalıklaştıkça sesler yükseliyor. Derin bir sessizlik içinde her söz bilinçlere,yüreklere sesleniyor. Selim gür sesiyle okumayı
sürdürüyor:
- "Oligarşi ve emperyalizme kafa tutacağız. Bu
savaşta yer almak, bu savaşın en önünde olmak. Bana büyük bir mutluluk ve haz
veriyor, verecek. Sınıflar savaşının bu kesitinde asli unsur olarak yer almak
çok güzel birşey..."
"Sizi seviyoruz Türkiye halkları. Sizden güç
alıyoruz. Sizin için ölüme yürüyoruz. Size herşey layık.
Canımız, kanımız size feda olsun. Sizin için herşeyi
ama herşeyi yapacak kadar fütursuz ve pervasızız...
Zaferi taarruzumuza başlarken kazandık.
Kürt halkı! Ateşin ve güneşin çocukları! Uslanmaz, boyuneğmez halk. Her daim savaşan,
savaşçı halk. Yenilgilerden, kahredici ihanetlerden yılmadan, yeniden
ayağa kalkan, kahramanlıklar yaratan halk!.. Senin
parçan, senin ciğerin, senin gözbebeklerin direnirken, sen susamazsın. Sen
kanını dökenle barışamazsın. Teslim olamazsın."
Duyan geliyor direniş evinin önüne. barikattakiler kahrediyorlar orada olamadıkları için.
Sultan, her gelişinde yüreklerine doldurduğu cesaretle ve özgüvenle, "direnişçilerin
güvenliği sizin elinizde, kendi canınız gibi koruyacaksınız" demeseydi,
dururlar mıydı şimdi. Yüzlerce insanın arasına karışıp marşlar
söylemezler miydi...
Kıpkızıl bir güneş gibi doğuyor kapıda bekleyenlerin
üzerine Ali Rıza. Meşalelerin aydınlattığı karanfiller arasında bir tek yüzü
görünüyor. Taşıyan omuzlar güçlü. Eller çalışarak nasırlaşır, bilekler
güçlenirmiş, onların omuzları şehitleri taşıya taşıya
güçlenir. Sokaklar öfkeyle sarsılıyor. Yollar aydınlanıyor. Armutlu en görkemli
yürüyüşlerden birini yaşıyor. Barikatlarda elden ele gidiyor Ali Rıza. Üçüncü
barikatta duruyor. Bir bayan sesi avazı çıktığı kadar bağıra bağıra bir şiir okuyor. Ali Rıza'nın
yanında.
(...)
Gör nasıl yeniden yaratılırım/ Namuslu, genç,
ellerinle./ Kızlarım/ oğullarım var gelecekte/ Herbiri
vazgeçilmez cihan parçası./ Kaç bin yıllık hasretimin koncası./ Gözlerinden,/
Gözlerinden öperim./ Bir umudum sende./ Anlıyor musun?"
(...)
Sabah yeniden omuzlara alınıyor Ali Rıza.
Kadınlar, genç-yaşlı erkekler, törene katılan herkes
son kez kızıl yıldızlı bandından öpüyor. Gözyaşlarıyla yıkanıyor alın bandı.
Öyle güzel ki, hiç ölmüş buz gibi bir beden öpe koklaya sevilir mi?
Ama yüzlerce insan O'nu öpe koklaya seviyor. Dört
yaşında bir çocuk annesinin eteğinden çekiştiriyor.
- Ben de öpeceğim...
Kucağına alıyor annesi, uzatıyor tertemiz alnına
dudaklarını. Devrimciliğin, saflığı, çocuk saflığıyla buluşuyor.
Köyiçi'ne kadar omuzlarda
sloganlarla taşınıyor Ali Rıza. Ailesi yüzünden, ambulansa konulurken geride
kalanların yüreğinde bir ukde kalıyor. Yalnız bindiriliyor ambulansa.
Sloganlar zılgıtlar alkışlar hiç kesilmiyor.
Barikattakiler bağırıp zafer işareti yapıyor.
- Yalnız değilsin Ali Rıza, yolun açık olsun... Seni
zaferden sonra alacağız...
Kalabalığın içinden iki küçük çocuk, ambulans
hareket ettiğinde ağlayarak bağırmaya başlıyorlar körpe sesleriyle:
- Ali Rıza amca seni zaferden sonra alacağız...
Biraz ileride ailesinin izniyle polisler ambulansı
durdurup içine biniyor ve uzaklaşıyor.
Günler sonra geliyor köyünden haber. Bin kişi
katılıyor cenazesine. Kız kardeşi uğruna öldüğü bayrağını göğsüne
yerleştiriyor. Ali Rıza'nın reddettiği korucu akrabaları, aşiretlerinin yüz
karaları kardeşinin üzerine yürüyor. Bin kişinin içinden birden yükselen
"Katil Devlet" haykırışına engel olamıyorlar. (syf:
447-457)