Ali
Özbakır'ı Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:
Gerilla
Yoldaşlarının Anlatımlarıyla KOMUTAN
MEHMET
(ALİ ÖZBAKIR):
Komutan Mehmet birliğimize '91 yılında katılmıştı. Dersim'e gelen ilk savaşçılardandı. Hareketimizin
oluşturduğu Ortadoğu'daki kampta askeri eğitim görmüştü. Dersim'e
geldiğinde 21 yaşındaydı. Kürt milliyetinden, alevi inancından Sivaslı bir ailenin
oğluydu.
Komutan Mehmet, İstanbul'da büyümüştü. Çocukluğu ve
gençliği Gazi'de geçmişti. O, bir Gazi'li idi. Gazi'nin kondularında
büyümüştü. Bildiğim kadarıyla ilkokulu okumuştu. Gazi'deyken, sokak çetelerinin
içindeyken örgütlenmiş, devrimci olmuştu. Gözükara,
atılgan oluşunu Gazi'nin sokaklarından gerillaya taşındığını söylerdi.
Mehmet, ilk birlik içinde kendini geliştirmesiyle
göze çarpmaya başlamıştı. '92 yılının yaz aylarında Bölge Komutan Yardımcılığı
ve kısa bir sürede bölge komutanlığı yapmıştı. '92 yılının sonundan şehit
düştüğü tarihe kadar da bölge komutan yardımcılığı görevindeydi. Bu görevinin
başındayken 23 Nisan 1993'te Pertek'in Çalaxane mezrasında
düşmanla girdikleri çatışmada 11 yoldaşıyla birlikte şehit düştü.
Komutan Mehmet, birliğimizin ilk savaşçılarındandı.
Birliğe katıldığından şehit düştüğü tarihe kadar birliğin gelişimine kendi
mütevazı katkısını sunmuştu. Biz savaşçı yoldaşlarına bir şeyler öğretmek için
uğraştırırdı. Soğuk iliklerimize işlediğinde hemen bir espiri
yapar, içimizi ısıtır; yürüyüş kolundayken kaybolduğumuzda öne geçer,
karlı-taşlı patikalardan ustaca yol bulup yön tahmini yapardı. Günlük
yaşamımızda da aynı çabayı, emeği gösterirdi. Neyin nasıl yapılacağını,
bilmediğimiz her işi önce kendisi yaparak bize öğretirdi. Mehmet, ufak-tefek
yapısı ve kocaman yüreğiyle, örnek aldığımız komutanlarımızdandı.
...
Hava sisli... Kara bir batıyoruz, bir çıkıyoruz.
Sanki bulutların üzerinde yürüyoruz. Sis, uçsuz bucaksız bir
örtü gibi. Ancak iki metre mesafeyi görebiliyoruz. Yürüyüş başlayalı çok
olmasa da, sisli hava günlerdir yürümüşüz hissi uyandırıyor. Yönü şaşırıyoruz.
Kara her basışımızda haşır huşur sesler çıkıyor.
"Kaybolduk" tedirginliği taşıyoruz. Hoş; etrafı göremediğimizden
kaybolup kaybolmadığımızı da anlamıyoruz ya!. Komutan,
ufak tefek boyuyla yürüyor. Pantolonu, montu, kaşkolü bembeyaz olduğundan onu
karın içinde ayırt edemiyoruz. Onun önünde Ali Çelik (İbrahim) yürüyor.
Bıyıklarından, sakallarından buz parçaları sarkıyor İbrahim'in. Sisin içinde
olduğundan çok daha heybetli görünüyor. Kar, bir metreye yakın. Kara, soğuğa,
sise rağmen köylere gitmeye halkı örgütlemeye çalışıyoruz.
Komutanımız kısa boylu, kıvırcık saçlı, seyrek
sakallı. İlk gören biri "bu çocuk" der. Her zamanki gibi sakin,
soğukkanlı ve her şeye hakim tavırlarıyla yürüyor.
Birden bir silah sesi duyuyoruz. Hepimiz karların içine mevzileniyoruz. "Her
halde pusuya düştük" diyoruz içimizden. İbrahim de önde mevzilenmiş,
silahını öne doğru çevirmiş. Tam pusu havasına girmişken, komutanımız bir
kahkaha atıyor. Kahkahası bittikten sonra İbrahim'e, "kalk kalk, patlayan
senin silahın, fark etmedin mi" diyor. Hepimiz kalkıyoruz. İbrahim şaşkın.. Meğerse yürürken sendeleyip düşmüş, eli tetikte
olduğundan silahı patlamış. Komutan, "yorulunca, üşüyünce gevşiyoruz. Öyle
gevşemişsin ki, silahının patladığını bile fark etmedin. Neyse, şimdi yürüyelim"
diyor. Aslında bizler de İbrahim'den daha iyi durumda değildik. Hiç birimiz
patlayan silahın İbrahim'in olduğunun farkına varamamıştık.
Sis içinde parlayan küçük bir ışığa doğru yürümeye
devam ediyoruz...
...
O'nunla ilk karşılaştığımız anı,
hala bugünmüş gibi hatırlarım. '92 yılının Aralık ayıydı. Gerillaya katılmak
için birlikte buluşacaktık. Gelebileceklerini düşündüğümüz küçük mezraya
gitmiş, onları bekliyorduk. Söylendiğine göre gerillalar bu mezraya sık sık uğruyorlarmış. Ha geldiler, ha gelecekler diye hop oturup
hop kalkıyorduk. Zaman geçtikçe iyice sabırsızlanıyorduk. Onları sora sora köylüleri bıktırmıştık.
Yaklaşık bir hafta bekledik. Artık iyiden iyiye
"gelmeyecekler" diye umutsuzluğa kapılmıştık. Köylülerse hala
"gelirler" diyorlardı.
Her yan karla kaplıydı. Soğuk, tipi, fırtına... Biz
sobanın başında oturuyorduk. Hava daha yeni kararmıştı ki, evinde kaldığımız
yaşlı ana hızla içeri girdi. Heyecan ve telaşla karışık konuşmaya başladı:
"Ne bra hayale to çıko nezanım" (Hayalet midir
nedir bilmiyorum)
Korkudan kaskatı kesilen anayı içeri bırakıp dışarı
fırladık. İşte tam o anda kısa boylu, beyaz elbiseli gerillayla karşılaştık.
Bu, Mehmet'ti. Ananın gördüğü hayalet değil, gerillalarımızdı. Sarılıp
kucaklaştık.
Kafamda gerillayı hep iri yarı, cüsseli insanlar
olarak düşünürdüm. Bir de çok kalabalık gezdiklerini sanırdım. Oysa Mehmet ufak
tefek, gerilla grubu ise topu topu dört kişiydi.
Köylüler komutan Mehmet'i çok seviyorlardı. O'na hem
saygıyla, hem de kendi ailelerinin bir ferdiymiş gibi büyük bir samimiyetle
yaklaşıyorlardı. Köyün çocukları Mehmet'in başına toplanmışlardı. Onlar da,
Mehmet abilerini çok seviyorlardı.
"Sizin haberinizi aldık. Ama kaç gündür gelip
sizi alamadık. Çünkü hava bir türlü açmadı" diye konuşmaya başladı Mehmet.
Sanki yıllardır tanışıyormuşuz gibi sıcak ve samimi bir üslubu vardı. Hemen ona
ısındım.
...
Köyden ayrılıp diğer arkadaşların yanına doğru
harekete geçtik. Mehmet, yürüyüş kolunun en önünde yürüyordu. Boyu zaten kısa
olduğundan, kara battığında iyice gözden kayboluyordu. Hızlı hızlı yürüyordu. Biz yeni katılanlar ve diğer arkadaşlar,
onun açtığı izlerden yürümemize rağmen gene de epey zorlanıyorduk. Komutan
Mehmet silahını sol eline almış , tepeye tırmanıyordu.
Diğer arkadaşların da silahlarını sol ellerinde tuttuklarını gördük. Bu, gerillada
bir kuralmış. Silah sol elde taşınınca daha rahat ateşe hazır hale getiriliyormuş.
Karlı patikaları geçerek diğer birlik savaşçılarının
olduğu yere ulaştık. Hepisiyle kucaklaşıp tanıştık. O
dönemde birlik yanyana olan iki sığınakta kalıyordu.
Biz yeni katılanlara ilk askeri eğitimi komutan Mehmet (Ali Özbakır)
verdi. Silahı nasıl kullanacağımızı, nasıl söküp takacağımızı, silahın özelliklerinin
neler olduğunu, yürüyüş kolunda nasıl davranmamız gerektiğini vb. ne
gerekiyorsa uygulamalarıyla anlattı. Bir yandan anlatıyor, bir yandan da bizi
motive etmek etmek için espiri
yapıyordu. Daha sonra da kendisinden sık sık
duyacağımız "bana bir türkü söyle içinde hüzün olsun" türküsünü
söyledi. Mehmet, sevinçli olduğu zamanlarda hep bu türkünün bir bölümünü
söylerdi.
İlk göze çarpan yanlarından biri çok düzenli
oluşuydu. Silahı pırıl pırıldı. Kütüklüğü tam üstüne oturmuştu. Elbiseleri,
ayakkabıları da öylesine düzgündü. O'na imrenerek bakıyorduk. Yürüyüşü de çok
ilgi çekiciydi. Çok pratikti; karların içinde bile hiç zorlanmadan hızlı hızlı yürüyebiliyordu.
Sığınağın içinde ısınmak için mangalda odun kömürü
yakıyorduk. Dışarıda kar yağdığından sığınağın kapısını naylonla örtüyorduk.
Bir gün yine böyle mangal yakmış, başında ısınırken koyu bir sohbete dalmıştık.
Mehmet bize anılarını anlatıyordu. Anıları bizim için çok gerekli olan
deneyimlerle doluydu. Hepimiz kulak kesilmiş onu dinliyorduk. Birden Mehmet
fırlayıp dışarı çıktı. Arkasından da başka bir arkadaş... Ama o kapağa ulaşır
ulaşmaz gerisin geriye gidip sığınağın içine düştü. Bayılmıştı. Onu hemen
dışarı çıkardık. Mehmet de karın üzerine uzanmış ha bire kusuyordu. Biz de onu
yalnız bırakmadık. Ama bir yandan da bayılan arkadaşı kendine getirmek için
vücudunu karla ovuyorduk. Diğer sığınaktaki yoldaşlar durumumuzu görünce koşup
yanımıza geldiler. Vehbi (H. İbrahim Ekicibil)
hepimize gerekli ilaçları verdi. Bayılan arkadaş eliyle sığınağı işaret edip
"ben bir daha oraya girmem" diyordu. Ama gene de tekrar sığınağa
döndük. Tabii mangalı dışarı attık ve bir daha da odun kömürü yakmadık.
Bu olay üzerine komutan Mehmet, bize daha önceki
sığınak deneyimlerini de anlattı. Merakla onu dinliyorduk. Eskiden yaptıkları
sığınaklar daha çok bir kuyuyu andırırmış. Bu mimari özellik o zamanki
acemiliklerden kaynaklanıyormuş. Bir defasında az daha sığınağın içinde
havasızlıktan boğulacaklarmış.
Komutan Mehmet öylesine güzel anlatıyordu ki,
gittikçe daha büyük bir merak ve heyecana kapılarak onu dinliyorduk. Mehmet ise
anlatmayı sürdürüyordu. "Biz mezrada, bir kömün
altına sığınak kazmıştık. Burayı sadece bir taraftarımız biliyordu. Zorunlu
durumlarda bu sığınağın içine girip saklanıyorduk. Birgün
bu mezrada kalırken köylüler düşmanın geldiğini söylediler. Hemen koşup
sığınağa girdik. Sığınağı bilen taraftarımız, kapağı kapatıp gitti. Sığınağın
içinde saatlerce bekledik. İçerisi çok bunaltıcıydı. Zaten ancak birkaç kişiyi alabilen
bu sığınağa eğilerek zorla sığabiliyorduk. Içerisi
bir mezarı andırıyordu. Bir an önce çıkmak istiyorduk. Ama gelen giden yok.
Havasızlıktan canımız çıktı. Neredeyse baygınlık geçirmek üzereydik. Baktık
olmuyor, hava almak için kleşlerin harbisiyle bir delik
açmaya çalıştık ama başaramadık. Dayanamayıp son çare olarak kleşle bir iki el ateş edip küçük bir delik açtım. Sonunda
taraftarımız gelip bizi çıkardı. Tövbe, bir daha kim girer oraya?!. Anlayacağınız şimdi siz şanslısınız. Otel gibi sığınakta
kalıyorsunuz..."
Mehmet'in bu tür anılarını dinledikçe hem gülüyor,
hem de kaldığımız sığınağın içini daha dikkatli inceliyorduk.
Günlerce sığınağın içinde kaldık. Eğitim
faaliyetleri dışında kalan zamanı yeni gelecek olan savaşçılar için kütüklük
dikerek değerlendiriyorduk. Mehmet kütüklükleri çok ustaca dikiyordu.
Terzilikten anladığı her halinden belliydi. Biz ise pek yapamıyorduk. Mehmet
bize, iğneyi nasıl tutacağımızı, nereden başlayıp dikeceğimizi gösteriyor,
dikişin inceliklerini öğretiyordu. Komutanımız olmasına rağmen bu tip işlere
hep o koşturuyor, durmaksızın çalışıyordu. Biz gelmeden önce de, kar yağmasına
rağmen sığınak yapmışlardı. Diğer arkadaşlar gibi Mehmet'in elleri de
kazma-kürek sallamaktan patlamıştı. Buna rağmen mutluydu. "Evimizi yaptık"
diyordu. Doğruydu; sığınak gerillanın eviydi. Ne var ki yaptıkları sığınak
sağlam olmadığından üzerimize çökme tehlikesi vardı. Bu yüzden boşaltıp köylere
faaliyete çıktık.
...
Çalışma yaptığımız köylere her gidişimizde, bir
öncekinden daha büyük bir ilgi ve sempatiyle karşılaşıyorduk. Komutan Mehmet,
çocuk-genç-yaşlı herkesle bir arkadaş gibi ilgileniyordu. Sonradan öğrendiği yarı-buçuk
Zazacasıyla konuşup köylülerle ilişkileri
geliştiriyor ve onları örgütlemeye çalışıyordu. Özellikle gerilla adayı olarak
belirlenen gençlerin üzerine eğiliyor, onların eğitimine büyük önem veriyordu.
Kısa bir süre sonra birliğimize katılacak olan Abidin ve Eylem Yıldız,
Mehmet'in yoğun ilgilendiği iki gençti. Mehmet onlarla aynı çatışmada şehit
düşecekti.
Komutan Mehmet ile, Dersim'in çocukları arasında özel bir bağ vardı. Çocukların onu ne kadar çok sevdiklerini kelimelerle anlatmak çok
zor. Tanıdığımız çocuklar Mehmet abi der,
başka bir şey demezlerdi. Gittiğimiz bütün köylerin çocukları, bizi görür
görmez hemen Mehmet'in kucağına koşar ve ona; "bana silah getirdin
mi", "bize bugün ne anlatacaksın" gibi sorular sorarlardı.
Bir köylünün anlattıkları hem bizi çok güldürmüş,
hem de uzun süre dilimizden düşmeyen bir espiri
olmuştu. Köylünün oğlu "baba, ben de gerilla olacağım” diye tutturmuş.
Köylü ise, "Oğlum, sen daha çok küçüksün, biraz büyü ondan sonra gerilla
olursun" demiş. Ama çocuğu ikna edememiş. Çocuk, "niye Mehmet abi de küçük, o gerilla olduğuna göre ben de olurum. Buraya
gelirse onlarla gideceğim" diyormuş da başka da birşey
demiyormuş. Bunun gibi yığınla mesele anlatılırdı. Hepsi de doğruydu. Mehmet'i
tanıyan bütün çocuklar böyle davranır, bize katılmak istediklerini söyleyip
peşimize takılırlardı. Zaten daha sonraki yıllarda, bu çocuklardan daha 13-14
yaşlarındayken birliğimize katılanlar da oldu. Bunlardan biri de, 1996 Kasım
ayında Çemişgezek'in Paşacık köyünde şehit düşen Erkan Dilsiz'dir.
Erkan, Mehmet'i ve gerillalarımızı ilk tanıdığında daha 7-8 yaşlarındaymış.
İşte çocukların gerillalarla bütünleşmesi böyleydi.
Komutan Mehmet'in sezgileri güçlüydü. Ani gelişen
olaylar karşısında soğukkanlılığını yitirmez, inisiyatifi
elden bırakmaz, kendine güvenli tavrıyla hareket ederdi.
Birgün Hozat yakınlarında,
birkaç evden oluşan bir mezraya gitmiştik. Kar yağıyordu ve o gün mezrada
kalmıştık. Sabah olduğunda köylüler Hozat'tan askerlerin geldiğini ve mezraya
yaklaşmakta olduklarını söylediler. Nereye gitmeye kalksak izimiz belli olacaktı.
Takibe uğradığımızda ise çatışma kaçınılmaz olacaktı. Bu düşüncelerle çatışma
hazırlığı yapmaya başladık. Komutan Mehmet, bize, "silahlarınızı montlarınızın
altına koyun, ikişer ikişer üstteki köye giden izlerden
yürüyerek mezradan çıkacağız" dedi. Dediği gibi yapıp yola koyulduk.
Askerler yakınımızdaki bir tepeye çıkmışlardı. Biz karşılarında köylü kılığında
yürüyorduk. Zaten topu topu dört kişi olduğumuzdan
fazla dikkat çekmedik. Biraz yürüdükten sonra önümüzdeki dereye ulaştık. Sögüt ağacının dallarını kar tutmuştu. Ayaklarımız
ıslanmış, sırılsıklamdı. Topu topu 5-6 metrelik bir
alanda hareket edebiliyorduk. Hava çok soğuk olduğundan üşüyorduk. Öte yandan,
üzerimizde, sabit durup düşman beklemenin gerğinliği
de vardı. Ekrem (Adnan Berber) volta atıyor, sigara içiyordu. Düşman ise
tepelerde duruyordu. Hepimiz iyiden iyiye huzursuzlanmaya
başlamıştık. İşte böyle bir atmosferdeyken komutan Mehmet gene o sıcak espirilerine başlayıp olumsuz havayı dağıttı. Zaten o, hep
sıcakkanlı ve güler yüzlüydü.
Akşam üzeri soğuk hava dayanılmaz
bir hale geldi. Bunun üzerine ısınmak için çeşitli kültür-fizik hareketleri
yapmaya başladık. Komutan Mehmet de yine aynı türküyü söylemeye başlamıştı.
Soğuktan ve yorgunluktan olsa gerek, ısınma hareketlerimiz gittikçe
tuhaflaşıyordu. Sıçrıyor, titriyor; bu şekilde ısınmaya çalışıyorduk. Bu
hareketler, bize daha sonra esin kaynağı olacak ve "Haydar-ı Kerrar" oyununu ortaya çıkaracaktık.
Düşman ancak akşam üzeri çekildi.
Ama bizde hal kalmamıştı. Ayaklarımız şişmişti. Doğruca üstteki köye gittik.
Ellerimiz ve ayaklarımız şişmiş, hareket edemez hale gelmişti. Öyle ki
çoraplarımızı bile çıkaramıyorduk. Çoraplarımız ayaklarımıza yapıştığı için
makasla kesip çıkardılar. Ellerimizi ve ayaklarımızı karla oğdular.
Ayakta duracak halimiz olmadığını bildiklerinden nöbeti bizimkiler yerine
köylüler tuttular. Bu sahiplenme karşısında çok duygulanmıştık. Komutan Mehmet
de; "halkımız bizi tanıyor, seviyor, sahipleniyor. Bizi asla düşmana
vermez" diyordu. O haldeyken köylülere birşeyler
anlatıyor, onları geliştirmeye çalışıyordu. Köylüler ayaklarımızı yanmaktan
kurtarmıştı. Sağ salim arkadaşların yanına döndük.
...
Gün geçtikçe sayımız kalabalıklaşıyor. Dersim'de bir güç olmaya başlamıştık. Yeni katılımlarla birliğimizin
havası da değişiyor, daha da canlılık kazanıyordu.
Kış olduğu halde halkı örgütlemek için köyleri
geziyorduk. Darbe ihanetini de bu süreçte öğrenmiştik. Darbeci hainlere karşı
komutan Mehmet'in tavrı çok net olmuştu. Komutan Mehmet, "çağrıcı" maskesiyle,
birliğimizin kafasını karıştırmak için Dersim'e gelen
darbeci Asaf (Erdoğan Eliuygun)
alçağına, "ben önderimin yanındayım, yaptığınız alçaklıktır." diyerek
tavrını koymuştu. Darbeci hainlere karşı öfkesi ve kini her halinden belli oluyordu.
Darbecilerin, hareketimize verdiği zararların bilincinde olarak bunun
huzursuzluğunu yaşıyordu. Bu hainlerin yaptıklarını öğrendikçe mücadeleye daha
büyük bir hırsla sarılıyor, bu hırsla yeni bölgelere açılmayı, daha fazla halkı
örgütlemeyi düşünüyor, hiç boş durmak istemiyordu. Bize Ovacık'a ilk
gidişlerini anlatıyordu. Anlatırken, sanki o günleri tekrar yaşıyor, gözlerinin
içi gülüyordu: "Ovacık'a gidip gitmeme konusunda kendi aramızda bir hayli tartıştık.
Bazı arkadaşlar, yolu bilmediğimiz için kaybolma endişesi taşıyorlardı. Sonunda
bir köylünün öncülüğünde yola çıktık. Hep uzaktan seyrettiğimiz, bize çok uzak
gelen dağları aştık. Aliboğazı'nın da yanından geçtik.
Gezdiğimiz yerlerde tek tek evler vardı. Her
uğradığımız mezra ya da köyde köylülerin yoğun ilgisiyle karşılaşıyorduk. Halk
adeta yolumuzu gözlüyor, bizi bekliyordu. Ovacık'ın köylerinde biz
konuşuluyorduk. Gittikçe, açılma noktasındaki kaygı ve korkularımızın yersiz
olduğunu gördük. Her yere açılabileceğimizi anladık. Hatta niye daha önceleri
gitmediğimize yandık. Ovacık'ta da hiç de azımsanmayacak bir potansiyele sahip
olduğumuzu gördük. Ovacık'ta PKK gerillalarıyla karşılaştık. Onlar da bizi
ilgiyle karşıladılar. Özellikle savaşçıları bize karşı çok sıcak
yaklaşıyorlardı. Bizimle sohbet etmek istiyorlardı. Bazı PKK savaşçıları bizi
öylesine sevdiler ki, bıçak gibi şeyler hediye etmeye başladılar. Tabii biz de
onlara... Onların yaşamlarını inceledik. Arazide nasıl kalıyorlar, nasıl ateş
yakıyorlar vb... Daha sonra ayrılıp başka bir yönden arkadaşların yanına
döndük. Havamız iyiden iyiye değişmişti. 'Yine gideceğiz' diyorduk..."
Mehmet komutanın anlattığı açılım faaliyeti mütevazı
da olsa o gün açısından çok önemliydi. O, o zaman birliğin gerek morali, gerek
savaşçılar arasındaki ilişkileri pek olumlu değişmiş. Faaliyetimiz daha çok
birkaç köyle sınırlı kalıyormuş. Daha sonraları da üzerinde çok tartıştığımız, mahkum ettiğimiz 'dar alana sıkışma'yı
Mehmet daha o günlerde görmüş, statükoyu aşmak için küçük de olsa adımlar
atmıştı. Ovacık'a gidip gezmeleri bu yanıyla çok önemliydi. Öte yandan, daha
önce gezilen alanlardan birkaç kat daha büyük olan bir bölgeye açılmış ve
gezilmişti. Bu tavır, kendine güvenin, savaşı büyütme azminin ve daha birçok
değerin Mehmet tarafından nasıl kavrandığının göstergesiydi. Bu faaliyetle
birlikte, o zamanki gerillalarımızın arazide kalma biçimleri, yürüyüşleri ve
daha pek çok şeyi değişmişti. Komutan Mehmet'in bu önemli adımdaki
yaratıcılığı, bilinmez olanın üstüne gitme cüreti oldukça önemlidir. Mehmet o
günleri anlattığında, o anın coşkusunu yaşıyor, bunu tavırlarıyla yansıtıyordu.
...
Yeni bölgelere faaliyete çıkıyoruz. Çemişgezek'e
Pertek'e... Kış olmasına rağmen halka gitmeyi, onları örgütlemeyi, kendimizi
tanıtmayı amaçlıyoruz. Mehmet komutan Pertek'e gidiyor. O'nu Pertek'ten
döndükten sonra gördüğümüzde, ayağındaki yeni spor ayakkabılara gözlerimiz
takıldı. Farketmiş olacak ki, "köylüler verdi.
43 numara. Aslında ben 39 numara giyiyorum. Ayakkabısı olmayan yoldaşlara getirdim"
dedi. Ardından Pertek bölgesinde gezdikleri köyleri uzun uzun
anlattı. Köylülerin bizi coşkuyla sahiplenmeleri gerek ona, gerekse faaliyete
çıkan diğer arkadaşlara büyük moral kazandırmıştı. Mehmet, gülerek:" bahara
kadar her yerde olacağız" diyor, bize, yeni bölgelere açılımın, faaliyet
alanımızı genişletmenin yaşadığımız süreç açısından önemini kavratmaya
çalışıyordu.
...
'93 baharıydı. Faaliyetlerimizi yoğunlaştırmıştık.
Birliğimiz artık müfrezeler halinde faaliyet yürütüyordu. Komutan Mehmet yine
Pertek bölgesinde faaliyete gitmişti. Başında bulunduğu Ahmet Fazıl Ercüment
Özdemir müfrezesindeki savaşçıların çoğu yeniydi. Faaliyetlerinin de asıl
amaçlarından biri, bu yeni savaşçıları eğitmekti. Pertek'in köylerinde coşkuyla
faaliyetlerine başlamışlardı.
Birliğimiz 16-17 Nisan Şehitlerini anmak için
Çemişgezek Akçapınar Jandarma Karakolu'nu basmış, düşmana
güçlü bir darbe indirerek şehitlerimizin hesabını sormuştu. Bu eylemin coşkusunu,
hepimiz gibi, o sırada Pertek'te faaliyet sürdüren komutan Mehmet ve savaşçıları
da yaşamışlardı. Ancak düşman bu eylemden sonra binlerce askerle büyük bir
operasyon başlatmıştı. Bu eylemden sonra, Pertek'te faaliyet yürüten müfrezemiz
hariç, bütün müfrezeler bir araya geldik. Coşkumuz, moralimiz anlatılacak gibi
değildi. Hepimiz yeni bir motivasyon kazanmış, daha
büyük eylemlerin gönüllüleri olmuştuk.
...
Ve Pertek'ten kötü bir haber geldi. Çalaxane köyünde 12 şehit verdiğimiz söyleniyordu. Ahmet
Fazıl Ercüment Özdemir Müfrezesi'ndeki yoldaşlarımızın hepsi şehit düşmüşlerdi.
Dersim dağlarında '91'de başlayan gerilla faaliyetimizde ilk şehitlerimizi
vermiştik. Sanki şehit vermemiş düşmanı oniki yerinden
vurmuştuk. Dersim'de de savaşı şehitlerimizle
büyütüyorduk.
12'ler, Çalaxane'ye gelmeden
önce Hozat'ın Kalankoz mezrasında bir kontrayla
karşılaşmışlardı. Ancak bu kontrayı ellerinden kaçırmışlardı. Çekilip oradan
uzaklaşmışlardı. Sabah olunca operasyonun başladığını farketmiş,
Çalaxane mezrasına doğru çekilmeye başlamışlardı. Çalaxane'nin altına ulaştıklarında bir köylü kızına rastlamış,
köyde düşmanın olduğunu öğrenmişlerdi. Ancak düşman da yoldaşlarımızı görmüş,
pusuya yatmıştı. Komutan Mehmet hemen talimatını vermiş, müfrezeyi üçe ayırmıştı.
Tam da bu anda düşman ateşi başlamıştı. Savaşçılar mevzilenmişti. Komutan
Mehmet ise Hasan (Cengiz Kala) üst taraflara doğru derenin içinden birbirini
koruya koruya çekilmeye başlamışlardı. Biri ateş ediyor,
diğeri koşuyor mevzileniyor; sonra diğeri ateş ediyor öteki koşuyor
mevzileniyordu. Hasan koşup bir yere mevzilendi. Düşmana ateş etmeye başladı.
Komutan Mehmet ayağa kalktı. Düşmanın ateş alanından çıkmalarına l5-20 metre
kala, komutan Mehmet aldığı kurşunlarla orada şehit düştü. Çatışma sonunda
diğer 11 yoldaşımız da şehit düştü. Düşman hepisini
alıp Pertek'e götürdü. Ne var ki o dönem darbeci hainler hareketimizin arşivini
gasp ettikleri için komutan Mehmet'in gerçek kimliği aylar sonra açığa çıktı.
Halk, komutan Mehmet'i Pertek'e gömdü.
...
Evet, komutan Mehmet, kır birliğimizde örnek
aldığımız komutanlarımızdan biri olmuştu. Mehmet, Dersim'de
bir atılım ruhu yaratan 12'lerin komutanı olarak öğrettikleri, paylaştıklarıyla
mücadelemizde yaşıyor, yaşayacak.
(Bu anlatımlar, Ali Özbakır’la aynı
dönemde gerillada bulunan çeşitli gerillaların anlatımlarından derlenmiştir.)
***
“Yaşamınla bir
devrimcinin her bedele hazır olması
gerektiğini öğretmiştin”
Ali’yi
geyad’tan tanıyorum, beraber çalıştık. Onun pek çok
özelliği vardı, Ali’yi her gördüğümde ya derneği süpürür, soba yakardı ya da
bizimle çeşmeden bidonlarla su taşırdı. Derneğe gelenlerle yakından ilgilenir,
onlara çay yapar, kendi elleri ile dağıtır ve esprili sohbetler yapardı.
Derneğe gelen aileler sık sık börek getirirdi, Ali
yoksa bize tembih ederlerdi “aman Ali’yi unutmayın”
derlerdi. Çünkü derneğe gelen her insanla çok çabuk samimi olurdu ve en ufak
bir işi bile hareketin işi diye dört elle sanılır, canla başla yapardı. Aslında
yeni insanı Ali’nin kişiliğinde görmek mümkündü, onun hiç hata yaptığını
görmedim desem abartmış olmam. Varsa ona yönelik bir eleştiri, onu sessiz ve
sakin dinler kendini o konuda yetiştirirdi.
Ali
ile bir anımız var ve onu çok sık hatırlarım. Biz Geyad’da
çalışırken onunla yarışa girmiştik ve iki ay kadar sürmüştü; bu süre içine
hangimiz daha önce derneği açarsa ona pasta alınacaktı, ben her gittiğimde
derneği açmış süpürüyor, ona bir gün mutlaka ben açacağım derdim ve bir gün
açmıştım da. İki ay boyunca başarısız olduğum için bu defa da pastayı ben
almıştım. Ali bütün evimin sorunlarıyla ilgilenirdi, örneğin oğlumun okul
durumundan tutun da eşimle yaşadıklarıma kadar ilgilenirdi ve yaptığı her işte
de sonuç almadan bırakmazdı. Onu herkes gibi ben de çok severdim ve onu
gördüğümde her insan gibi ben de neşelenirdim.
Yoldaşım
tüm bunları düşündüğümde senin özverini, devrime olan bağlığının ve davanın,
Devrimci Sol’un neler ifade ettiğini ve nasıl emek verdiğini anlıyorum ve
seninle paylaştığım sorunlardan yaptığım en ufak işten en büyük işe kadar her
davranışın aslında bizim için bir eğitimdir. İnan Ali, seni şehitler panosunda
görünce hiç şaşırmadım çünkü sen yaşamınla bir devrimcinin her bedele hazır olmasının
gerektiğini bir çoğumuza öğretmiştin, hele ki senin
dersim dağlarında şehit düştüğünü duyduğumda hiç şaşırmadım çünkü sürekli
dağlardan bahseder ve illa ki bir gün gideceğini söylerdin. Biz de sana takılırdık,
boyun çok kısa silah taşıyamazsın derdik ve sen de güler orası hiç mi hiç belli
olmaz derdin ve yaptığın bir işin ardından ah şu dağlar var ya şu dağlar derdin
ve senin gönlünde yatan dağlar bizim dediğimiz kadar sana uzak değilmiş. Bu
yüzden de Dersim dağlarını yoldaşlarınla birlikte özgürleştirdiğine hiç
şaşırmadım, yalnız sadece ve sadece üzüldüm, çünkü ben senin o hoş sohbetlerini
öylesine özledim, bazen kendi kendime düşünür gülerdim ve bir gün bir yerde
karşılaşırız diye düşünürdüm. Bunu gerçekten ve gerçekten çok istiyordum...