Ali KOÇ'u Yakınları, Yoldaşları Anlatıyor:

 

 

Bir Yoldaşı Anlatıyor: Selam olsun, kefenini bulut,

mesleğini umut eyleyenlere.

 

Bu akşam hücremin penceresinden konuk olayım istedim sana. Konuk olup Ali Koç yoldaşımızı anlatayım istedim. Sen ki ışıksın, sen ki yol gösterensin. Anlarsın diyeceklerimi. Dinle anlatacaklarımı, dinle ve yoldaşımın yaktığı meşalenin ışıklarını parlaklığınla yoğur. Yoğur ve bize sun yine. Onun ışığıyla yoğrulan parlaklığınla aydınlat yolumuzu. Dinle ki, daha güçlü yol göstersin yolunu yitirenlere. Gecenin karanlığından ürkenlere daha fazla ışık olasın. Olasın ki korkutucu olmasın karanlık. Olasın ki, gökteki yıldızların ışıl ışıl oluşlarının kaynağını öğrensin insanlık. Yıldızlar gibi parlayan şehitlerimizin ışığı yürekleri ısıtsın.

Tanığısın. Diğer yoldaşlarım gibi Ali de mevsimlerdir süren Orucu'nda 8 Temmuz 2001'de, 262. günde şehit düştü. Ne mutlu bana ki uzun zamandır tanıyorum Ali'yi...

Kısaca tanımlamam gerekirse çok renkli bir kişiliği vardı Ali'nin. Yani her konuda, her alanda, her faaliyette Ali'ye rastlamak, onunla ilgili birşeyi hatırlamamak mümkün değil. Çalışkan, üreten, yazıp-çizen, okuyan bir yoldaşım Ali. Olgun olduğu kadar, çocukla çocuk olan; sert olduğu kadar, duygulandığında gözlerinden boncuk boncuk yaşlar dökülen; şakacı olduğu kadar, öfkelendiğinde Karadeniz gibi köpüren... Hepsi Ali'yle birlikte geliyor insanın aklına.

Bartına yeni gelmiş. Şen şakrak, bir bu yana bir bu yana dolaşıyor. Güneşli gökyüzüne bakıp havasını soluyor memleketin. Farklı bölgelerden gelen arkadaşlar genelde yakınırlar Bartının neminden, habire değişen havasından. Ali bunu duyar da durur mu, damarına basar gibi: "Gözünü sevdiğimin memleketi var mı senin gibisi" diyordu. Ve derin bir soluk daha alıyor, bir "ohh" daha çekiyor.

Böyle işte. Ali için çalışkanlık laf olsun diye edilmiş bir söz değil. Bir bakarsın Ali tüm dünya ile ilişkisini kesmiş, günlerce masa başındadır. Bir sigarası, bir de yaptığı çalışmalar iç in gerekli malzemelerle haşır neşirdir. Belli ki yakında ya bir tiyatro çıkacak ortaya, ya da uzun bir inceleme-araştırma yazısı. Almış 96 ölüm orucu gazisi Aziz yoldaşını yanına, Azap Ortakları’nı okuyor. Gören keyfe bak der. Ama mesele başka. Bir güzel okuyor Ali. Bir kendine değil, hafızası silinmiş Aziz’e de okuyor. Ve ortaya Bartın hapishanesinde o zamana kadar sahnelenen en güzel, evet abartısız en güzel oyun çıkıyor. Ali kalemiyle Bedrettini ve ortak yaşama arzusuyla düşman ormanına balta gibi inen müritlerini taşımış sahneye. İzleyicisini de oynayanı da farklı bir mutluluk kaplıyor. Yaşıyor, yaşatıyor. 97 30 Martında ilk sahnelenişinin ardından yine oynanacak bu oyun. Oldukça uzun, oldukça emek istiyor. Bir sürü dekoru yeniden yapmak gerekiyor ama olsun. Harcanan emeğin meyvesine doyum olmuyor ki. Sonra yeni oyunlar. Moskova vatan savunmasındaki komutan Diev ve askerleri, Ali yine tiyatronun başında. Hem yazan, hem yöneten. Tanklarla insanların savaşı bu sefer ki. Adam başına kaç tank düştüğünü hesaplıyor Diev. Oyun yine izleyen yoldaşlarımızı etkilemiş. Ali’nin gözleri gülüyor. Ve Ali yazmaya oynamaya, yönetmeye devam ediyor. Yeri geliyor 84 Ölüm Orucu iniyor sahneye, yeri geliyor 96. Darbecilik dönemini simgelerle anlatmayı deniyor Ali. Farklı bir tarz. Başarılı oluyor. Ve Çakırcalı, sonra Erhanlar sonra Tanya...

2000 30 Martında devrimler tarihi. Böyle irili ufaklı onlarca tiyatro oyunu onun emeği ile yazıldı, oynandı. Devrimler tarihinde provalar sırasında bir konuşma. Karşısında Cengiz var Ali’nin. Ölüm Orucu şehidimiz Mao'yu canlandırıyor. Mao, savaşma kararından caydıracak revizyonistlerle tartışacak. Ali, Cengiz'e sert davranmasını söylüyor. Cengiz deniyor. Ali'nin istediği gibi olmuyor bir daha, bir daha. Yok olmuyor. Ali tekrar giriyor devreye. Cengiz'e "alçak" diye bağır diyor. Replikte böyle bir söz yok. "Olsun bağır" diyor. "Daha fazla" diyor Ali. "Daha güçlü... daha öfkeli daha sert..." diyor.

- "Bak işte oldu. Onunla bu tonda konuş. Şimdi sahneyi yeniden alıyoruz."

Oyuncular istedikleri kadar ayak sürüsünler. Ali için olmaz yoktur. Gereği neyse yapılacaktır. Yapar, yaptırırdı. Yaşar, yaşatırdı. Hayat bir tiyatro değildi. Ama bir Parti-cepheli yaptığı işin hakkını vermeliydi. O verenlerdendi.

Gün olur yazılardan başını kaşıyacak vakti olmaz Ali'nin. İstenildi mi, gönüllü arandı mı hemen Ali talip olur.... Kitapların arşivlerin başından ayrılmaz. Ayrılmaz ama bir fırsatını bulup, bir solukluk boşluk yakalayıp kahkahalarıyla koğuşu çınlatmayı, espriler üretmeyi de ihmal etmez Yeri gelmişken tutsakların gülmekten karınlarına ağrıların girdiği skeçler de O'nun ürünüdür. İzlemeye gelen adli arkadaşların gülmekten, gözlerinden yaşlar akar oyun boyunca. Yine ders çıkışı tartışmaların odağında da Ali vardır hep. Bir keresinde Halk Anayasası ile ilgili bir tartışmamızın günlerce sürdüğünü, tüm koğuşun tartışmaya bir yerinden katılıp taraf olduğunu hatırlıyorum. Tartışmanın merkezinde yine Ali var. Saatlerce bıkmadan, usanmadan tartışır, anlatır. Düşüncesini dobra dobra söyler, gocunmaz. Nasıl anlaşılır kaygısı taşımaz. Boyun eğip, kenara çekilmez. İkna olmak ister. Ali hiç yanlış yapmayan biri değildi elbette. Savunduklarında tartıştıklarında yanlış da olurdu. Olsun. Tartışa tartışa ikna olurdu Ali. Bildiklerine, öğrendiklerine ters gelen şeyi, yolu yok tartışırdı. Buna karşın örgüt bilinciyle hareket etmeyi unutmazdı. Her şeyin, her yerde tartışılmayacağını da bilir, ona göre davranırdı.

leştiri-özeleştiri deyince Ali'nin çoğu insanın sahip olamayacağı, cesaret edemeyeceği açıklığını, tavizsizliğini hatırlarım. Bir keresinde komün toplantısında neyi var, neyi yok gelen eleştirileri de kabul ederek, nasıl kafasında şekillendiğini, hangi duyguları yaşadığını, tüm çıplaklığıyla anlatmaya başladı. Şu zaafım, şu eksiğim var deyip geçmedi. Bu zaafların O'nu nasıl yönlendirdiğini, neleri nasıl düşündüğünü anlatıyordu. Ortaya koyduğu tablo ürkütücüydü. Aslında kendi kendimize itiraf etmeye korktuğumuz şeyleri, bizi devrimcileştirmeyen şeyleri Ali açık açık ifade ediyordu. Yanlışlığını görmüş, acı sonuçlarını yaşamış ve karar vermişti. Yolu yok, bunlar aşılacaktı. Onun için açık açık ifade ediyor, madde madde sıralıyor ve takipçisi olmaları için tüm yoldaşları önünde söz veriyordu. Ali kaygısız, tereddütsüzdü. Söylersem hakkımda ne düşünülür diyenlerden değildi. Söylemezsem devrimciliğimi büyütemem diye yaklaşıyor ve yapıyordu. Çünkü iddialıydı, tercihi netti. İdealleri büyüktü. Bunları eksik, zaaflara bırakmayacak kadar devrim tutkunu ve iradeliydi.

Ölüm Orucu direnişi başladığında coşkusu, heyecanı görülmeye değerdi. İnsanın mutluluğu gözlerinden, gözlerinin içinden belli olur denir ya, aynen öyleydi. Her daim gülüyordu Ali'nin gözlerinin içi. Başka nasıl anlatılır bilemiyorum ama gerçekten çok mutluydu Ali. Mesela o zamana kadar düzenlediğimiz eğlence gecelerinde, anma programlarında çok rahat sunuculuk yapabildiği halde, ölüm orucu sürecinde gerek içimizde, gerekse ailelerimiz için düzenlediğimiz programlarda, heyecandan yutkunduğuna, tutuk kaldığına tanık oldum Ali'nin.

2. ekipten, ekip başı olarak katılmıştı zafer maratonumuza. Koşturup duruyordu yine. Koşturup duruyor ve alnında kızıl yıldızı üretmeye devam ediyordu. Ekiplerde olmasının getirdiği doğal bir yoğunluğu vardı zaten. Bunun dışında yine oyunlar, canlandırmalar, skeçler, programlar hazırlanmasında başı çekenlerdendi. Yine gece-gündüz demeden yazıp çizmeye de devam ediyordu. 1. Ekip'teki yoldaşlarının bu alandan iradi olarak çekilmesiyle birlikte çıkan yükü de omuzlayanlardandı. Direnişi boyutlandırma, saldırı olursa ekiplerdeki yoldaşların kendini yakması gündeme gelince 1. Ekiplere çalım atma olasılığının gündeme gelmesini fırsat bilerek sorumlu yoldaşlarımıza "O zaman biz bundan böyle çakmağı başucumuza koyup yatalım" demişti açıklama yapıldıktan sonra.

Evet, demekle yapmak arasında öyle uçurumlar olur ki, diyene dönüp bakmazsın bile. Fakat Ali'nin dedikleri ve yaptıkları arasında değil uçurum, bir karış mesafe bile yoktu. Dedi ve yaptı Ali. 19 Aralık saldırısı sırasında, bedenini alev topuna çevirenlerden biri oldu. Düşman bulunduğumuz koğuşun duvarının dış cephesini komple yıkmış. Yüz yüze, göğüs göğüseyiz. Aramızda sadece duvar yıkıntısından arta kalan molozlar var. Gaz kâr etmiyor artık. İki koldan tazyikli su püskürtüyorlar üzerimize. Harabeye dönen yatakhanenin içinde yere göllenen su, ayak bileklerini geçiyor. Bir yandan da taş, kiremit parçalarını atıyorlar. Birden Ali'yi görüyorum. Üzerinde naylon bir eşofman, çakmağı elinde öne fırlamış: "Ben hazırım yoldaş" diye sorumlu yoldaştan onay istiyor. Ali sabırsız. Bir an önce düşmanın üzerine atılma gayesinde. Çakmak yanıyor ve Ali alev topu olmuş, düşmanın üzerine koşuyor.

Duvarın ötesinde olup bitenleri görüyoruz. Alçaklar saldırıyorlar, çakallar gibi üşüşüyorlar yoldaşımızın başına. Sonra hastahanede Ali'nin durumunun ağır olduğunu, Ankara'ya sevk edildiğini öğreniyoruz. Aradan bir-birbuçuk ay geçiyor. Ali'yi diğer yoldaşlarımın aksine bir kez daha görme mutluluğuna erişiyorum. F Tipi tabutluklara getirildiğimizden, bir-birbuçuk ay sonra gittiğim hastaneden dönerken ringin içine birden Ali'yi getiriyorlar. Yine gözleri çakmak çakmak. Bartın'daki gibi. Mutlu. İncecik bir giysi var üzerinde. Vücudundaki yanık izlerini arıyorum gözlerimle. Havanın soğuk olduğunu, başka giysisinin olup olmadığını soruyorum. "Bir çuval var" diyor. Cildi yeni iyileştiği için, kalın giysilerin tahriş ettiğini söylüyor. "Böyle iyi" diyor. Birbirimizi gördüğümüze öyle seviniyoruz ki, sanki yıllar sonra karşılaşmışız gibiyiz. Ona uzun bir süre her an şehit haberini beklediğimizi söylüyorum. "Evet" diyor, "hastanedekiler de çok korktular. Vücudumun her yanını yaralar kapladı. Sonra şişme yatak getirdiler. Ondan sonra iyileşti yaralarım."

Konuşuyoruz yol boyunca ben F tipini, örgütlülüğümüzü, yaşadıklarımızı anlatıyorum. O hastanede olup bitenleri. Sincan'a getirileceğini ummuyormuş onlar, Eskişehir'e götürüleceklerini düşünmüşler. O sırada Eskişehir'e götürülen aileler vardı. Bir de Sincan'ın kapasitesinin dolduğu söylenmiş. Olsun dedik diyor. "Biz de Eskişehir'i açarız."

Cengiz şehit düştükten sonra Ali'yi de tekrar hastaneye geri götürdüler. Aylarca hep iyi haberlerini gönderdi hastaneden. İçin için sabırsız, cellatlara fırsat vermemek için de bilincini açık tutacak kadar iradeliydi. Ayları, mevsimleri devirdi. En son, şehit düşmeden önce "ölemiyorum bir tek soluğum kaldı, ölemiyorum." dediğini bir de "yoldaşlarıma selam söyleyin" dediğini duyduk.

Zafere duyduğu inanca şehitlerimizin yanına ulaşmak için gösterdiği kararlılığa biz işte böyle tanık olduk Alimizin.

Şimdi sana son bir diyeceğim var. Bunu Ali söylemişti: “Bir türküdür direniş...” Ali hastaneden yamacımıza geldiğinde, biz de pencereden gözlerimiz sana ve diğer yıldızlara takılı Ali'ye tekraralamıştık bu türküyü. Onun sevdiğini bildiğimizden onun sevdasına emsal geldiğini bildiğimizden... Bu türküyü de dinle ve bir gece yarısı yahut tan atmazdan önce uyuyanların kulağına usulca fısılda.

De ki, Ali'nin kavgası sürüyor, sürüyor Ali'nin türküsü. Esen yellere karışmış, buğday başaklarının arasında bereketli bir hışırtı oluvermiş, sular gibi çağıldıyor, de ki usul usul yayılıyor her yana. Büyüyor, gürleşiyor, toklaşıyor.

De ki, dinleyin bu Ali'nin türküsüdür. Ali gibi ölümsüzlük şerbetini içenlerin. Bıraktıkları yerden yükseliyor bayrakları.

De ki, Ali tüm dağa-taşa, uçan kuşa, hancılara, yolculara, cerenlere, yarenlere, ağaca, suya, doğaya, insanlara, vatanına selam ediyor.

Selam olsun O'na. Selam olsun O'nun gibi kar altında deniz düşü görenlere. Selam olsun, kefenini bulut, mesleğini umut eyleyenlere. Selam olsun Ali'lere.

6 Temmuz 2001

 

***

 

Bir yoldaşı, Ali Koç’un son günlerini ve

şehit düştüğü anı anlatıyor:

 

8. Temmuz'da şehit düşmeden 10 gün kadar önce bilinci gidip gelmeye başladığında doktorlar sürekli gelip kontrol ediyor, bilincinin kapanacağı anı kolluyor ve "müdahale edeceğiz" diye tehdit ediyor.

Ali annesine "anne bunlar akbaba gibi başımda bekliyorlar. Sen her zamanki gibi zamanında girip çık yanıma. Kötü olduğumu onlara belli etme" diyor.

O günlerde diğer hapishanelerde tahliye olan direnişçilerin haberini aldığında "köyüme gidip yatağımda şehit düşseydim. Kızıl bandım alnımdayken şehit düşseydim" diyor.

Annesi doktorların "müdahale edeceğiz" tehditlerine karşılık doktorlara "Bırakın Ali'm rahat ölsün, yetmedi mi çektirdiğiniz işkence, acı çekmeden ölmesine bile izin vermiyorsunuz, beni odadan bağlamadan çıkaramazsınız. Ali'me ben yanındayken müdahale edemezsiniz" diyor. Doktorlar ise ona Sen bizi mesleğimizden mi edeceksin, O ölürse bizim geleceğimiz biter. Bakanın kesin emri var" diyorlar.

Nitekim, Ali’nin bilinci kapandığında anayı zorla dışarı çıkarıp müdahale ediyorlar. Kalbi duruyor ve makineye bağlıyorlar. Yoğun bakıma alıyorlar. Makineye bağlı olduğu süre içerisinde kalbi yavaş atıyor. Doktorlar ve hemşireler sürekli yanında duruyor ve anayı içeri almıyorlar. Ertesi gün bilinci yerine geldiğinde serumu çekip atıyor ve müdahale edilmeden önce kaldığı odaya gitmek istediğini söylüyor. Annesine "Yoldaşlarıma söyle ben ihanet etmedim. Zorla müdahale ettiler." diyor. 240'lı günlerde annesine "Cengiz 153. günde şehit düştü. Ben niye ölmüyorum. Vücudum bitti, niye ölmüyorum?" diyor.

Birkaç gün sonra bilinci yine kapanıyor ve yine zorla müdahale ediyorlar. Ama damar bulamıyorlar, vücut serumu almıyor. 8 Temmuz'da tekrar müdahale etmek için geldiklerinde, tekrar damar bulamıyorlar ve damar bulabilmek için bileklerini kesiyorlar. Yatak kan içinde kalıyor. Kendine geldiğinde hastane koridorlarında çınlıyor sesi, bir deri bir kemik kalmış o bedenden çıkan o gür kararlı sesi. "Alçaklar, şerefsizler, akbabalar. Direnişimi kırmaya çalışıyorlar. Direnişimi kıramayacaksınız. Cengiz gibi patlayacağım beyninizde..."

Akbabalar tüm işkencelere rağmen, serumu verip mezarsız ölü haline getirebilmek için Ali'nin bileklerini kesmelerine rağmen artık yapacakları bir şey kalmıyor ve serumu çıkarıyorlar. Şehit düşmeden, bilinci kapanmadan önce "Anne sakın beni almadan gitme buradan, Cengiz gibi düşmanın eline geçmesin cenazem. Çok acı çektin biliyorum ama sen güçlü bir anasın. Ayakta kalmasını bilirsin. Sen de bu güç olduktan sonra atlar gibi dimdik ayakta öleceksin.Yoldaşlarımı çok seviyorum. Halkımı çok seviyorum" diyor. Şehit düştüğünde yüzündeki gülümseme aslında her şeyi anlatıyor. Ali'yi mezarsız ölü haline getirmek için yapmadıkları eziyet kalmayan akbabalara, Mengele artıklarına en güzel cevabı veriyor...

 

Geri