Abdullah BOZDAĞ'ı Yakınları,
Yoldaşları
Anlatıyor:
Yoldaşlarının ortak anlatımıdır:
MARDİN-KIZILTEPE'DEN İZMİR'E...
Malatya'dayız... Dizlerine kadar ulaşan karların
içinde tam bir sessizlikle sürünüyor "Gerilla Birliği". Apo eliyle işaret veriyor kalkmaları için. Birkaç gün önce
derste öğrendiği işaretler. 5-6 arkadaş karın içinde doğrulurken soğuk ve
ıslaklık umurlarında değil. Birden "düşman" diyor Apo
içlerinden birini göstererek ve kartopları havada vuruşmaya başlıyor. Az önceki
sessizlik yerini havalandırmayı çınlatan şen kahkahalara bırakıyor bir anda.
Kimimiz havalandırma kapısından, kimimiz camdan gülerek izliyoruz bu manzarayı.
Hayatları boyunca doğru-dürüst kar görmemiş
"Adana Grubu" bu sabah uyandıklarında havalandırmadaki karı görünce
başta Apo olmak üzere fırlamışlardı dışarı. Kah karlarda yuvarlanıp kah içerdekilere kartopu atarak
karın tadını çıkarıyorlar şimdi. Biz de arasıra
"Yeter hasta olursunuz" demekle birlikte izlemekteyiz bu kartopu
savaşını.
1994 yılının bu kara kış sabahında boynundan hiç
çıkarmadığı kırmızı puşusi, cıvıl cıvıl
gülüşüyle Apo'yu hatırlarken daha gerilere gidiyorum.
O günün tam tersine sıcak, sımsıcak bir Adana
sabahında tanışmıştık. Ben yeni bir yoldaşla tanışmanın heyecanı ile, Apo ise ölesiye merak ettiği,
defalarca hazırım dediği yeraltına adım atıyor. Ve geliyor. Yaşına göre oldukça
büyük gösteriyor. Kıpır kıpır,
heyecanlı. Parola ve tanışma faslından sonra bir sarılıyoruz
birbirimize.
Bu özelliğini sonradan fark etmiştik. Apo, tam olarak hareketsiz duramıyordu. En basitinden ya
ayaklarını, ya ellerini oynatırdı hafifçe. Bazen şaka olsun diye yatırıp
tamamen hareketsiz bırakınca kızardı. Ama bunlar çok sonra, hapishane
günlerindeydi. Ondan önce ise dolu dolu yaşanmış bir
altı ay vardı.
Apo, aslen Mardin'li
(Kızıltepe) Sincar aşiretinden bir Kürt çocuğuydu.
1975'de doğmuş, göç dalgasıyla beraber Adana'ya gelmişti ailesi. Adana'nın Dağlıoğlu Mahallesi'ne.
Dağlıoğlu Mahallesi Kürt
yurtseverlerin ve buna bağlı olarak da devlet terörünün yoğun olduğu bir yerdi.
Bu yüzden devrimciler, faşizm gerçeği dilden dile efsane gibi anlatılan
mücadele yaşamı ona yabancı değil. Tam tersine onun doğal ortamıydı. Akıcı bir
şekilde konuştuğu Kürtçesi, hayranlıkla anlattığı Kürdistan... Onun bilincini
de berraklaştırmıştı.
Ancak Apo'nun bu atmosfer
içinde tercihini devrimci hareketten yana yapmasında bir olayın özellikle
etkisi vardır. Atılım yıllarında devrimci adalet eylemlerimizle düşmana
darbeler indirirken Adana'da silahlı mücadele gelişip, güçleniyordu. İlkokuldan
sonra okuyamamış ve çeşitli işlerde çalışmış olan Apo
işte bu eylemlerden birine bizzat tanık olur. Faşist General Temel Cingöz'ün
Silahlı Devrimci Birlikler tarafından cezalandırılması eylemidir bu. Ve onun
hiç unutmadığı bir anısıdır. Sabah çalıştığı işyerinin penceresinden herşeyi izlemiş ve o sahneyi bıkmadan-usanmadan anlatmak
üzere belleğine kazımıştır.
Çok geçmeden Apo Mücadele
okuru olur ve bir süre sonra demokratik alanda örgütlü ilişkilere girer. Özgür-Der'de faaliyet yürütür. Yıl 1992'dir.
Coşkulu, heyecanlı ve herşeye
gönüllü Apo... Kısa zamanda kendi mahallesinde bir
çevre de oluşturur. Hareketimizin Kürt halkına uzanan ellerinden biridir. Daha
ileri görevlerde özellikle Kır Gerillasında görev alma isteğiyle 1993
başlarında yeraltı ilişkilerine dahil olur. Ve silahlı
halk milislerinde yer alır. Darbeciliği alt ettiğimiz, yeniden mücadeleyi
yükselttiğimiz bu süreçte Apo da atak ve gözükara bir savaşçı olarak eylemden eyleme koşar. Her
fırsatta da kır gerillası talebini yeniler. Özellikle Toroslardaki
birliğimizin şehitler vermesi onu derinden etkilemiş ve hesap sormak için
yanıp-tutuşmuştur.
1993 yılı sonunda gerçekleşen bölge operasyonunda Apo da tutsak düşer. Ve 1.5 yıllık
tutsaklık süreci başlar. Hareketin karşısında eksik ve hatalarına rağmen
coşkulu, azimli ve herşeyiyle mücadeleye adanmış bir
genç vardır. Hapishane onun için tam anlamıyla okuldur. Zaman zaman zorlandığı olmuştur. Ancak hiçbirisi onu devrimci
yaşam ve ideallerden alıkoyamaz. Herkes onu, neşeli, paylaşımcı, coşkulu bir
yoldaş diye hatırlar.
Sadelik ve alçakgönüllülük onda göze çarpar. Hata
yapan, yanlış konuşan-davranan olabilir, veya
kendisine karşı da bunlar yapılabilir. Ama ne olursa olsun hiçbir zaman küçük
burjuva gururun gölgesi bile görülmez. Bu bencilce anlamsız gururun aslında
düzen kimliğini koruyan zavallı bir "zırh" olduğunu sık sık tekrarlar. Onun
için gurur duyulacak tek şey devrimci olmaktı.
Partimizin kuruluşunu hapishane koşullarında öğrendi
bir çoğiumuz gibi. Parti'li, Cephe'li sloganlarda
ışıl ışıl yandı gözleri. Onun en sevdiği şeylerden
biri de Parti-Cephe sloganını Kürtçe attırmaktı.
1.5 yıl sonra 1995 baharında tahliye oldu. Verilmiş
sözler vardı. Kimsenin de şüphesi yoktu zaten. o bizim
"Milis Apo"muzdu.
Yıllar sonra Ege'de yine kavganın içinde tutsak
düştü. Ve duyduk ki 2000'de ölüm orucu birinci ekiplerinde kuşanmış kızılbandını. Kızılbant bağlılığının,
her türlü zorluğu ve hatalarına rağmen devrimde ısrarının, emek ve çabanın
ürünüydü.
Bu onuru yaşadı.
Ve bu onurla kahramanca şehit düştü. Kızıltepe'den
İzmir'e uzanan bir yaşam çizgisinde saflık, temizlik ve halklarımızın
özgürlüklerine duyulan bir hasret vardı.
Değerli anısı her zaman yaşayacak.
***
Bir yoldaşı Apo'nun
son anlarını anlatıyor:
Apomuz "İlginç'i örnek alıyorum kendime" diyordu. "Son nefesinde yüzümde tebessüm
olacak" diyordu. Ve dediğini yaptı.
Sessiz, mütevazi, neşeli,
hoş sohbet Apo'muz gülerek gitti. Sessiz, mütevazi, neşeli, hoş sohbet Apo'muz
gülerek gitti.
Sokaklarda büyümüştür Apo,
15 yaşında fırında çalışmaya başlamış... Bir gün çalıştığı iş yerinde sabah
otururken Temel Cingöz'ün "akibetine" tanık
olmuş. Sonrasında da aramış bulmuş bizimkileri...
Adana sokakları, Malatya Hapishanesi, İstanbul büro,
Ege, Bergama, Apo'muzun bildiği-bilindiği
diyarlardır. Bergama, özgürlük faaliyetinin açığa çıkmasından sonra operasyon
sonrası Buca'ya gelmiştir. Büyük yolculuğumuza
başladığımız günlerde şiarımız şöyleydi: "Erhan olmaya gidecektik kaldık. Şimdi Berdan olacağız..."
Apo'muz Buca'mızın
ilk Berdan'ı oldu... Berdanlaşmaya
koştuğu son anların yine onunla aynı kervanda bir yoldaşımız yazmış bize...
O gün onun için hayatının en önemli anı; arkadaşları
Apo ve Celal peşpeşe
düştüler. Ve bu ana tanık olan yoldaşımız, o
günü şöyle anlatıyor:
"Biliyorsunuz, 9 Nisan'da Kenan'ın aramızdan alınıp,
müdahale için sessizce götürülmesini protesto etmek için o pazartesi biz; su,
tuz, şekeri kendi insiyatifimizle kestik.
Celal'ler ise, tuz ve şekeri kestiler. Pazartesi
günü sorun yaşadık. Salı günü ise, fiziki olarak etkisi görülmeye başladı...
İlk olarak Celal gündüz lavoboya çıktığında istifra
etmiş, su almada zorlanıyordu.
Apo'da da halsizlik artmıştı.
Celal gündüz 2-3 kere daha kustu. Hemen hemen hiç su
alamıyordu. Salı günü, yani 10 Nisan'da saat 23.00 civarında Apo da ilk kez kustu. Gece de uyuyamadı. Ve sabaha kadar
toplam beş defa çıkardı. Çarşamba günü her ikisi de yataktan çıkamayacak kadar
halsizdi...
Fakat bu yatalak şekilde değil de, hani çok aşırı
derecede yorgun olursun da yataktan çıkmak istemezsin ya, öyleydi...
Türk Tabipler Birliği'nden Fatih Sürel
Kök falan geldi öğlene doğru... Bize bilgi verdi. Kenan'ın durumunu,
gelişmeleri vs. anlattı. Biz de iade ettiğimiz, odadan dışarı verdiğimiz "erzakımızı"
odalara aldık. Hatta bunların taşınmasında Apo da
yardım etti bana. Su, tuz, şeker almaya başladık. Ama ne Apo,
ne de Celal bunları alamıyordu.
Özellikle su konusunda içmeleri için ısrar ettim.
Ama içtikleri gibi çıkarıyorlardı. Çıkardıklarını da telafi edemiyorlardı. Bu
arada sohbet ediyorduk. Yani bilinç vs. anlamında bir sorun yaşamadık.
Doktorlar hemşireler gelip-gidiyorlardı. İçimizdeki en sağlam iki kişi olan Apo ve Celal'den şüphelenmediler. Ki onlar da yatakta
oturur vaziyetteydiler ve bilinçleri de açıktı. Akşam Celal'in durumu
ağırlaştı. Bilinci gidip-geliyordu, inliyordu. Su içirmeye çalıştım ama olmadı.
İnlemeleri arttı. Söylenenleri anlayamıyordu. Daha önce 2-3 kere tekrar edince
tepki veriyordu. Sürekli yüzü duvara dönük duruyordu. Ama saat 22.00 civarları
artık hiç tepki vermiyordu. Çevirdiğimde, ki Celal
kilo olarak da en irimizdi, yüzünü yine duvara dönüyordu. Bu arada Apo da aşırı derecede halsizleşmişti. Yataktan
kalkamıyordu. Yarım bardaktan az su içirdim, onu da çıkardı. Bu arada bilinci
açıktı ve sürekli konuşuyordum... Kısa cevaplar veriyordu. "Kürdoğlu var mı böyle yatmak, ağaçlar
gibi gideceğiz diyorduk ya ayakta. Hadi aslanım birazcık iç şundan, sık
dişini..." falan diye konuşuyordum. En son gece 24.30-01.00 arası
sohbet ettik. Daha doğrusu ben konuştum o tebessüm ederek, başını sallayarak
cevap veriyordu.
En son; "Bugün
çok yoruldum, dinleneceğim, su alabilirsem yine kalkarım ayağa" dedi.
Yattık. Gece Celal'in durumu ağırlaştı. Fakat hiçbir şeye tepki vermiyordu.
Sabaha karşı 03.30-04.00 civarı şehit oldu. Apomuzun
da durumu bu saatlerde ağırlaşmaya başladı. Bilinci artık kapanmıştı. Pipet ile
su, şekerli su verdim. İnlemeleri ilerleyen saatlerde arttı. Hıçkırıklar
başladı. Bilmiyorum beni bazen duyuyordu galiba. Kimi zaman elini, başını,
saçlarını vb. okşayışımda tebüssümle karşılık
veriyordu. Gözleri özellikle hıçkırıkları artınca hemen hemen
açıktı. Fakat daha çok gözlerinden acı görünüyordu. Sabaha doğru saat 06.00
civarı hıçkırıkları arttı. Ve bir süre daha devam etti. Hiçbir şeye tepki
vermiyordu artık. Azrailin ümüğünden tutmuş, var
gücüyle sıkıyor, koşmasına izin vermiyor. Kesik kesik
soluk alıyordu.
Hani 1996 Ölüm Orucunda Yemo'nun
şehit düşmeden önceki soluk alış-verişleri vardı ya, öyle... 08.30 arası son
nefesini vererek güneşe doğru kanat çırpmaya başladı. Gökyüzündeki diğer
kahramanlarımızın boranlarımızın yanına doğru süzülüverdi yanımdan. Birbirimize
sözümüz vardı. Koşullar uygun olursa ilk hangimiz şehit olursa, kırmızı renk
ağırlıkta üstümüzü değiştirecek, bu iş için aldığımız ıslak mendille vücudumuzu
silecektik.
Sabah uygun bir şekilde arkadaşlara haber verdim.
Kafama takıldı. Ya şehit düşmemişlerse diye.. İlk defa
yaşıyorum böyle bir durumu. Nabızlerınden
anlayamadım.
Bir ayna istedim nöbetçi gardiyanlardan... Aynayı
ağızlarına tutup 20-30 saniye bekledim. Hiç buhar yoktu. Apo'nun
üstünü çıkardım ıslak mendil ile sildim, Daha sonra kırmızı süveter giydirdim.
Celal'in de ıslak mendille başını, burnunu, yüzünü sildim. Artık doktorlarla
hemşirelerin kontrol vakti geliyordu. Celal zaten uyuyormuş gibi yani gözünü
duvara dönmüş yatıyordu.
Apo'nun da battaniyesini çektim
yukarı doğru ve göz bandını gözlere çektim. Birazdan kontrole geldiler. Ben de
yeni uyanmış havası vererek onlarla sohbet ettim. Şehitlerimizi sordular. Gece
çok uyumadılar vs. dedim. Dikkatlerini daha çok kendi üzerime çekmeye çalıştım.
Her neyse onları da atlattık. Nihayetinde şehitlerimizi açıkladık. Ve
geleneklerimize göre tören yapmak istediğimizi söyledik.
Hasımlarımız şok içindeydi. Hiçbiri, hiç kimse
beklemiyordu. Hem de en sağlam iki kişinin şehit olabileceğine inanmıyorlardı.
Hemen gelip kontrol ettiler, doktorlar da geldiler. Bayan savcı da geldi, ne
yapacağını, ne diyeceğini bilmiyordu. Kolay değil...
Buca cephesinden aslanlar gibi iki bomba savurmuştuk
hainin siperlerine... Daha sonra ikişer ikişer
gelerek şehitlerimizin alınlarından, yanaklarından öptük. Sol yumruklarımız
havada saygı duruşunda bulunduk.
Celal'in cenazesini yoldaşı Berna'nın verdiği
kırmızı bir oyalı yazma ile bağlamıştım. Son olarak Apo'ları
götürürken "BİZE ÖLÜM YOK" dedik.
Apo ile konuşurken işimizi çabuk
bitirmeliyiz dedik. Bilinç kapanıklığı vs. çok kısa sürdü, doktorların
geliş-gidiş saatlerinin arasında çalım atabilmeliyiz diye sohbet ediyorduk.
Çünkü bilinç kapanıklığı şuur bulanıklığında alıp
sessizce götürecekler ve serumu dayayacaklardı...
Onlar bunu başardı...
***
Abdülbari Yusufoğlu yoldaşı Apo'yu
anlatıyor:
“Apo abiye sevgimi, ... ekipleri söylediğinde görmüşlerdi. Hemşerim (Mardin) olan Apo abi, mütevazi,
kararlı, sevgi dolu bir abimdi. Apo
abi Mardinli ancak Adana’da büyümüş. Fırında çalıştığı
için çok hamarattı hamur işlerinde. Ailelerle ilişkileri çok iyidir. Ailesi pek
gelmezdi. Ancak bütün ailelerin evladı gibidir. Benimkiler de onu çok sevdiler.
Şehit olduğunu öğrenince çok üzüldüler, diğer aileler gibi.
Yeşilyurt’ta bir kez daha onu ve diğer
arkadaşları görme şansı bulunca onu gördüm. Seni seviyorum, herkes selam
yolluyor deyip durdum ona. Bir kişiye müdahale olunca tuz-şeker-suyu kestiler
ve içlerinden en sağlam görünen Celal ve Apo,
kendilerini toparlayamadılar ve şehit düştüler. Gece şehit düşmüş Celal, Apo abi de 8.00 gibi.
Doktorlardan bir şekilde saklamışlar. Daha sonra açıklmışlar.
Tören yapmışlar orada. Şiirler-marşlar, sloganlarla uğurlamışlar. Onlar içirde bunları yaparken biz dışarıda duruyorduk. Hastane
bahçesi ağıtlarla, gözyaşları ile doluydu. Apo abinin babası vardı. Çok sakindi. Aynı gün Apo abiyi İstanbul’a uğurladık. O tabutu
dokunurkenki duygularım var ya, öfke öfke öfke...”