YER: Ankara
Ulucanlar Hapishanesi
TARİH: 26 Eylül 1999
“(...) Daha
sonra kan kaybı ve gazların etkisiyle kendimizden geçmiş bir halde cop ve
dipçik darbeleri altında sürüklenerek hapishane hamamına götürüldük. Mengele
artığı doktorların gözetiminde erkekler çırılçıplak soyularak hamamda bayanlar
tek tek seçilip ziyaret yerinde işkenceye alındık...” (Devletin Cezaevlerinde
Öldürme Özgürlüğü-2/ Boran Yayıncılık/ sayfa:47)
“(...)
İsmet Kavaklıoğlu gözlerimizin önünde hamamda
saatlerce işkence yapıldıktan sonra odunluğa sürüklendi ve slogan attığı için
odunla kafası parçalandı. Odunluktaki hızar makinasıyla
boğazı kesilerek katledildi. Öyle bir vahşet uygulandı ki iki gün boyunca
tanınmaz hale getirilen cesedinden kimliği tespit edilemedi.” (Age. syf:49)
“(...)
Katletmek için gelmişlerdi. 20-30
kişiyi gözden çıkardık, çekinmeyin’ diye emirler aldıklarını telsiz
konuşmalarından kulaklarımızla duyduk. Katledileceklerin isimlerini önceden tespit
edip hazırladıkları listeleri gözlerimizle gördük. Listede isimleri olanlarımız
tek tek işkenceli sorgulara alındı. Ayaklarımıza kafalarımıza
kurşun sıkıldı, boğazımız kesildi, elektrik verilerek, gözlerimiz çıkartılarak hayalarımız burularak işkenceler yapıldı. Tam sekiz saat boyunca.... Öğlen 11:00’dan akşam 19:00’a
kadar. Ve bu işkenceler sonrasında bazı arkadaşlarımız hamamda öldürüldü.
Hastaneye götürülmeyip orada bekletilenler, yaralarına müdahale edilse
kurtarılabilecek durumda olanlar kan kaybından öldürüldü. Otopsi raporlarında
vücutlarında kan tespit edilmeyen cesetler işte bunun kanıtıdır...” (Age. Syf: 47)
Yukarıdaki anlatımlar Ulucanlar katliamını yaşayan
ve yaralı olarak kurtulan devrimci tutukluların mahkemedeki “Ulucanlar Savunması”ndan
alınmıştır. Bir sonbahar sabahı, sonbaharda ömrünü doldurmuş sarı yapraklar hafif
bir rüzgardan bile kopup düşüverirler. Ama 26 Eylül’de
yaşına doymamış gencecik taze fidanlar, devletin MİT’i, JİTEM’i,
özel timi, askeri, sivil polisleri ve hapishane idaresince kurşunlanarak
dallarından koparıldılar.
Daha önce de devletin hapishanelerdeki katliamlarına
tanık olundu. Buca, Ümraniye, Diyarbakır hapishanelerinde onlarca devrimci
tutuklu kalaslar, çivili sopalarla kafaları, gözleri, tüm vücutları
parçalanarak katledildiler. Ulucanlarda ise ilk defa ateşli silahlar
kullanıldı. “...Mazgallardan, yakın mesafeden kafamıza, göğsümüze nişan
alınarak öldürmek amacıyla yüzlerce kurşun sıkıldı...”(Age. syf: 47)
Ne ilk ne de
son olan bu katliamlar; devletin hücre politikasını rahat uygulayabilmek için
devrimci tutuklulara gözdağı vermesidir. Ama devrimci tutuklular devletin bu
tür saldırılarının 1996’daki Ölüm Orucu direnişinde ya da Ümraniye, Buca ve
Ulucanlar hapishanesinde olduğu gibi bedenlerini barikat yaparak
püskürtmüşlerdir. Çünkü onların bedenlerinden başka silahları yoktur hapishanelerde.
Onların en güçlü silahı, yaşatmak için ölümü göze alan bir bilince sahip
olmalarıdır. İnançları, kararlılıkları ve cesaretleridir. Bunları korumak için
ölmeyi göze aldıkça hep özgür kalacaktır.
VE ONLAR
ÖLDÜLER YENİLMEDİLER?
Katillerin amacı sadece Ulucanlar’la
sınırlı değildi. Kademe kademe hapishanelerin hepsine
saldırmak, bütün devrimci tutukluları teslim almaktı. Tabi sadece bu kadar da
değildi amaçları. Katliamla devletin amaçladığı beyinlere korku tohumları
ekmek, bu korku ile teslim almaktı. Çünkü sömürü ve saltanatlarının sürmesi
buna bağlıydı.
İstiyorlar ki; Cotaralliler,
Clintonlar ülkemizde elleri ceplerinde babalarının
çiftliğinde dolaşır gibi dolaşsınlar.
İstiyorlar ki; açlığa, zulme, depremlere karşı bu
halk en ufak bir başkaldırı göstermesin.
Onlar sadece devrimci tutuklulara değil bütün bir
halka “teslim olun” diyorlardı.
Katliam... Evet 26 Eylül
1999’da Ulucanlar’da bir katliam yaşanmıştı. Türkiye’de
bir hapishane gecenin bir yarısında kuşatılmış, koğuşlardaki devrimci
tutuklular bomba ve kurşun yağmuruna tutulmuştu. Sonra 10 devrimci tutuklunun
katli, onlarcasının yaralanması, saatlerce işkence...
Sonra...
Sonra, katledenler kan izlerini bıraka bıraka ülkemizin sokaklarında dolaşmaya devam ettiler. Evlerine
gittiler, içki içtiler, tatil yaptılar, ikramiye aldılar. Güldüler, konuştular,
uyudular ve yeni katliam hazırlıkları yaptılar. On devrimci tutuklu katledildi,
cenazelerine bile tahammül gösteremedi katledenler. Onlarca tutuklu yaralandı.
Ve yaraları hala kapanmadı.
Ulucanlar duvarlarından hala kan sızıyor.
Sonra...
Sonra ne oldu? Avrupa Birliği’nin
demokratikleşmenin, hukuk devleti olmanın reklamının yapıldığı bu ülkede katledilenler,
yaralı kurtulanlar hakkında dava açıldı.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı operasyona katılan
145 kişilik jandarma ekibi hakkında, “yasadan kaynaklanan yetkilerini
kullandıkları” gerekçesiyle dava açmaya gerek görmezken, beş ölümden 86 tutuklu
ve hükümlüyü sorumlu gösterdi.
Başsavcılık: isyan çıkarmak, adam öldürmek, kamu
malına zarar vermek, ruhsatsız silah ve patlayıcı madde bulundurmakla suçladığı
tutuklulardan biri hakkında 45 yıl, 48’i hakkında 162’şer yıl, 31 kadın tutuklu
hakkında ise 103’er yıl ağır hapis olmak üzere toplam 12 bin 175 yıl hapis
cezası istedi. Yani katledilen, işkence gören devrimci tutuklular suçlu ilan
edildiler...
Neden?
Çünkü, direnmişlerdi.
Çünkü, ölüm, işkence pahasına
onurlarını korumuşlardı. Ve Ulucanlar’da bir gece
yarısı “Teslim ol” çağrılarına “öleceğiz” dedikleri için en büyük suçu işlemişlerdi.
Saatler boyu işkence görmelerine rağmen
inançlarından kararlılıklarından vazgeçmeyen devrimci tutuklular bu kez de
böyle cezalandırılmak isteniyordu. “Teslim olmazsanız öldürür, on yıllarca
hapis cezası veririz” deniyordu. Ve Ulucanlar’daki
vahşetin sorumluları kendilerini böyle aklamaya çalışıyordu. Bu dava ile
katiller aklanacaktı, “elleri soğutulmayacak”, yeni katliamlara devam edeceklerdi.
Bu dava ile devrimci tutukluların hücrelere konulması meşrulaştırılacaktı.
Devrimci tutuklular suçlu ilan edilecekti.
TBMM İnsan Hakları Komisyonu üyelerinin bile
izleyemedikleri görüntüleri yaratanlar değil, yaşayanlar cezalandırılacaktı.
Bir yandan tutuklular hakkında dava açılırken diğer yandan TBMM İnsan Hakları
Komisyonunun incelemeleri engelleniyordu. Katiller, katliamlarını kendilerine
bile açıklayamıyorlardı. Yalan söylüyorlardı. Tutukluların birbirlerini
öldürdüklerini söyleyebilecek kadar alçak ve ikiyüzlüydüler.
“Sanık
Cemal Çakmak’ın cezaevinde aramada elde edilen av tüfeği ile Aziz Dönmez, Zafer
Kırbıyık, İsmet Kavaklıoğlu’na
ateş ettiği ve bu üç tutuklunun ölümünün av tüfeği ile yapılan atıştan olduğu...” (Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı iddianamesinden)
Ankara Cumhuriyet Savcılığı, devrimci tutukluların
arama yapılmasını kabul etmedikleri için operasyon düzenlendiğini söyledi.
“Ankara
Kapalı Cezaevinde terör suçlularının kaldığı 4-5 ve terör bayanlar koğuşunda
ciddi boyutta tünel ve silah olduğuna dair jandarma Alay Komutanlığı ve il
Emniyet Müdürlüğünde istihbaratı yazılar gelmesi, ayrıca 2.9.1999 tarihinde bu
koğuşlarda kalan terör suçluları (PKK) örgüt mensubu hariç adli tutukluların
kaldığı koğuşun havalandırma duvarını yıkarak 7. koğuşu işgal etmişler ve koğuşta
kalan adli tutukluları koğuş bahçesine çıkarmışlardır.
“Bu
eylemlerden sonrada sayım vermemek görevli personeli denetim gözetim için
koğuşa almamak koğuş kapılarını kapattırmadıkları bu durumda arama yapılamaması
üzerine 26 Eylül 1999 tarihinde saat 4:00’de genel
arama için jandarma güvenliği içerisinde içeriye girildi. Jandarma cezaevi
tedbirlerini aldı. Yukarıda bahsedilen koğuşlara arama için girildiğinde
koğuşlarda kalan terör suçluları derhal koğuşlarına çekilerek hem havalandırma
kapısına hem de koğuş kapılarına önceden hazırladıkları barikatları kurdukları,
görevli cezaevi personeline ve güvenlik güçlerine karşı ateşli silah molotof kokteyli ve tüplerle saldırıda bulunmuşlardır...” (Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı iddianamesinden)
Tünel vardı demişti Cumhuriyet Savcısı. İdare
tarafından acemice kazılmış tüneli burjuva basın bile kabul etmezken savcının
devrimci tutukluların kullandığını söylediği silahlarsa bir türlü bulunamamıştı.
Yıllardır arama yapılmıyordu iddiası kısa süre önce
yapılan arama tutanaklarıyla çürüdü.
Yapılan otopsiler ise, tutsakların kurşunlanarak
işkencelerden geçirilerek katledildiğini belgeledi. Devlet tüm çabalarına
rağmen Ulacanlar’da katliam amaçlı planlı bir saldırı
gerçekleştirdiğini gizleyemedi. Ama buna rağmen Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı
bu iddianameyi hazırladı. Adaletsizliğin hukuksuzluğun somut belgesi olarak
tarihe geçecek iddianemeyi...
Evet, Ankara Savcısı devrimci tutukluların
birbirlerini vurduğunu iddia etti. Adalet Bakanı H.Sami Türk, tutuklulardaki
darp izlerini, ölümleri; ranzadan düşmüşlerdir diyerek açıkladı. Bu yalanları
TBMM İnsan Hakları Komisyonunu bile ikna edemedi. Komisyon üyesi Sebgetullah Seydaoğlu, 12 Şubat 2000’de
basına yaptığı açıklamada, “Tutsakların gaz bombaları ve köpükle bayıltıldıktan
sonra hamamda öldürüldüğünü düşünüyoruz, çalışmamız, sonuca ulaşmamız
yetkililer tarafından engellendi” diyordu.
Adli Tıp raporları gerçekleri ortaya sermek için
yeterliydi. Çekilen fotoğraflar katliamın boyutunu, Ulucanlar’da
nasıl bir vahşet yaşandığını göstermeye yetiyordu.
Ankara Adli Tıp Kurumu’nun hazırladığı rapor
gerçekleri olduğu gibi yansıtmasa da işkence ve katliamın resmi belgesi
durumundadır. Katledilen tutsakların cesetlerinin morgda çekilmiş resimleri yayınlandı.
Yalnızca bu resimler bile katliamı belgelemeye yetti.
İşkenceciler, katiller hala görevlerini
sürdürüyorlar. Kim oldukları hala açıklanmadı. Kimin katlettiği, kimin işkence
ve katliam emrini verdiği, kimin planları hazırladığı sorularının cevaplarını
kimse vermiyor.
Ulucanlar katliamı sonrası, katliamın hemen ardından
avukatlar yaralı tutukluların anlatımlarına dayanarak bir rapor hazırladı ve bu
raporu TBMM’ye gönderdi. Bu raporda, “gözetleme kulelerinde bulunan 4 sivil
giysili şahıstan birinin olayları video kamera ile görüntülendiği” anlatılmıştı.
Katliamın videoya alındığı kanıtlanmış olmasına rağmen böyle bir kasetin
olmadığı açıklandı. Adli Tıp Kurumu’ndan çekilen 500-600 kare fotoğraflar için
de aynı şeyler söylendi. Kamuoyuna açıklamadılar; çünkü o kaset ve
fotoğraflarda vahşet vardı. Gizlediler, çünkü o kasetlerdeki görüntülerde eli
silahlı, kasklı, maskeli yüzlerce katilin nasıl bir katliam yaptıkları ayan
beyan görülecekti.
Devlet Ulucanlar’da çok
açık bir şekilde katliam yaptı. Fakat bunu açıklayamadı. Yalan söyledi.
Ulucanlar katliamının katillerine emirleri kimin verdiğinin açıklanmaması
devletin acizliğidir. Oysa devrimci tutukluların direnişi berraktır, nettir.
Katliamlar, saldırılar karşısında direnen onların inançları, halka vatana olan
sevgileridir. Doğru yaptıklarına olan inançlarıdır. Devrimciler meşrudur. Meşru
olmayan bu düzendir. İnandığı dava için, devrim için, halk için mücadele eden herşeyi göze alanları hiçbir güç yenememiştir. Buca,
Ümraniye, 84 ve 96 Ölüm Oruçları, Ulucanlar’da
ölümüne direniş bunun kanıtıdır.
Devlet Ulucanlar katliamından sonra da yeni katliam
saldırılarının hazırlıklarını yaptı. Katiller yine işbaşındaydı. Burdur
Hapishanesi’ne düzenlediği katliam girişimi, yine Bergama hapishanesine yönelik
saldırılar yaşandı. Devlet bu katliamların hesabını vermeden devrimci
tutukluları tümüyle teslim almayı planladığı hücreleri hayata geçirmeye
çalışıyor.
Devrimci tutukluların on yıllardır kan can bedeli
kazandıkları hakları, savundukları inançları hücrelerle teslim alınmaya
çalışılıyor. Onlar buna izin vermeyecekler. Bunun için ömürlerini ortaya
koyacaklar. Halkları ve vatanları uğruna bedenleriyle geleceği örecekler. Zafer
kazanacaklar.
***
“Cezaevlerindeki Eylemlere Karşı
Uygulanacak
Faaliyet Programı” ve ULUCANLAR KATLİAMI
Ulucanlar Hapishanesinde de koğuş sorunu nedeniyle
bir “eylem” başlamıştı. Ulucanlar’da devrimci
tutsaklar, 40 kişilik koğuşta 120 kişi kalmak zorunda bırakılmıştı. Tutsaklar
bir yıldır idareden yeni koğuş talebinde bulunuyorlar, ancak talepleri, çözüm imkanı olduğu halde çeşitli bahanelerle reddediliyordu. 10
ay sorunu diyalog yoluyla çözmeye çalışan tutsaklar, hiçbir çözüm niyeti görmeyince
2 Eylül’de bitişik koğuşu işgal ederek, sorunu fiilen çözdüler.
“Eylem” başlamıştı. MGK Genel Sekreterliği’nin
koordinasyonunda “acil önlemler” uygulanmaya başlanacaktı... “Acil önlemler”in içinde provokasyon vardı,
propaganda vardı, kamuoyunun yönlendirilmesi, ölüm mangalarının hazırlığı
vardı.
Ulucanlar’la ilgili neredeyse hergün haberler çıkıyordu burjuva medyada. Ama hiçbiri
tutsakların koğuş sorununu yazmıyordu. Bunun yerine yalan yanlış tutsakların
sayım vermediği, silahlı eğitim yaptığı vb. anlatılıyordu. Tutsak aileleri,
avukatlar açıklama üstüne açıklama yapıyorlar, bu açıklamalar da yer bulmuyordu
medyada.
Aynı günlerde idare, sayım almamaya başladı. Aile ve
avukat görüşü yasaklandı. Adalet Bakanlığı Müsteşarı İhsan ERBAŞ, 21 Eylül'de
yaptığı açıklamada, “cezaevinde yatak sıkıntısı olmadığını, koğuş işgalinin
başka nedenleri olduğunu” söyledi. Tutsakların sayıl vermediği iddia edildi.
Adalet Bakanlığı, sorunun çözümü için yapılan
girişimleri geçiştiriyor, sorun bilinçli bir şekilde tırmandırılıyordu. Aileler
saldırı ihtimalini gördükleri için son altı gündür hapishanenin dışında
sabahlıyorlardı. Katliamın gerçekleştirileceği gece, önce bölgedeki tutsak
yakınları uzaklaştırıldı, ardından bölge trafiğe kesildi. Sonuçta 21 Eylül’de Ulucanlar’a ölüm mangaları sokuldu. 10 devrimci tutsak
katledildi, 28’i de ağır yaralandı.
Katliam
öncesi yalan; sonrası
yine
yalan! Yalanın karargahı MGK:
Katliamın hemen ardından Ulucanlar hapishanesi
bahçesinde bir “tiyatro” sergilendi. “Arama”da bulunanlar
sergileniyordu güya. Masanın üstü silahlarla doluydu. Bir tiyatro oyununda
kullanılan silahlardı gerçi hepsi, ama olsun, uzaktan çekimde sahici gibi
görünüyordu. Bütün televizyonlar ve gazetelerde de böyle yayınlandı.
Gazetelerin kimine göre operasyon tünel ihbarı üzerine yapılmıştı, kimine göre
sevk ve nakiller için hapishaneye girilmiş, karşı çıkıldığı için de “bu olaylar”
çıkmıştı. Kimine göre “Güvenlik güçlerinin üzerine av tüfekleri ve kleşlerle ateş açılmıştı”;
Gerçeğin ne önemi vardı!
“Cezaevleri cephanelikti” diye yazdı 28 Eylül
tarihli Sabah. Aynı günkü Milliyet’in başlığı ise “cezaevi değil örgüt evleri”ydi. Aynı gün Hürriyet ise, "Beş dakika önce”
başlıklı bir haberle katliama “haklılık” kazandırma operasyonunu sürdürdü.
Haberde şöyle yazıyordu:
“Ankara Kapal
Cezaevi'ndeki teröristler, kanl isyan
başlatmadan 5 dakika önce ellerinde sopalarla hatra
fotoğraf çektirdiler.”
Ama bu çok aleni bir yalandı. Ertesi gün o
fotoğrafın Ulucanlar’da çekilmediği, aylar önce başka
bir yerde çekildiği açığa çıktı. Hürriyet, özellikle Ulucanlar konusunda büyük
darbe yemişti. Devreye Radikal girdi. “Cezaevi Gerçeği” adlı bir yazı
dizisiyle, oligarşinin demagojileri bir kez daha tekrarlandı.
Burjuva medya, MGK tarafından çok sıkı bir şekilde
yönetilip yönlendiriliyordu. O kadar ki, hapishanelerde Ulucanlar katliamını
protesto eylemleri sürerken gazete ve TV’ler MGK’dan yeni bir talimat daha
aldılar: Buna göre devrimci tutsaklara “siyasi tutuklular” denmeyip “teröristler”
denecekti. Emir hemen yerine getirildi.
Ulucanlar operasyonunu gerçekleştiren katliamcıların
kimseden hiç bir çekincesi yoktu. Sekiz saat boyunca tutsaklara işkenceye devam
ettiler. Bir çok tutsak işkencede veya kan kaybından
katledildi, ama medya ateş ettiler, sevke karşı çıktılar, tüneli sakladılar
yalanlarına pervasızca devam etti.
Adalet Bakanı Sami TÜRK Ulucanlar katliamının
ardından "Oraya silah kullanmak için gidilmedi... genel
arama yapılmak üzere gidildi. Saatlerce yapılan anonslarla kimsenin zarar
görmeyeceği söylendi. Buna rağmen ateş açıldı. Kaldı ki orada ölen tutuklu ve
hükümlülerden bir kısmının kendi silahlarından çıkan kurşun ve saçmalarla
öldüğü anlaşılıyor. Bu durum, örgüt içi infaz da olabilir." diyordu.
Oysa, kesin bir katliam planıyla
gidilmişti; Aramaya, sayım yapmaya, sevke... değil;
katliam yapmaya gidilmişti!
Ulucanlar’da saldırının başladığı
saatlerde Ecevit Amerika yolundaydı. 26 Eylül-1 Ekim arasında Clinton’un huzurunda olacaktı. Yola çıkarken gazeteciler havaalanında
Ulucanlar’a ilişkin “söylentileri” sordular. Şu
cevabı verdi:
“Ben İçişleri Bakanı’yla sürekli temastayım.
Devletin gücü cezaevlerinde gösterilecektir.” Bu cevapta hiç “aramaya”
gidildiğini gösteren bir emare var mı?
Ecevit, Brüksel’de mola verdikleri sırada, tekrar Ulucanlar’daki gelişmeleri soran gazetecilere
hapishanelerde “otoritenin ne pahasına olursa olsun sağlanacağını” söylüyordu
bu kez. Aynı 19 Aralık’taki gibi katliam kararı alınmış, asgari-azami “zaiyat” sayısı belirlenmişti. Kimlerin katledileceğinin listesi
bile vardı ellerinde.
Bunu o gün söyleyemedikleri için “Tünel vardı,
kaçacaklardı, onun için arama yapacaktık’ denildi. Fakat “zor” bir yalan
seçmişlerdi. Günlerce tüneli gösteremediler medyaya. Önce “4. koğuşa yoğun gazdan
dolayı hala giremedik” dediler, sonra yalancılıkları iyice teşhir olunca, alel acele kendileri bir tünel kazdılar.
MGK’nın yazıp yönettiği senaryo, her katliamda hep
aynı şekilde sahnelendi.
(Yukarıdaki yazı, Ekmek ve Adalet dergisinin 5 Ekim 2003 tarihli
80. Sayısında yayınlanan bir yazıdan alınmış bir bölümdür.)
***
ŞEHİTLER:
Ulucanlar'da 10 devrimci tutsak şehit
düştü. Bunlardan Cepheli olan üçü (İsmet Kavaklıoğlu,
Aziz Dönmez ve Ahmet Savran) dışındaki diğer
şehitlerin özgeçmişleri şöyledir:
NEVZAT
ÇİFTÇİ (HABİP GÜL) (TKİP)
"Nevzat ÇİFTÇİ yoldaş, Kürt kökenli yoksul
köylü bir ailenin çocuğu olarak, 1967 yılında, Elazığ ili Karakoçan ilçesi
Ballıca köyünde doğdu. Komünist hareketin saflarına daha en başından itibaren
(1987) bir işçi olarak İzmir'de katıldı...
1991'de bir grup işçi arkadaşıyla birlikte
tutuklandı. (...) İzmir-Kemalpaşa cezaevinde direngen tutumuyla öne çıktı. Ve
buradan Ekim'e Tekoşin imzasıyla yazılar yazmaya
başladı. Hapis cezası bitmişken ve para cezası nedeniyle yatıyorken, duvarları
delerek özgürlüğe kavuştu. (...) Firardan kısa bir süre sonra Ekim'in Adana il
örgütünde İl Komitesi üyesi olarak görev aldı. Çok geçmeden burada yeniden
tutuklandı. Gördüğü ağır işkenceye rağmen tam bir direniş çizgisi sergiledi ve
ifade vermedi. Bu andan itibaren üstünde bulunan sahte kimlikteki isimle Habip
GÜL olarak bilinmeye başlandı.
Tahliye olduktan sonra İstanbul İl Örgütünde sınıf
çalışmasını yürüttü. '95 Mart'ında toplanan 3. Konferansta Ekim Merkez
Komitesi'ne seçildi.
1995 ve 1996 yıllarında yeniden tutuklanmalar ve
tahliyeler yaşandı. Habip GÜL kendisini Ankara'da tutuklanması sonrasında büyük
Zindan Direnişinin içinde buldu. Ölüm Orucunu sonuna kadar sürdürenlerden biri
oldu. '98 Sonbaharında toplanan TKİP kuruluş kongresinde gıyabında Merkez
Komite üyeliğine seçildi."
(Kızıl Bayrak Dergisi'nin 75. sayısından
alınmıştır.)
*
ÜMİT
ALTINTAŞ (TKİP)
"Ümit Altıntaş, Ordu mensubu bir ailenin çocuğu
olarak, 1972 yılında, Muğla ili Merkez İlçeye bağlı Çaybükü
Köyü'nde doğdu. (...) Daha çocuk denilebilecek yaşta ve 12 Eylül'ün karanlık
ortamında devrimci düşüncelere ilgi duydu. (...) Yıldız Teknik
Üniversitesi'ndeki mücadele içinde yerini aldı. '91 sonunda Ekimci genç
komünistlerle ilişkiye geçti.
Kısa süre sonra İstanbul Gençlik Komitesi'nde yer
aldı. Birçok kez gözaltı ve tutuklamalar yaşadı. Bu süre boyunca teorik,
politik ve örgütsel yazılar yazdı.
TKİP Kuruluş Kongresi'ne katıldı ve Kongre'de Merkez
Komitesi'ne seçildi. 21 Aralık '98'de Ankara'da tutuklandı. Bir kez daha
işkencede tam bir direniş gösterdi.
Zaman onların boşuna ölmediğini, ölümleriyle güç ve
yaşam verdikleri 'uğruna tereddütsüz ölünecek dava'nın zafere ulaşacağına
tanıklık edecektir."
(Kızıl Bayrak, Sayı:75, Özetlenerek alınmıştır.)
*
HALİL
TÜRKER (TKP/ML)
"1973 yılında Tokat ili Aktepe
ilçesinde dünyaya geldi. Türk milliyetinden emekçi bir ailenin çocuğu olan
yoldaş... '93 yılında Parti ile tanışan yoldaş, kısa sürede gelişme göstermeye
başlamıştır... Çalıştığı işyerinde sendikal örgütlenme yapmaya da başlamıştır.
'94 Nisan... (sürecinden) sonra faaliyete daha bir güçlü sarılmış ve alan
önderliğini oluşturan komiteye kadar yükselmiştir. '95 başlarından '96
sonlarına kadar parti ile ilişkisinin kopuk olmasına rağmen, faaliyetlerini
aksatmamaya son derece özen göstermiştir. '96 yılı sonlarında alanla tekrar
bağlantı kurulmuş ve yoldaş da alan önderliğindeki komitede
konumlandırılmıştır.
97
Ekim'inde Özgür Kemal KARABULUT yoldaşın şehit düşmesi ile düşmana olan kini
daha bir bilenen yoldaş, bu amaca yönelik olarak gerçekleştirdiği bir eylem sonrası
tutsak düşmüştür.
Gelişimini cezaevinin zor koşullarında ve artan
sorumluluk bilinciyle derinleştirmeye çalışan yoldaş bir süre sonra bu alanda
Parti'nin temsilcisi konumuna getirilmiştir.
(...) Ve son noktayı aynı yalınlık ve çıplaklıkla
faşizme, burjuva-feodal sisteme tokat olup pratiğiyle ve 9 siperdaşıyla
birlikte koyuyor."
(Bağımsızlık Yolunda Kurtuluş, Sayı:1)
*
ABUZER ÇAT
(MLKP)
"Malatya'nın Haçova
köyünde 1968 yılında dünyaya gelen Abuzer Çat, emekçi
bir ailenin çocuğuydu, çok zor şartlar altında orta öğrenimini tamamladı.
Hacettepe Psikoloji bölümünde okuyan ve bu bölümden mezun olan Abuzer Çat, bu yıllarda mücadele içinde giderek daha da
aktifleşen bir biçimde yeralır. 15 Ekim 1995'te
gözaltına alınıp ağır işkencelerden geçirildi ve bu gözaltı sonrası serbest bırakıldı.
Ancak 6 Mart 1996'daki gözaltısı, onun için uzun bir
tutsaklık döneminin de başlangıcıydı. 21 Mart'ta Ulucanlar Hapishanesi'ne
gönderildi. 1996 Ölüm Orucu direnişinde o da ölüm orucu gönüllüsüydü.
Günlük yaşamı örgütlemede disiplin ve iradesiyle örnekti.
En sorunlu işler onunla yoluna girerdi. Onun için devrim ordusunun bir sıra
neferi olmak en büyük gurur ve mutluluk kaynağıydı.
Direniş şehitlerimizin kahramanlığı birer yıldız
gibi parlıyor."
(Bağımsızlık Yolunda Kurtuluş, Sayı:1)
*
ZAFER KIRBIYIK
(TİKB)
"Zafer 1971'de doğdu. Emekçi bir aileye
mensuptur. İhtilalci saflara Ankara'da akrabaları
aracılığıyla katıldı. Gazi Üniversitesi'nde öğrencilik yıllarında Demokratik
Üniversite Platformu çalışmalarında, faşizme karşı mücadelede yerini almıştır.
Gençliğinin dinamizmini, enerjisini son limitine kadar devrim ve sosyalizm
mücadelesine vermiş, yetinmemiştir hiçbir zaman. Devrimciliğin hemen her cephesinde
dolu dolu yaşamış; keyifle, sorumlulukla yerine
getirmeye çalışmıştır üstüne düşen görevlerini. İlk gözaltı deneyiminin şaşkınlığı,
heyecanıyla, utungaçça 'İfade vermedim yoldaş'
gururlu ifadesi dökülmüştür sözcüklerden."
(Bağımsızlık Yolunda Kurtuluş, Sayı:1)
*
MAHİR
EMSALSİZ (TKP(ML))
"Mahir Emsalsiz yoldaş: 1974 Samsun doğumludur.
Ailesi MHP'lidir. Üniversite yaşamına değin gerici-yoz kültürün etkisi ile
büyümüştür. Üniversitede devrimcilerden etkilenmiş, ailesinin ve düzenin
kendisine sunduğu bireyci edilgen ve duyarsız insan tipini reddederek
Partimizin gençlik örgütü TMLGB'de örgütlenmiştir."
(Bilgiler Kurtuluş Dergisi'nin 1. Sayısından
Alınmıştır)
*
ÖNDER
GENÇARSLAN (TKP(ML))
"Önder Gençarslan
yoldaş: 1973 Çankırı doğumludur. Türk milliyetinden yoksul ve demokrat bir çevrede
büyümüştür. Önder yoldaş da Mahir Yoldaş gibi üniversite sürecinde TMLGB'yle tanışmış ve örgütlü mücadeleye adım atmıştır. Gençlik
örgütümüz TMLGB, üniversite gençliğin mücadelesini salt akademik demokratik
talepler ile kantinlere ve birkaç kuşlamayla
sınırlama anlayışına karşı, savaşa göre şekillenme, partiye kadro, ordumuz TİKKO'ya savaşçı yetiştirme perspektifiyle donanmış ve
örgütlendiği alanlarda silahlı militan eylemler ile bu anlayışı beslemiş ve
üyelerini bu çerçevede örgütlemiştir. Mahir ve Önder yoldaşlarımız tam da bu
örgütsel anlayışa uygun düşen mücadele pratikleriyle kısa sürede Ankara
sokaklarını tutuşturup, silahların, bombaların, molotofların,
afişlerin ve sloganların şenliğine çevirmişlerdir.
1997 Eylül'ünde gerilla olmak için Mahir ile
birlikte giderler ama irtibat sorun olur ve tutsak düşerler."