YER: İstanbul
Bağcılar
TARİH: 4 Ağustos
1994
ÖLÜME DE TİLİLİ
Türkiye ve dünya halkları 4 Ağustos’ta ölüme yeni
bir meydan okuyuşa tanık oldu. Bir meydan okumanın ötesinde ölüme karşı bir
gösteriydi bu.
Yer İstanbul’un Bağcılar semtiydi.
Bağcılar’ın eteklerinde Kirazlı adı
verilen bölgedeki Hayırlı Sokak, 4 Ağustos’un ilk saatlerinde panzerler, ekip
otoları ve infaz mangalarıyla işgal edilmişti.
Bölgeye birkaç saattir yığınak yapıyordu polis.
Kolay bir zafer bekliyordu.
Hedefteki evde topu topu üç genç insan vardı. Üç
Devrimci Sol savaşçısı... Oysa kendileri yüzlerceydi. Panzerleri, otomatik silahları,
bombaları vardı. Ve Hayırlı Sokak, 5-6 sokak ötesinden kuşatılmış, yollar
kesilmişti. Evet evet, kolay bir zafer olacaktı.
02.20’de duyuldu ilk silah
sesleri... Gün ağarırken direniş
sürüyordu.
“Kolay lokma” boğazına oturmuştu ölüm mangalarının.
Üç devrimci meydan okuyorlardı onlara.
Meydan okuyorlardı yaşama, ölüme, korkuya, kokuşmuş
düzene.
Bu meydan okuyuşun altı saate sığdırılan destanıdır
Bağcılar.
Hayırlı Sokak’taki kuşatmanın sessizliği gece yarısı
02.20 sıralarında ölüm mangalarının ateşlediği seri silah sesleriyle bozuldu.
Sokaktaki 4 No’lu evin
çatı katındakiler açılan ateşe anında ateşle karşılık vermekte tereddüt etmediler.
Karşı ateş, devrimcilerin silahlarından çıkan kurşunlarla birlikte bir şeyi
daha taşıdı infaz mangalarına, korkuyu...
Sanki hiç beklenmedik bir şey olmuşçasına karşı ateşle bir an şaşakaldı polis sürüsü.
Sonra kendilerini oradan oraya atıp “siper” almaya koştular.
Bu teslim olmayı reddediş, bu meydan okuyan direniş
korkuyu getiriyordu onlara.
Hüseyin, Özlem ve Güner... Üç kişiydiler evde. Ölüm
kesindi.
Gençtiler. Doya doya yaşayamamışlardı henüz.
Nasıl bir “son”du ölüm? Her şeyin sonu muydu onlar
için? “Ben öldükten sonra gerisi bana ne”miydi?
Küçük yaşlarının büyük kararıyla bu soruları
cevaplıyorlardı işte o an.
Babasıyla bir konuşmasını anımsıyordu Özlem...
Babası, lise yıllarında devrimci mücadele içinde yer almaya başladığını hissettiğinde,
-Kızım,
önce okulunu bitir, sonra ne istersen yaparsın, demişti ona. Ve o babasına şu cevabı
vermişti:
-Siz zamanında ülke sorunları için çalışsaydınız,
bizler şimdi okuyabilirdik.
Evet, doğmamış çocuklar için, halkın çocukları için,
bugünü, yarını ve geleceği için, onların yaşayabilmesi ve okuyabilmesi için
şimdi direnmeliydiler.
Bağcılar şimdi bir başka Kızıldere, bir başka
Maltepe, bir başka Çiftehavuzlar’dı.
Ateşe ateşle karşılık verdiler.
Bağırıp çağıran, küfreden, hakaret eden katiller
sloganlarla, marşlarla aldılar cevaplarını.
Hiç dinmeyen sloganları ve marşları yarattıkları
destanın müziğiydi adeta.
-Yaşasın
Devrimci Sol!
-Yaşasın
Önderimiz Dursun Karataş!
Kuşatılmışlardı, ama yalnız değillerdi. Yoldaşları,
hareketleri, önderleriyle omuz omuza, yürek yüreğeydiler.
Kuşatılmışlardı, ama tereddütsüzdüler.
Kuşatılmışlardı, ölüme randevu bir görevdi artık
onlar için.
Kuşatılmışlardı, tarihi yazmaya devam edeceklerdi.
Ölüme karşı bu meydan okuma, bu gösteri kusursuzdu
gerçekten.
Kuşatma başlayalı saatler olmuştu.
Direniş sürüyordu.
Özlem ve Güner’in sesi
patladı bir anda kuşatmanın ortasında.
-Boşuna
uğraşıyorsunuz, biz ölümü tilililerle karşılarız.
Ve, ve işte tilili çekiyordu
Devrimci Sol savaşçıları.
Polisler de ateşi kesmiş dinliyorlardı... Şaşkın,
çaresiz, düşünemeden...
Tilili yabancısı değildi halkımızın.
Düğünlerde, cenazelerde, gösterilerde duymuşlardı
çokça.
Ama kuşatılmış, ama ölümle yüz yüze, üzerlerine
bomba, kurşun yağan insanların ağzından bir başkaydı tilili. İlk kez tanık
olunuyordu böylesine.
Güner 26, Özlem 19 yaşındaydı.
Tilili çekiyorlardı Güner ve Özlem.
Mücadeleyle genç yaşta tanışmışlardı ikisi de.
Kavgayı Dev-Genç saflarında öğrenmişlerdi.
Namusluca yaşamak için, bu rezil düzenden kurtuluş
için silahlı savaşın gerekliliğini yürekleriyle sezmiş, beyinleriyle
yakalamışlardı. Ve yüreklerinde yeşerttikleri SDB savaşçısı olma özlemiyle öne
atılmışlardı.
Özlemleri gerçekleşti çok geçmeden. Düşmana darbeler
vurmanın heyecanını ve coşkusunu yaşadılar.
Ölüm ve şehitlik hiç beklenmedik bir şey değildi
onlar için. Öyle ki örneğin Güner, cenazesinin nasıl olması gerektiğini bile
konuşmuştu dostlarıyla sohbetlerinde.
Ve hep kendisine Sinan Abi’yi
örnek aldığını söyleyen Özlem... Yoldaşlarına sıkılarak, heyecanlanarak “ben
bir SDB’li olabilir miyim?” diye sorarken,
tüm içtenliği ve bedelleriyle istiyordu savaşçılığı.
İşte şimdi de SDB savaşçıları olarak ölümü yenmenin,
düşmanı kuşatmada altetmenin coşkusunu yaşıyor, bu coşkuyu dillendiriyorlardı
tililerinde.
Güner 26, Özlem 19, Hüseyin 22 yaşındaydı ve çoktan
yenmişlerdi ölümü. Yaşamışlıkları dolu doluydu, ölümleri onurlu olacaktı.
Halk kurtuluş savaşçılarının kaldığı evi bomba,
kurşun yağmuruna tutan katiller sürüsü, hem daha sonra kamuoyunun karşısına “teslim
olun” çağrısı yapıldığı demagojisiyle çıkabilmek, hem
de savaşçıların moralini yıpratmak için kurşun sesleri eşliğinde sık sık “teslim olun” diye bağırıp duruyorlardı.
Ama uzun zaman sürdüremediler bu bağırışlarını.
Yaptıkları
her “teslim ol” çağrısı bir başka çağrıyla cevaplanıyordu çünkü.
-Asıl siz
Devrimci Sol’un adaletine teslim olun!
Kulaklarına inanamıyordu yüzlerce polis. Nasıl olur
da kuşatmaya aldıkları bu üç genç insan -bu yalnızca üç kişi- kendilerine “Asıl siz teslim olun” diyebilirdi!
Direnişçiler, o an karşılarında bulunan oligarşinin
kiralık katillerinin nezdinde, aslında milyonlarca emekçinin alın teri üzerinde
saltanat süren, zulmün sahibi olan tüm sömürücü sınıflara ve bunların tüm
uşaklarına sesleniyorlardı.
Bu sesleniş, bu “asıl siz teslim olun” çağrısı, o an bulundukları durumun ötesinde,
halkın çıkarlarını savunmanın, halkın savaşçısı olmanın meşruluğuna duyulan
içten bir inancın ürünüydü.
Salt kendileriyle sınırlı değildi direnişleri. Çünkü
kuşatılan ve teslim olması istenen Türkiye Halklarıydı aslında. Katiller
sürüsü, işçisi, öğrencisi, memuru, köylüsü ve aydınıyla, zulme ve sömürüye
boyun eğmeyen herkesi teslim olmaya çağırıyordu. Hem de halkı yoksulluğa mahkum edip, ülkemizi emperyalizme peşkeş çeken, her türlü
yolsuzluğu ve vahşeti yapan bir avuç “efendi” adına.
Onlar Türkiye halklarının savaşçılarıydılar.
Direnişleri Türkiye halklarının direnişiydi.
Sömürü ve zulmün düzenine karşı başkaldıran
devrimciler, işte bu tarihsel anda da halka ve devrime bağlılıkla düşmanın
iradesini kabul etmiyor, sömürücü sınıfları ve paralı bekçilerini düzeni sürdürme
amaçlarından vazgeçmeye, halka karşı suç işlememeye ve halka, halkın adaletine
teslim olmaya çağırıyorlardı.
Gücünü halkın sınıfsız, sömürüsüz bir dünya
özleminden, eşit, onurlu, özgür bir yaşam kurma isteğinden alan halkın adaleti,
elbette onların en modern silahlarla donatılmış insanlık dışı timlerinden daha
güçlüydü.
Meşru olan, haklı olan onlardı.
Güçlü olan da...
Üç devrimcinin yüzlerce silahlı uşağa yönelttiği “Asıl siz teslim olun” çağrısının
kaynağında işte böyle bir tarihsel haklılık ve meşruiyet, işte bu inanç ve güç
vardı.
Direniş sürüyor ve onlar ölümün, hemen yanı
başlarındaki varlığına rağmen aynı güçle haykırıyorlardı çağrılarını.
-Asıl siz
Devrimci Sol’un adaletine teslim olun.
Saatlerdir üsse giremiyordu düşman.
Çatışmanın daha ilk saatlerinde üç devrimcinin
teslim olmayacağını anladıklarında, direnişi kısa sürede boğmak için hemen
savaşçıların üssünün tam karşısındaki evin çatısına bir üç
ayaklı makineli yerleştirilmişti. Durmaksızın ateş ediliyordu üç ayaklıyla. Ne var ki, uzun sürmedi sesi, Devrimci Sol
savaşçılarının roketatar kullanması üzerine sustu üç ayaklı.
Her patlamada soluğu yerde alıyordu polisler. Ve
çoğunda sipere yattıkları sesler kendi kullandıkları silahlardan çıkıyordu.
Gölgesinden korkmanın yeni bir biçimiydi yaşadıkları.
Saatlerdir üsse giremiyordu düşman.
Çatışma uzadıkça parça parça tüm çevre evler
boşaltıldı. Hayırlı Sokak’taki 4 No’lu ev, sokağın dar
ve küçük girintili-çıkıntılı olması nedeniyle uzaktan atışa pek elverişli değildi;
evi gören her yere ağır silahlar yerleştirildi. Ama yine de bu üç halk kurtuluş
savaşçısını, bu üç genç insanı teslim alamıyorlardı.
Saatler 04.00'ü gösteriyordu şimdi.
Üssün içinde direnişçiler yeni bir hamlenin,
dışarıdaki düşmana karşı yeni bir saldırı hazırlığının coşkusundaydılar.
Bayrak Bağcılar’da dalgalandırılmalıydı.
Çiftehavuzlar’ın vasiyetiydi bu.
Eylem içinde eylem, direniş içinde direniş...
Biraz sonra üssün penceresinde dalgalanacak olan o
bayrak, halkın kurtuluş bayrağıydı. Sosyalizmin, devrimci hareketin
bayrağıydı...
Zafere inancın bayrağıydı o.
Üslerinde saatlerdir direnen silahlı devrimci
birliğin komutanı Hüseyin Aslan, saat 04.00’te bayrağı üssün penceresine astı.
Katiller sürüsü, devrimi, devrimcileri, devrim ve
sosyalizm düşüncesini asla teslim alamayacaklarını bir kez daha gördüler o an.
Gözlerinin önünde Çiftehavuzlar’daki o bina canlanır
gibi oldu... Bu görüntü “siz
yenileceksiniz, biz kazanacağız” diyordu onlara.
Kurşun yağmuru devam ediyordu.
Hüseyin zafer işareti yapıp geri çekilirken vuruldu.
Mutluydu, görevini yapmıştı... Bayrak dalgalanıyordu.
Bir emekçiydi o. 22 yıllık yaşamının büyük bir
bölümünde soğuk demircilik, pazarlamacılık, inşaat işçiliği, muhasebecilik
yaparak sağlamıştı geçimini... 1990’da DEV-GENÇ’le tanışmış
ve yaşamı artık tüm emekçilerin yaşamıyla, kaderiyle bütünleşmişti. İki yılı
aşkın süre İstanbul’un gecekondu semtlerinde devrimci faaliyet yürütmüş,
milislerde görev almıştı.
Ve 1993 yazında artık bir SDB üyesiydi. Vatanı ve
halkı için öldürmeye ve ölmeye hazırdı.
Bu destanın, Bağcılar destanının komutanıydı şimdi
o.
Bir komutana yaraşırcasına yönetti direnişi.
Son nefesine kadar vatanı ve halkı için savaştı ve
şehit düştü.
Zaman, 4 Ağustos’un 04.00’üydü.
Astığı
bayrak dalgalanıyordu...
Sabah 08.00 sıralarında
bitti çatışma.
6 saat süren direnişte üç Devrimci Sol savaşçısı
şehit düştü.
İnfaz mangaları içeri girmeden önce bir kez daha
bombaladılar üssü. Çatıdan bırakılan her bombayla evin iç duvarları, merdiven
boşluğuna bakan duvarlar biraz daha yıkılıyordu. Bombalarını atarlarken,
yalnızca saatler boyu teslim alamadıkları, boyun eğdiremedikleri halk kurtuluş
savaşçılarını değil, bir direniş kalesi olan bu üssü de toptan yok etmek ister
gibiydiler. Ama ne mümkündü. Kurşunlarla, bombalarla delik deşik olmuş,
yıkılmış duvarlarıyla da olsa, bu direniş kalesi karşılarında duruyordu işte.
Ve...
Ve içeri girdiklerinde onları bekleyen bir şey daha
vardı.
Üç Devrimci Solcu, şehit düşerken de geriye düşmana
sıktıkları mermiler kadar güçlü bir silah bırakmışlardı...
Umudun adı kanla yazılmıştı yine duvarlara.
Sözleri vardı...
Özlem bir dernek çalışmasında yer aldığı sıralarda,
bir yoldaşıyla dernekteki panoda şehitlerin resimlerine bakarken, gözleri Esma
Polat’a yöneldiğinde “Söz veriyorum” demişti, yanında
yoldaşlarına, “Şehit olacağım zaman duvara kanımla Devrimci Sol yazacağım.”
Sözü sözdü.
Ve yalnızca onun da değildi söz. Güner’in,
Hüseyin’in tüm Devrimci Sol savaşçılarının sözüydü bu.
Ve işte şimdi zamanı gelmişti. Şimdi tam yeriydi.
Evin üç ayrı yerinde duvarlara kanla “DS”, “DS”, “DEVRİMCİ SOL” yazılmıştı.
Katiller sürüsünden eve ilk girenler çatışmanın
başındaki karşı ateşle yaşadıkları sarsıntıyı yaşadılar bir kez daha. Telaşla,
panikle yazıları kaybetmeye çalıştılar. Korkuydu onlar için duvarlardaki o
imza.
Üstelik kanla yazılmıştı, silinmiyor, silinemiyordu.
Basını ve TV kameralarını içeri almadan önce
yazılanlardan birinin önüne koltuğu çektiler, bir diğerini sünger bir yatağı
dayayarak örttüler. Ama telaş içindeydiler, panikteydiler. Yazılardan biri
açıkta kalmıştı. Basından, TV ekranlarından tüm ülkeye yayıldı o görüntü. Tüm
ülke duvara kanla yazılmış o “DS” yazısını gördü. Umudun adı Bağcılar direniş
üssünden bir kez daha selamladı Türkiye halklarını.
Kanla yazılmıştı o ad. Kan umudu büyütüyor, güveni
pekiştiriyordu.
Ülkelerinin bağımsızlığı ve halklarının kurtuluşu
için yola çıkmış üç savaşçıydılar. Gençtiler üçü de... Üçü de Kürt
milliyetindendi. Acıyı, ihaneti, zaferleri sığdırmışlardı kısa ömürlerine.
Umut doluydular. Ve umudun bir parçasıydılar.
Onurluydular. Ve namuslu. Ve cesur. Ve inanmış...
4 Ağustos’un o sabahında kuşatılmışlar, vurulmuş,
yaralıydılar.
Kendi vücutlarından akan kanla umudun adını
yazarken, ölümü kucaklayıp şehitliğe uzanırken coşkuluydular.
"Önemli olan devrimin olduğu günü görmek değil.
Bir devrimci o günün coşkusunu her zaman hissetmeli” diyen genç Özlem ve Güner’ler, Hüseyin’ler yaşamın içinden ders veriyorlardı.
Teorinin allame-i cihanı değillerdi. Ama
öğretiyorlardı, bilinçleri, inançları ve coşkularıyla.
“Yüzlerce
gencimiz ölürken, vatan ve halk sevgisinden yoksun, düzenin pisliği içerisinde
onursuzca yaşayanlara öğretiyorlardı.
Ülkeye ve
halka hiçbir yararı olmayan, halkın ve devrimcilerin ölmelerine değer vermeyip,
kendi yaşamlarını her şeyin üstünde tutan, sürüngen küçük burjuva aydınlarına,
dava kaçkınlarına, darbeci lağım farelerine ders veriyorlardı.
Türk, Kürt,
tüm milliyetlerden gençlere çağrı yapıyorlardı.
Bu vatan
bizim.
Bu halk
bizim.
Biz halkız.
Yaşamak
için, yaşatmak için savaşalım.”
Özlem’in, Güner’in,
Hüseyin’in, Bağcılar direnişinin sesiydi bu. Teslimiyeti reddedişleri,
tililileri ve duvara kanla yazdıkları inançlarıyla üç halk kurtuluş
savaşçısının çağrısı.
Özlem, Güner, Hüseyin. Üç kişiydiler... Kesindi
ölümleri...
Ve onlar, onlar yendiler ölümü.
Bir kez daha öğrettiler ölümsüzlüğü.
(Yukarıdaki anlatım, Halk İçin Kurtuluş’un 05.04. 1997 tarihli, 24.
sayısında yayınlanmıştır.)
***
Bağcılar
Direnişi'yle ilgili
Devrimci Sol Haber Bülteni
Tarih: 8 Ağustos 1994, Sayı: 73
HALK DÜŞMANLARI
"ASIL SİZ DEVRİMCİ SOL'UN ADALETİNE TESLİM OLUN"
TÜRK VE KÜRT ULUSU!
TÜM MİLLİYETLERDEN EMEKÇİLER!
VATANSEVERLER!
Başlıktaki "Asıl Siz
Devrimci Sol'un Adaletine Teslim Olun" sözleri, 4 Ağustos saat 02:30'da
yüzlerce halk düşmanı tarafından kuşatıldığında düşmanın "teslim ol" çağrısına
Devrimci Halk Kurtuluş Savaşçıları HÜSEYİN ARSLAN, GÜNER ŞAR ve ÖZLEM KILIÇ'ın
cevaplarıdır.
İstanbul ve tüm ülkemiz bir kez
daha Devrimci Halk Kurtuluş Savaşçılarının özgürlüğün, kurtuluşun silah
sesleriyle yankılandı. Düşman, yüzlerce katili, panzerleri, ağır silahları,
uşak basını, figüran faşistleriyle, herşeyiyle oradaydı.
İki genç kız, bir erkek üç
kişiydiler. Gençtiler. 18, 23, 25 yaşındaydılar.
Güçlüydüler. Üç kişiydiler ama
tüm Türkiye Halklarını temsil ediyorlardı. İşçiler, köylüler, gençler,
emekçiler, tüm vatanseverlerle birlikteydiler.
Kürt, Türk, Arap, Laz, Çerkez,
Gürcü tüm halklarıyla birlikteydiler.
Teslim olun çağrılarına
özgürlüğün silahlarını ateşleyerek cevap verdiler. Düşman kuşatmasında onlarca
bomba, binlerce kurşun üslerini delik deşik ederken bayrakları ellerindeydi.
Kuşatılan devrimci üs o an, özgür vatan toprağıydı. Düşmana sıkılan her kurşun
halkın öfkesi, özgürlüğün sesiydi. Bayrak dalgalanacak, silah susmayacaktı.
Bayrak yere düşmeyecek, silah
teslim edilmeyecekti.
Vatan toprağını 6.5 saat
süreyle bomba ve kurşun yağmuru altında tuttular.
Devrimci Sol Bayrağını yere
düşürmediler.
Bayrak Vatandı.
Bayrak Ulustu.
Bayrak özgürlüktü.
Bayrak namustu.
Bayrak düşmana bırakılamazdı.
Bayrak elden ele geçti.
Ancak 6.5 saat sonunda özgür
vatan toprağı kanla sulandığında
artık,
Kan konuşuyordu.
Vatan duvardaki kandı.
Duvardaki kan özgürlüktü,
Namusdu, onurdu.
Silah teslim edilmemiş,
Bayrak daha yükseklere çekilmişti.
Duvardaki kan zaferdi.
Düşman kan dökmüş ama, yenilmişti.
Gençtiler. Onurluydular.
Vatanlarını, halklarını temsil ediyorlardı.
Düşmana bir ders daha verdiler.
Onlar Şeyh Bedrettinlerin, "...dönen dönsün, ben dönmem yolumdan" diyen
Pir Sultanların soyundan geliyorlardı.
Başeğmezlerdi.
Vatanları işgal altındaydı.
Halkları ezilip, sömürülürken, ulusal onurları yok edilmeye çalışılırken
köşelerinde oturup sessiz duramazlardı.
Onlar, kurtuluşun silah elde
savaşmaktan geçtiğine inanan ve hiçbir koşulda teslim olmayan Mahir'lerin,
Deniz'lerin, Niyazi'lerin, Sinan'ların, Sabo'ların yoldaşlarıydılar.
Onlar, Adana'da, Ankara'da kurşunlarının
kalmadığı, silahlarının olmadığı yerde kanlarını düşmana kurşun yapan
Esma'ların, Eyüphan'ların yoldaşlarıydılar.
Onlar, Çiftehavuzlarda, düşman
kuşatmasında "Cesaretiniz Varsa Gelin" deyip bayrak açan Sabo'ların
geleneğinden geliyorlardı.
Onlar, "Devrimci Sol'cular
asla teslim olmaz" diyen Recai'lerin yoldaşlarıydılar. Ölebilir, ama asla
teslim olmazlardı.
HALKIMIZ,
4 Ağustos'ta saat 02:30'dan
8:30'a kadar İstanbul Bağcılar'da düşman güçlerince kuşatılan yoldaşlarımız 6.5
saat süreyle bayraklarını açıp çatıştılar.
EMEKÇİLER,
Açlığa, Zulme, Sömürüye, Ulusal
onurun yok edilmesine karşı silah elde savaşmaktan başka hiçbir yol yoktur.
Hiçbir zalim ve faşist diktatör
kendiliğinden devrilmemiştir. Direnmek, örgütlenmek, silahlanmak ve savaşmak
zorundayız.
Vatanları, halkı için
çekinmeden kendilerini feda eden gençlerimiz, ölmesini bildikleri kadar
yaşamasını da bilirler. Ama yaşamanın vatanının satılmasına, halkının
sömürülmesine sessiz kalarak, düzenin sunduğu nimetlerle yaşayıp, vatan
hainlerinin suçlarına ortak olarak yaşamamak olduğunu bilirler.
Bu vatan bizimdir.
Bu halk bizimdir.
Tüm servetler, üretilen her şey bizimdir.
Bu vatan bizimse, bu halk
bizimse,
Bu vatanda onurlu bir halk
olarak yaşamak, vatan hainlerine halk düşmanlarına karşı savaşmak demektir.
Özgürlük, kurtuluş ve
bağımsızlık için yaşamak demektir.
Bugün onurlu bir insan gibi,
bir vatansever gibi yaşamak savaşmak demektir.
Savaşmayan yaşamıyor demektir.
Onlar, en büyük
vatanseverlerdiler. Vatanlarını canlarından çok seviyorlardı. Vatanları için
öldüler.
VATANSEVERLER,
HALKTAN YANA OLANLAR,
Vatanın her karış toprağını
kana bulayan, halkımızı katleden, sömüren emperyalistlerin, parababalarının
uşağı bu iktidar, her şeyiyle tükenmiştir. Devletin tüm güçlerini seferber
ederek halka savaş açmaları, dağlarımızı, şehirlerimizi bombalamaları artık
yönetemediklerinin, güçsüzlüklerinin ifadesidir.
Onların silahlarına,
tekniklerine, ordularına karşı bizim de bitmez tükenmez yenilmez ve haklı olan
halk gücümüz vardır.
Bu gücümüzü kullanmalıyız.
Güç örgütlenmektir.
Güç silahlanmaktır.
Güç savaşmaktır.
Savaş ülkenin dört bir yanında
sürmektedir. Bu savaşa, yaşlı, genç, kadın, çocuk demeden herşeyimizle
katıldığımızda devlet çökecek, Devrimci Halk İktidarı doğacaktır.
Zaferin yolu Hüseyin'lerin,
Güner'lerin, Özlem'lerin gösterdiği yoldur. Bu yolda yürümek zorundayız. Bu yol
kansız yürünmez. Daha çok kan akacak. Belki onbinlerimizi, yüzbinlerimizi şehit
vereceğiz.
Şehitsiz zafer olmaz.
Vatanımızı seviyorsak, onurla
yaşamak istiyorsak, emeğimizin hakkını almak istiyorsak;
bağımsız ve özgür bir ülke için,
sömürü ve zulmün olmadığı bir düzen için,
savaşmak ve savaşan çocuklar yetiştirmek zorundayız.
HALKIMIZ, EMEKÇİLER!
Bağcılar direniş destanını
yaratanlar sizin gençlerinizdir.
Bu iki genç kız ve erkeğimizin
yaşam öyküleri çok kısa ama onurlu ve dolu dolu yaşanmıştır. Yürekleri hep
vatan ve ülke için atmış, beyinlerinde vatanını ve halkını düşünmekten başka
hiçbir şey olmamıştır. Yürekleriyle, beyinleriyle, bedenleriyle düşman
kurşunları altında son nefeslerini verirken dahi vatanlarına ve halklarına
karşı görevlerini yerine getirmekten başka hiçbir şey düşünmemişleridir.
Onlar halktılar. İçimizdeydiler. Sizlerden biriydiler.
Onlar örgütümüz Devrimci Sol'un savaşçılarıydılar.
Sizlerin, Halkın Kurtuluş Savaşçılarıydılar.
(...)
HALKIMIZ!
HÜSEYİN'İN, GÜNER'İN, ÖZLEM'İN
SAVAŞI HEPİMİZİN SAVAŞIDIR.
HALKIMIZIN SAVAŞIDIR.
DEVRİMCİ SOL'UN SAVAŞIDIR.
DEVRİMCİ SOL SAFLARINDA SAVAŞA
KATILIN.
DEVRİMCİ SOL