12
TEMMUZ DİRENİŞİ
YER:
İstanbul Dikilitaş, Balmumcu, Nişantaşı, Yeni Levent
TARİH:
12 Temmuz 1991
12 Temmuz
1991 günü, 10 devrimci, iktidarın emrindeki terör güçlerince tüm halkın gözü
önünde güpegündüz katledildiler.
O gün polis telsizini dinleyenler, Saat: 19.30
sularında İstanbul'daki tüm emniyet güçlerine ardarda
yağan talimatları işittiler. Polis şefleri, çevik kuvvetin, siyasi şube
elemanlarının, çelik yelekli timlerin, panzerlerin, itfaiye araçlarının, Dikilitaş,
Balmumcu, Nişantaşı ve Yeni Levent'te mevzilenmesini, bu mahallelere tüm giriş
ve çıkışların tutulmasını, halkın sokaklara çıkmasının engellenmesini,
evlerinde olanların pencerelere yaklaşmasına izin verilmemesini istiyordu.
Binlerce polis, verilen emirle birlikte, bu dört
mahalleye aktı. Halk şaşkındı, tedirgindi, korku içindeydi...
Ne oluyordu?.. Bunca polis
ne için gelmişti? Mahalleyi niçin işgal etmişti? Kendi deneyleri ve sağduyularıyla,
devlet güçlerinin halkın lehine bir şey yapmayacağını sezebiliyor, polisin bir
saldırı hazırlığı içinde olduğunu görebiliyorlardı.
İnsanların evlerine gitmesine, pencereden kafasını
çıkarmasına dahi izin verilmemesi, gizli kapaklı bir şeylerin döndüğünü, halkın
bazı şeyleri görmemesi istendiğini ortaya koyuyordu. Her gün basında çıkan
haberlerden, birilerinin sokakta, evde sorgusuz sualsiz öldürüldüğünü de biliyorlardı.
Çok geçmedi, silah ve bomba sesleriyle sarsıldılar.
Bu seslere eşlik eden devrimci sloganları ve marşları duydular.
Tahrip gücü yüksek bombalar peşpeşe
patlıyor, her yana barut ve yanık kokusu yayılıyordu. Tüm mahalle halkı her
silah sesinde, her bomba patlayışında yeni bir insanın katledildiğini düşünüyor,
merak içinde bekleşiyorlardı.
Ve nihayet ambulans sinyalleri işitildi. Meraklarını
yenemeyenler katledilen insanların cesetlerini görebilmek için pencerelerden
dışarıya baktılar; ve birer birer
götürülen cesetlerle karşılaştılar. Dikkatlerini çeken en önemli şey, girilen
yerden sağ çıkarılan hiç kimsenin olmamasıydı.
Tekniğin tüm olanaklarıyla donanmış binlerce polis,
panzerler eşliğindeki çelik yelekli ölüm mangaları, her nasılsa sağ ve yaralı
olarak kimseyi yakalayamıyor, herkesi ölü olarak ele geçiriyordu.
Bu bir katliamdı... 10 devrimcinin dört ayrı yerde,
aynı saatlerde, aynı yöntemlerle bilinçli olarak katledilmesi eylemiydi.
Katliamın ardından polis telsizleri yeniden
çalışmaya başladılar, ölüm mangalarına saldırı emri verenler artık onları
kutlayabilirdi. Ve katiller "gözlerinden öpülerek" kutlandılar.
Her şey planlandığı gibi yapılmış, operasyon
tamamlanmıştı. Artık halk evinden çıkabilir, evine gidebilirdi.
Merakla korku içinde bekleşen insanlar, "operasyonun
bittiğini" duyuran anonsla yığınlar halinde sokağa fırladılar.
Barut ve yanık kokusu tüm mahalleye yayılmıştı. Ev
ve işyerleri bombalarla tahrip olmuş duvarlar kurşun delikleriyle dolmuştu.
Sokaklarda mahalle halkının "efendi insanlardı", "iyi insanlardı"
dedikleri yoldaşlarımızın henüz kurumamış kanları vardı.
Ve halk tedirginlik içinde, korku ve endişeyle
birbirine soruyordu:
- "Neden? Suçu neydi bu insanların?"
- "Bu nasıl iştir, hiç kimse sağ yakalanmıyor?"
Sorular soruları izliyor, fısıltıyla her yana dalga dalga yayılıyordu: Devletin katliam ve yok etme
politikasını bilen bazı kesimleri suskunluk içindeydiler; gerçeği söylemeye
cesaret edemediler.
Devletin "büyük" ve "yüce" olduğuna
inananlar, bir ev ya da işyerinde 3-4 insanı, binlerce polisle, panzerlerle ve
özel timlerle çevirip bombalarla imha etmenin "büyüklük" ve
"yücelik" olmadığını gördüler.
"Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın"
diyenler korkuyla irkildiler. Bir gün aynı şeyin kendi başlarına geleceğini
düşünerek "bu nasıl düzen", "hukuk ve yasalar nerede" diye
kendi kendilerine söylendiler.
Ama devrimciler, yurtseverler, katliamın her
saniyesini belleklerine kaydettiler. Halkın sessizliğinden, tepkelerini yer yer dile getirmesinden, duyduğu öfkeden, oligarşinin tüm katletme
gücüne rağmen ne denli çaresiz olduğunu da gördüler.
"Neden katledilmişlerdi?", "Neden
teslim olmamışlardı?.."
Bu sorular aynı günün gecesi saat: 01.30'da TV haber
bülteninde katliama dair ilk açıklama yayınlandığında tüm Türkiye'de sorulur
oldu.
TC tarihinde belki ilk defa, tüm halkın gözleri
önünde, güpegündüz, devletin ölüm mangaları, operasyon düzenledikleri üç işyeri
ve bir evde bulunan herkesi ölü olarak ele geçirmişti. İktidar, kendi
yasalarını, hukuk kurallarını bir yana iterek bundan böyle adeta terörün tek
geçerli "yasa" olacağını ilan etmişti. "Bizim düzenimize karşı
çıkanlar her şeye katlanmaya hazır olmalıdır" mesajı veriliyordu.
Emperyalizmle işbirliğine, kapitalist sömürüye, zulme ve yoksulluğa bayrak açanlar,
adalet isteyenler, hak-hukuk diyenler ve en önemlisi de, tüm dünyada "Sosyalizm
öldü" çığlıklarının atıldığı bir dönemde hala halkların kurtuluşundan söz
edenler, sosyalizm için savaştığını söyleyenler, bundan böyle yeni katliamlara,
işkencelere, zindanlara hazır olsun deniyordu.
...
10 Yoldaşımızın İstanbul'da, iki yoldaşımızın
Ankara'da katledilmesi, oligarşiye ve emperyalizme karşı sürdürdüğümüz 20 küsur
yıllık savaşta, uğradığımız ilk katliam değildir. Biz Kızıldere'de,
idam sehpalarında, işkencehanelerde, zindanlarda,
sokaklarda evlerde, dağlarda defalarca öldük. Ve istisnasız her seferinde, tüm
iletişim araçları kullanılarak "çökerttik", "yok ettik",
"büyük darbe vurduk" propagandası yapılarak halk kitlelerinin
güvensizliğe düşürülmesi, umutlarının tüketilmesi amaçlandı.
Ama başaramadılar!
Her darbe sonrası mücadele eskiyi aşarak ilerledi.
Zulme ve işkencelere direnen, cinayet ve katliamlara
göğüs geren devrimcilerin "Bağımsız Türkiye", "Kahrolsun Faşizm",
"Yaşasın Sosyalizm", "Yaşasın Devrimci Sol" şiarları
yayılmaya devam etti. Bu şiarlar egemenleri vuran bir kurşun oldu, katledilen
devrimcilerin yerleri misliyle dolduruldu.
...
KATLEDİLEN YOLDAŞLARIMIZIN ADLARI ŞÖYLEDİR:
İstanbul'da
1)Niyazi AYDIN, 2)Ömer COŞKUNIRMAK, 3)Yücel ŞİMŞEK,
4)İbrahim İLÇİ, 5)İbrahim ERDOĞAN, 6)Nazmi TÜRKCAN,
7)Bilal KARAKAYA, 8)Hasan ELİUYGUN, 9)Zeynep Eda BERK, 10)Cavit ÖZKAYA
Ankara'da
1)Fintoz DİKME, 2)Buluthan KANGALGİL
İLERİCİLER, DEMOKRATLAR, YURTSEVERLER, TÜM HALKIMIZ!
Oligarşinin katlettiği bu devrimcilerin adı hiçbir
zaman unutulmayacaktır! Onların taşıdığı sosyalizm bayrağı, yerlerini
dolduranların elinde daha yükseklere kaldırılacak, emperyalizme ve oligarşiye
karşı savaşımız aralıksız sürecektir!
(Yukarıdaki bilgiler ve değerlendirmeler, Devrimci Sol Haber
Bülteni’nin 22 Temmuz 1991 tarihli, 29. sayısından alınmıştır.)
***
1991 12 Temmuzu... ABD
Başkanı Bush'un ülkemize gelişinin arifesi...
CIA ajanları, oligarşinin
MİT'i, kontrgerillası, infaz mangaları, emperyalist efendinin gözüne daha çok
girebilmek için yapabilecekleri tek şeyi yaparak bir katliam gerçekleştirdiler.
12 Temmuz'da İstanbul'da
10, iki gün sonra Ankara'da 2, toplam 12 devrimciyi katlettiler.
Niyazi Aydın, İbrahim
Erdoğan, İbrahim İlçi, Nazmi
Türkcan, Cavit Özkaya, Hasan
Eliuygun, Ömer Coşkunırmak,
Yücel Şimşek, Bilal Karakaya, Zeynep Eda Berk, Buluthan Kangalgil ve Fintöz Dikme... infaz mangalarının
saldırısına sloganlarıyla direndiler.
Oligarşi tarihsel
yanılgısını tekrarlıyordu bir kez daha.
Sanıyorlardı ki,
katlederek, büyük darbeler vurarak devrimci hareketi yok edecekler. Sanıyorlardı
ki, katlederek halkın emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelesini de
yok edecekler.
Yanılıyorlardı.
Katledilen devrimcilerin,
binlerce polisin, ölüm mangalarının kuşatması altında, yağmur gibi yağan
kurşunlara, atılan bombalara saatlerce süren direnişi yanıldıklarının
ispatıydı. Attıkları sloganlar, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşın
bitmeyeceğinin ispatıydı.
Ölümü direnerek
kucaklamaları, attıkları sloganlar emperyalizme ve oligarşiye karşı savaş çağrısıydı.
Çağrı cevapsız kalmadı.
1991 Temmuz’unun
başları...
Amerikancı Özal
hükümetini büyük bir telaş almış. Onbinlerce polis, MİT,
kontrgerilla, özel tim ve CIA ajanları hep birlikte teyakkuz halinde. Çünkü tam
49 yıl aradan sonra ilk defa bir ABD başkanı Türkiye’ye ziyarete gelecek.
Adı Bush.
“Yeni
Dünya Düzeni”
adı altında “barış ve demokrasi” götürmek yalanıyla Ortadoğu’yu tümüyle denetimine
almanın hesaplarını yapan ABD’nin o dönemki başkanı Bush.
Kuveyt’i kurtaracağım
bahanesiyle yüzbinlerce asker-sivil Iraklıyı katleden
Bush. Aldığı ambargo kararıyla Irak halkını açlığın, yoksulluğun, hastalığın pençesine
mahkum eden ve çoğu çocuk 1 milyonu aşkın insanın
ölmesine neden olacak olan Bush.
İşbirlikçilerinin ise
gözü yollarda, efendilerini nasıl ağırlayacaklarının, nasıl el üstünde tutacaklarının
telaşını yaşıyorlar. Ne büyük bir “şeref” uşaklar için! Onyıllardır
ayaklarına gittikleri, görüşebilmek için kapısında dört dönerek bekledikleri
efendileri tam 49 yıl aradan sonra şimdi Türkiye’ye geliyordu. Başbakan Özal
mutluluktan uçuyordu. Tam da tüm prestijini yitirdiği,
koltuğun ucundan zorla tutunarak ayakta kalmaya çalıştığı bir sırada Bush’un
ziyareti adeta bir kurtarıcı gibi görünüyordu gözünde.
İyi hoş ama herşey toz pempe de değildi.
Tedirgindiler. Korkuyorlardı...
Efendi Bush tedirgindi. Çünkü, Türkiye 12 Eylül sonrasında olduğu gibi ellerini
kollarını sallayarak dolaşabildikleri bir Türkiye değildi artık.
Uşakları tedirgin ve
korkuyorlardı. Tıpkı bugün Yugoslavya’nın bombalanması, Kosova’nın işgali için
NATO’ya her türlü desteği veren işbirlikçiler gibi, efendileri kendilerinden ne
istemişse yapmışlardı. Bush’un bir telefonuyla Irak halkının üzerine bomba
yağdırılması için İncirlik’i emperyalizmin hizmetine sunmuşlardı. Daha ne
isterlerse vermeye de hazırdılar. Örneğin, topraklarımıza ABD’nin “çevik güç”
adı altında askerlerini yığması için başka üsler vermeye de evet diyorlardı. Ve
emperyalist savaş için “Bir koyup üç alacağız” diyen Özal,
bu kez de tepkileri azaltmak için tam da bir uşağa yakışır tarzda “Çevik
güç bizim sınırlarımızı da koruyacak” diyecekti. Demek ki, dünyanın ikinci büyük ordusu diye
övündükleri ordu sınırları korumakta aciz kalmış, ABD askerleri gelip koruyacaktı.
Evet, uşaklar
efendilerine hizmette hiçbir kusur göstermiyorlar, her fırsatta uşaklıklarını
tekrar tekrar ispat etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı
ama ya efendileri geldiğinde bir tatsızlık olursa... Ya bir şeyler ters giderse?..
NEDEN BU KADAR ÇOK KORKUYORLARDI?
Bush ziyaretinden
günlerce öncesinden seçme CIA ajanlarını, özel koruma birliklerini Türkiye’ye göndermişti. Alınacak güvenlik önlemleri inceden inceye gözden
geçiriliyor, yollar, sokaklar, meydanlar taranıyor, olası beklenmedik bir duruma
karşı neler yapılabileceği üzerine sabah akşam planlar yapılıyordu.
Bush’un uğrayacağı
İstanbul ve Ankara’da ardı ardına operasyonlar yapılıyor, yüzlerce insan karakollarda,
emniyet müdürlüklerinde, siyasi şubelerde toplanıyordu. Adeta ilan edilmemiş
bir olağanüstü hal uygulanıyordu.
Peki nedendi tüm bunlar? Neden
bu kadar çok korkuyorlardı?
Korkuyorlardı çünkü, Özal iktidarının, işbirlikçilerin tüm güçleriyle
Amerikan emperyalizminin yanında yer almalarına, ABD’ye her türlü desteği
vermelerine rağmen halkımız emperyalist
savaşa hayır demişti.
Medya tekelleri Irak’ın
bombalanmasını haklı gösterecek yalan haberlerle, her türlü hile ve dezenfarmasyon oyunlarıyla emperyalist savaşı tek yanlı
olarak bilgisayar oyunu gibi dünyaya yansıtmışlar ama buna rağmen halkımız
belki hiçbir ülkede görülmediği oranda bu savaşa karşı çıkmıştı.
Ama onları asıl korkutan
bu karşı çıkışın sadece sözde kalmayıp kitlesel gösterilerden, bizzat Amerikan
ajanlarından hesap sormaya kadar uzanmış olmasıydı. Emperyalist savaş boyunca
işçisinden memuruna, gecekondulusundan aydınına, öğrencisinden sanatçısına,
esnafından doktoruna, mühendisine kadar halkımız gösteri, yürüyüş ve
mitingleriyle sokaklarda, meydanlarda “Emperyalist Savaşa Hayır!” sloganlarını
haykırmıştı
Ama tüm bunların da
ötesinde onları asıl korkutan, Irak’a saldıran ABD’nin ve işbirlikçilerinin
Türkiye’de de silahlı bir direniş ve hesap sormayla karşı karşıya kalmış
olmalarıydı.
EMPERYALİZMİN
IRAK HALKINA SALDIRISI, TÜM DÜNYA HALKLARINA KARŞI BİR SALDIRI OLARAK GÖRÜLMÜŞ
VE BU SALDIRIYA KARŞILIK VERİLMİŞTİ
ABD emperyalizmin Kuveyt’i
kurtarma bahanesiyle Irak’a saldırması karşısında, Mahir’lerin geleneğinden
yürüyen devrimciler tereddütsüz bu saldırının karşısında yer aldı. Oportünizmin
“it
dalaşı”, “yüzde elli ABD, yüzde elli Saddam haksız” gibi tespitlerle
emperyalist saldırı karşısındaki vurdumduymazlığına rağmen devrimci hareket
daha saldırının başından itibaren “Emperyalist Savaya Hayır Kampanyası”
başlatıyor, “Emperyalist Savaşa Hayır Komiteleri” ile bu haksız savaşa
karşı halkın tepkisini örgütlemenin adımlarını atıyordu.
Sessiz kalınamazdı böyle
bir savaşa. Göz göre göre bir halkın katledilmesine
göz yumulamazdı. Irak halkını bombalarıyla katleden düşmanla, ülkemize
üsleriyle, tekelleriyle yerleşen, halkımızı onyıllardır
sömüren, aşımıza, onurumuza, namusumuza göz koyan düşman aynı düşmandı.
“Türkiye’yi
küçük Amerika yapacağım”
deyip yaptıkları anlaşmalarla, emperyalist üslere, tekellere davetiye çıkaran,
aldıkları borçlarla çocuklarımızın geleceğini bile ipotek altına sokan, onbinlerce şehitle kazanılmış ülkenin bağımsızlığını yok
eden işbirlikçilerle, Irak halkının bombalanmasına destek veren işbirlikçiler
aynı işbirlikçilerdi.
Sessiz kalınamazdı
emperyalizmin saldırılarına. 30 yıl öncesinde ABD’nin 6. Filosunun askerlerini
Dolmabahçe’de denize döken, Filistin halkına onyıllardır
kan kusturan siyonizmin temsilcisi Elhrom’u, üsleriyle ülkemizi işgal etmiş olan İngiliz
emperyalizminin temsilcilerini cezalandırırken eli titremeyen devrimcilerin
yarattığı anti-emperyalist geleneğe sahip çıkan, onların bıraktığı mirası omuzlayan
devrimciler sessiz kalamazdı.
Emperyalizmin saldırıları
karşısında hiçbir yerde hiçbir zaman tereddüte düşmeyecek
kadar net bir ideolojik bakış açısına, tüm dünya halkları için canlarını ortaya
koymaya hazır bir kararlılık ve cesarete, halk sevgisine sahip olanlar sessiz
kalamazdı.
Dağıtılan yüzbinlerce bildiri; afiş, pankart, döviz, yazılamalar,
basın açıklamaları, gösteri, yürüyüş, toplantılar, otobüs, tren, işyerleri, pazarlarda
yapılan propaganda ve ajitasyon konuşmalarıyla,
yakılan Amerikan bayraklarıyla, sabır ve inatla örgütlenmişti halkın emperyalist
saldırganlığa tepkisi.
90 atılımıyla yükselen
devrimci mücadele, ABD’nin Irak’a saldırısıyla daha da yükselişe geçmişti. Irak
halkının başına yağdırılan bombalar Türkiye’de başta ABD olmak üzere emperyalistlerin
ve işbirlikçilerinin kurumlarına iade edilmişti.
Ortadoğu’da Irak halkının
kanını döken ABD’nin Türkiye’deki temsilcileri, CIA ajanları devrimcilerin
hedefi olmuştu. Her eylem, emperyalizme vurulan her darbe halkta moral ve coşku
yaratmıştı. Düşman dünyanın başka ülkelerinde halkın bu düzeydeki öfkesi ve
tepkisiyle karşılaşmamıştı. Bombalanan onlarca kurumu, cezalandırılan ajanları
karşısında paniğe kapılan emperyalizm vatandaşları için Türkiye’yi “tehlikeli bölge” ilan etmek,
temsilcilerini, ajanlarını dikkatli olmaları ve tedbir almaları için defalarca
uyarmak zorunda kalmıştı.
Emperyalistler,
işbirlikçileri için tehlikeliydi Türkiye. O kadar uğraşmalarına, çabalarına rağmen
devrimci harekete ulaşamamışlar, eylemlerin önüne geçememişlerdi. Körfez’deki
emperyalist savaş bitmiş ama Türkiye’de tehlike sürüyordu. Tehlike hala
büyüktü.
Ve biliyorlardı ki, Irak’ın
bombalanmasına karşı çıkan bu halk katil Bush’un Türkiye’ye gelmesine de karşı
çıkacaktı. Kanlı çizmeleriyle vatan topraklarını kirletmesine de sessiz
kalmayacaktı.
Korkuları bundandı. Bush
gelmeden günler öncesinden ajanlarını yollaması, onbinlerce
polisin, özel timin, kontrgerillanın, MİT’in gece gündüz teyakkuz halinde
olması, caddelerin sokakların didik didik edilmesi, operasyonlar,
gözaltılar bunun içindi. Tehlike bertaraf edilmeli, emperyalist efendinin korkusu
bir ölçüde de olsa giderilmeli, gözüne daha çok girmeliydiler.
“DÜNYA
HALKLARININ KATİLİ BUSH ÜLKEMİZDEN DEFOL!”
Halkımız ve devrimciler
de hazırlanıyordu halkların katili Bush’u karşılamaya. Ama elbette sevinç
gösterileri, çiçeklerle karşılamayacaklardı. Emperyalizme karşı savaş,
görülecek hesap bitmemişti.
Mücadele’nin Temmuz 91
tarihli özel sayısında Bush için “...emperyalizmin
eli kanlı patronu, halkların katili bir cellattır”
deniyordu.
“Bush
karşılanmalı... Ama emperyalizmin yandaşları gibi eğilerek değil. Ona DÜNYA HALKLARININ KATİLİ DEFOL
denerek... BAĞIMSIZ TÜRKİYE istemi
yükseltilerek...
EMPERYALİSTLER KORKMAKTA
HALKLIDIR
Çünkü,
halkımızın anti-emperyalist duyguları güçlüdür.
Çünkü,
emperyalizme karşı mücadele gelişiyor.
Ülkemiz,
emperyalistlerin çiftliği olmayacak, emperyalist katiller ülkemizden er ya da
geç kovulacaktır.”
EMPERYALİSTLERİ VATANIMIZDAN KOVACAĞIZ
Dün Irak halkının üzerine
binlerce ton bomba yağdıran emperyalistler, bugün aynı şeyi Yugoslavya
halklarına yaptılar. İşbirlikçileri de üslerini, askerlerini, uçaklarını
emperyalistlerin hizmetine sundular.
Devrimciler dün olduğu
gibi bugün de tereddütsüz emperyalizmin saldırıları karşısında yer aldılar.
Çünkü biliyorlardı ki,
emperyalizm gittiği her yere kan ve gözyaşından başka bir şey götürmez.
Çünkü, biliyorlardı ki, dünyanın
neresinde olursa olsun emperyalizmin halklara saldırısı tüm halklara bir
saldırıydı.
Çünkü biliyorlardı ki,
vatanın bağımsızlığı, hakların kurtuluşu emperyalizme karşı savaşılmadan
kazanılamaz. Onun için iki devrimci sevinçle karşıladı emperyalist bir hedefe
yönelmeyi. Onun için canlarını ortaya koyup cesaret ve kararlılıkla yürüdüler
hedefin üzerine. Çünkü onlar, 70’lerde, 12 Temmuzlarda yaratılan geleneğin
temsilcisiydiler. Emperyalizmin düşmanı, tüm dünya halklarının dostuydular. 12 Temmuz’un çağrısına bir Haziran ayında
güç katarak halkımızın onurlu tarihinde ölümsüz yerlerini aldılar.
Sadık’lar Selçuk’lar,
önder yoldaşlarının, Niyazi’lerin izinde sloganlarımızı haykırmaya devam
ediyorlar.
Bu topraklarda
emperyalizmin varlığı sürdüğü sürece emperyalizme karşı halkımızın mücadelesi,
savaşı da bitmeyecektir. Bushların, Clintonların korkuları büyümeye devam edecektir.
Çünkü, emperyalizmin, işbirlikçilerinin
tüm gayretlerine rağmen bu ülkede bağımsızlık türküleri söyleniyor hala. Çünkü
bu ülkede YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE sloganları
atılıyor hala. Ve hala, YA ÖZGÜR VATAN
YA ÖLÜM diyen devrimcilerin iktidar yürüyüşü sağa sola yalpalamadan, emperyalist
haydutluk karşısında asla tereddüte düşmeden sürüyor.
Bu savaş kazanılacaktır.
Kimsenin şüphesi olmasın emperyalizm işbirlikçileriyle ülkemizden kovulacak,
bağımsızlık kazanılacaktır. Buna hiçbir güç engel olamaz, olamayacaktır. 12 Temmuz’da
bitmeyen kavga bunun garantisidir.
(Yukarıdaki yazı, Bağımsızlık ve Demokrasi Yolunda Kurtuluş
dergisinin 2 Temmuz 1999 tarihli 37. Sayısında yayınlanmıştır.)
***
12 TEMMUZ, SİYASAL BİR ZAFERE
DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞTÜR
"Zafer ve yenilgi nedir?
Gerçek anlamıyla zafer ve yenilgi, düşmanın
iradesini kabul edip etmemede düğümlenir. Savaşta iki irade çatışır. Yenilgi ve zafer, bu iki iradenin hangisinin üstün
geldiğiyle belirlenir.
Emperyalizm ve oligarşi ile sürdürdüğümüz savaşta,
düşmanın bizlere faşist terörle kabul ettirmeye çalıştığı iradesi, bizim
sosyalist yarınımızı, devrimimizi, halkımızın gücünü temsil eden irademiz ile
çatışmaktadır. Bu çatışmanın bugünkü görünümü, bu iradelerin, yaşamın çeşitli
alanlarında mevzii çatışmaları biçimindedir. İşkencede, cezaevlerinde,
kuşatmalarda, çözülmek, yaptırımlara uymak, tek kurşun atmadan silahını teslim
etmek yenilgidir, ihanetin yolunu açmaktır.
Düşmanın açık üstünlüğü koşullarında ve hatta
çarpışmanın biçimini, yerini ve zamanını belirlediği durumlarda dahi zafer
kazanmak mümkündür. Zafer, düşmana boyun eğmemek -ve böylesi anlarda- düşman
iradesini kabul etmemektir. Bu baş eğmez tavrımızla, irademizi, düşmanın eline
teslim etmemekle işkencehaneye de, zindana da, dört
yandan kuşatılmış bir mevziye de zafer bayrağı
dikebiliriz.
Düşmanın taktik plandaki askeri üstünlüğü, bir
kuşatmada yoldaşlarımızın imhasını sağlayabilir ama yoldaşlarımızın direnişi
koşullarında bu asla bir yenilgi olmayacaktır. Nitekim 12-14 Temmuzída yoldaşlarımız düşman tarafından imha edildiler
ama asla düşmana yenilmediler.
(...)
12 TEMMUZ SİYASİ ZAFER YOLU OLMALIDIR. BU İSE
MÜCADELEYİ DERSLER IŞIĞINDA YÜKSELTMEKTEN GEÇİYOR. Siyasi zafer, DEVRİMCİ SOL
savaşçılarının bu gerçeklerle donanmasıyla olacaktır ve biz bunu başaracağız!
Çünkü biz, bu zamana kadar devrim şehitlerimizin yüzünü hiç kızartmadık..."
(Temmuz '91, Devrimci Sol)
1991'in 12 Temmuz'unda oligarşinin ölüm mangaları
bir gecede 10 devrimciyi katlettiğinde hemen herkes şaşkınlık içindeydi. Kırsal
alandaki gerilla savaşı dışında, bir büyük kentin ortasında, güpegündüz böylesi
bir katliam ilkti. Daha önce bu boyutta bir imha operasyonuna tanık
olunmamıştı.
'91 12 Temmuz'u yalnız Devrimci Sol için değil,
herkes için, Türkiye halkları ve tüm devrimciler için ayırdedici
bir tarihtir. 12 Temmuz, oligarşinin halka karşı savaşında yeni bir dönemin
başlangıcıydı, oligarşinin halka karşı daha açık, daha boyutlu bir savaşı bu
yeni dönemin politikası haline getireceğinin açık ilanıydı.
12 Temmuz savaş gerçeğinin tüm çıplaklığıyla
görüldüğü bir büyük katliam ve direniştir. Bu, o günün koşullarında halk ve
asıl olarak da sol nezdinde bu şekilde görülmemiştir. Sol olan biteni daha çok
oligarşiyle Devrimci Sol arasında bir ìkan davasıî olarak, kimilerinin kullandığı deyimle karşılıklı
bir "düello" olarak değerlendirmiş, kendisini de doğal olarak bunun
dışına koymuştur. Ancak bu savaş Devrimci Sol'la polis arasında "kan
davasına" dönüşen bir savaş değildi. Bu savaş oligarşiyle Türkiye halkları
arasında süren bir savaştı. Savaş gerçeğinin Devrimci Sol'un pratiğinde
somutlaşmış olması, Devrimci Sol'un bu savaşı en ön cephede göğüsleyip sürdüren
bir güç olması nedeniyleydi. Oligarşiye ciddi darbeler vuran, iktidar perspektifiyle,
halkın silahlı gücünü yaratma perspektifiyle savaşı sürdüren Devrimci Sol'du.
Bu anlamda elbette savaşın görünümü bir yerde oligarşiyle Devrimci Sol arasında
olacaktı ve elbette oligarşi ilk hedef olarak Devrimci Sol'a yönelecekti.
Aynı günlerde oligarşinin ülke çapında izlediği
politikaları ve saldırılarındaki tırmanmayı görenler, bu sürecin, savaşın nasıl
bir gelişme seyri içinde olduğunu da görebilirlerdi. Örneğin aynı günlerde
Diyarbakır'da Vedat Aydın'ın katledilmesi ve cenazesine saldırılarak cenazede
de bir kitle katliamı yapılması, yeterince açık göstergelerdi.
Tüm bunlara rağmen süreci kavrayamayanlar,
oligarşinin infaz ve imha operasyonlarının, kaybetme politikalarının uzaktan
izleyicisi olmakla yetindiler. Ancak süreç onların düşündüklerinin tersine gelişti.
Savaş gerçeği yalnızca Devrimci Sol için değildi.
İnfazları, kayıpları kendilerinin dışında görenler, bir anda kendilerini de çok
daha alt ölçülerde de olsa savaşın içinde buldular. Kayıplar başkalarının da
kapısını çalmaya başladı. İnfazlar, onların öngördüklerinin dışında sokaktaki
sucudan sendikacılara kadar yayıldı. Savaş gerçeğini görmeyenler,
kavrayamayanlar, elbette sürecin gerekli kıldığı politikaları da ortaya
koyamazlardı. Savaş gerçeğini görüp de bu bedeli ödeyebilecek siyasal inanç ve
kararlılığa sahip olmayanlar da aynı durumdaydı. İşte bu nedenledir ki, 12
Temmuz'dan bugüne kadar uzanan süreçte Devrimci Sol ve Cephe, tüm imha politikalarının
asıl hedefi olmasına rağmen gelişmesini sürdürürken, oligarşinin terörünün
sadece rüzgarından etkilenenler, bu rüzgarda sağa sola
savrulmaktan kurtulamadılar, tüm yaptıkları varolma
mücadelesi olarak özetlenebilecek bir kısır döngüye hapsolup kaldılar.
Devrimci Sol, 12 Temmuz darbesini, daha en başta 12
Temmuz şehitlerinin direnişlerinin verdiği güçle, "12 Temmuz'u siyasal bir
zafere dönüştürme" şiarıyla karşıladı. Ve bunu hayata da geçirdi.
12 Temmuz siyasal bir zafere dönüştürülmüştür. Çünkü
düşmanın tüm imha operasyonlarına rağmen mücadelenin kesintisizliği
sağlanmıştır. Savaşı yükseltmekte ısrardan bir an olsun vazgeçilmemiş, iktidar
hedefinden bir an olsun sapılmamıştır. Siyasal zafer budur.
Siyasal zafer, 12 Temmuz'dan itibaren halka halka direniş geleneklerini büyütmemizde, yaygınlaştırmamızdadır.
Öyle ki artık teslim olmama, düşmana her koşulda zarar vermeye çalışma gibi
gelenekler, yalnızca kadroların, savaşçıların tavrı olmaktan çıkmış,
taraftarına kadar tüm Cephelilere yayılmıştır. İmha saldırısına direniş ve
savaş geleneklerinin yaygınlaşmasıyla, halklaşmasıyla cevap verilmiştir.
Siyasal zafer budur. Düşmana vurmaya devam etmemizdir.
Siyasal zafer, her geçen gün iktidar perspektifimizi
daha da büyütmemiz ve devrimin iktidarına daha da yakınlaşmamızdır. Bu,
örgütlenme biçimlerimizden, halka kendi iktidarının somut biçimlenişini sunmaya
kadar uzanan bir zenginlikte somut ifadesini bulmuştur. Bizi imha etmek isteyen
düşman, hiç istemediği bir sonucu yaratmış, savaş gerçeğinin kavranmasını ve
bağlı olarak iktidar perspektifinin netleşmesini sağlamıştır. Elbette bu sonucu
ortaya çıkaracak bir irade vardı ortada. Bu Devrimci Sol önderliğiydi.
Siyasal zafer, şehitlerimizin yerlerini doldurarak
savaşı partili olarak sürdürme hedefi doğrultusunda ilerlemeyi
başarabilmemizdir.
Siyasal zafer, Devrimci Halk Kurtuluş Partisi ve
Cephesi'dir. Düşman partili savaşımızı engellemek, bizi devrimden koparmak için
saldırmıştı öyle vahşi ve pervasızca. Ama iki noktada da amacına ulaşamadı.
Buna izin vermedik, devrim yürüyüşümüzü sürdürdük ve Parti-Cephe'yi yarattık.
12 Temmuz'u siyasal bir zafere dönüştürmek işte tam bu noktada somutlaştı.
Bitirdik, yokettik diyen düşman, bitirdiğimizi
sananlar Parti-Cephe'nin ilanıyla yanıldıklarını gördüler. 12 Temmuz bizi yolumuzdan
alıkoyan değil, yolumuzu aydınlatan, bize güç veren bir tarih olmuştu artık.
BİTİREMEDİNİZ!
ASLA BİTİREMEYECEKSİNİZ!
12 Temmuz'un öncesi, atılım’la oligarşiye karşı
savaşı yeniden yükselttiğimiz bir dönemdir. Atılım'ın koşulları, cunta
yıllarındaki direnişlerle, cuntanın pasifikasyonunun yıkıldığı,
yer yer örgütlü seslerin duyulmaya başlandığı
'86'lardan itibaren Devrimci Sol önderliğinde geliştirilen mücadeleyle hazırlanmıştı.
Gençlik, tutsak yakınları, gecekondular, kamu emekçileri, işçi alanında demokratik
mücadele militan bir çizgiyle, bedeller ödenerek geliştirilmişti, önemli
mevziler kazanılmıştı. Cuntadan sonra neredeyse on yıl boyunca halk kitleleri
nezdinde yürütülen bitirdik, yokettik demagojileri, sosyalizm öldü propagandası devrimci savaşla
darmadağın edilmişti. Halkın devrimci savaşını bitiremezlerdi. Devrimcileri,
Devrimci Sol'u bitiremezlerdi. Bu kanıtlanmıştır.
Süreç artık partiyi, gerilla savaşını örgütleme
hedefiyle daha nitelikli hale getirilmeliydi. 12 Eylül'den bu yana halkın
biriken adalet özlemi, devrimci savaşı geliştiren, halka kendi iktidarı hedefini
gösteren bir perspektifle karşılanmalıydı. Bunun ülke genelinde büyük etki
yaratacağı açıktı. Nitekim Mehmet Akif Dalcı'nın
katili Kazım Çakmakçı'nın cezalandırılmasıyla
başlayan süreç tüm hızıyla sürmüş ve düşmanda korku büyürken, halkta devrimci
adaletin uygulanması büyük bir sempati yaratmıştır. Silahlı Devrimci Birliklerin
savaşı büyüyor ve yaygınlaşıyordu. Kürdistan'da PKK önderliğinde sürdürülen gerilla
savaşı, ülke genelinde kırda ve kentte Devrimci Sol önderliğinde geliştirilen devrimci
savaş, oligarşi için alarm çanları demekti. 12 Temmuz'da somutlanan imha savaşı
işte bu sürecin önünü kesmeyi amaçlıyordu.
12 Temmuz'dan başlayarak halka ve devrimcilere tüm
gücüyle saldırdı oligarşi. Öncelikli hedef Devrimci Sol'du. Daha özel anlamda
öncelikli hedef silahlı savaştı. 12 Temmuz'ları 16-17 Nisan'lar izledi. Ankara,
İzmir, Adana'dan Gaziantep'e, Bursa'ya, Sivas'a uzanan ve asıl olarak
İstanbul'da yoğunlaşan imha politikası, infazlar ve kayıplarla vahşi bir
şekilde sürdürüldü. Her operasyondan sonra "Devrimci Sol'a Büyük
Darbe", "DHKP-C çökertildi" diye başlıklar attı burjuva basın.
Kontrgerilla şefleri "Beyinlerini dağıttık" diye demeçler verdiler.
Bu süreç bugüne kadar uzayıp geldi. Yüzlerce Devrimci Sol ve DHKP-C savaşçısı
katledildi bu süreçte.
Peki ne oldu? Emniyet Müdürlüğü
İstihbarat Dairesi Başkan Yardımcısı sıfatını taşıyan, sözünü ettiğimiz bu
süreçteki yüzlerce infazın, faili meçhulün, kaybetme operasyonunun örgütleyicisi
ve sorumlusu olan Hanefi Avcı'nın, daha birkaç gün önce
televizyonlarda yayınlanan röportajında söyledikleri bu sorunun da cevabıydı
bir yerde. Avcı'nın televizyonda kendisine yöneltilen
"23 yıllık tecrübelerinizle söyler misiniz, terör biter mi?" sorusuna
verdiği cevap kısaydı: "Hayır!"
Katillerin şefi, "Hayır" cevabını
vermesinin gerekçesini kendi gördüklerinden ortaya koyuyordu; "düşüncelerine
inanmış insanlar, demokratik yoldan düşündüklerini ifade edemediklerini görüyor
ve silaha sarılıyorlar. Düşünceleri için ölümü göze almış insanlar..." Avcılara
bu sözleri söyleten 12 Temmuzlardır, 16-17 Nisanlardır. Katillerin şeflerine
bunları söyleten devrimci harekette somut ifadesini bulan savaşma
kararlılığıdır.
Ağar'dan Menzir'e,
Avcı'dan Ramazan Er'e kadar, hepsinin beyninde DHKP-C
vardır, onların hayatlarına, düşüncelerine yön veren DHKP-C'dir.
Katlederken de, politika yaparken de karşılarında aynı gücü görmektedirler.
İmha savaşını doğrudan yürütenler bunlardır ve bu savaşla kesin sonuç
alacaklarını düşünmüş, şimdi ise yanıldıklarını görmektedirler.
12 Temmuz oligarşinin devrimci harekete ve Türkiye
halklarına açtığı savaşın açık ilanıdır. Ama çok daha açık ve kesin bir biçimde
söylenebilir ki, 12 Temmuz, aynı zamanda devrimci hareketin yenilmezliğinin, yokedilemezliğinin de ilanıdır.
Şu artık hem dost güçler, hem de düşman nezdinde
netleşmiştir; imhalarla bizi yok etmeyi başaramadılar, artık başaramayacakları
da kesindir. Düşman yok etmeyi denemiştir, ama hevesi kursağında kalmıştır.
Acıdır ki kimi dost güçler de aynı düşünceyi paylaşmış, aynı hevesi dolaylı
yoldan taşımışlardır. Dostça davranmak, saldırılar karşısında birlikte
direnmek, dayanışma içine girmek yerine, düşmanın beklentilerine onlar da
kapılmıştır. Bir daha belimizi doğrultamayacağımızı düşünmüş ve inanmışlardır.
Oysa bugün yaşananlar tüm gerçekliğiyle ortadadır. Çok şey yaşadık ama hala
ayaktayız. Savaşımız, bir varolma savaşı değildir; oligarşinin
bizi içine sokmaya çalıştığı kısır döngüye hapsolmadık hiç bir zaman, politikalarımızla,
taktiklerimizle oligarşinin bu saldırılarını göğüsleyip oyunlarını bozmayı
başardık. İktidar savaşı veriyoruz. Biz bir muhalefet hareketi değiliz. İktidara
alternatifiz. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, iktidar yürüyüşümüz daha da hız
ve güç kazanacak ve bu sömürü, soygun, kontrgerilla düzenini yıkıp sonunda
halkın iktidarını kuracağız. Bu süreç içinde daha defalarca operasyonlarla
karşılaşacak, daha yüzlerce, binlerce şehit vereceğiz. Ancak halklaşan savaşımız
artık hiçbir şeyle engellenemez. Engellenemeyecektir...
12 TEMMUZ'U
PLANLAYAN VE UYGULAYAN SUSURLUK’TAKİ DEVLETTİR; SUSURLUKTA'Kİ DEVLET İKTİDARDIR
Katledenler, katliam politikasının şefleri, Menzirler, Ağarlar, Avcılar, Ekenler, Eymürlerdir.
Susurluk kazası bunları tüm kitlelerin gözünde açığa çıkarmıştır. Katillikleri
gizlenemez hale gelmiştir.
Ağar bugün halk kitlelerinin gözünde katilliği,
kontralığı açığa çıkmış biridir. Destek şovlarıyla kendini kamuoyunun gözünde
aklamaya çalışmaktadır. Menzir oligarşi tarafından
ödüllendirilmiştir.
Bugün devletin niteliğine ilişkin, parlamentoya,
düzen partilerine ilişkin halka olmadık hayaller, umutlar yayanlar şu listeye iyi
bakmalıdırlar.
12 Temmuz katliamı yapıldığında:
İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar'dır.
Ağar operasyonu bizzat yönetmişti. Katliamdan sonra katilleri "Hepinizi
tebrik ediyorum, gözlerinizden öpüyorum" diyerek kutluyordu. Ağar şimdi
DYP milletvekilidir, bu arada bakan yapılmıştır.
İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli'dir.
Kalemli katliamdan sonra kamuoyunda oluşan tepkiler karşısında "Ben
emniyet güçlerimiz böyle bir operasyonu gerçekleştirdikleri için mutluyum. Bu
tür operasyonlarda bu eleştiriler hep olagelmiştir" diyordu. Kalemli şimdi
Meclis Başkanı'dır.
Emniyet Genel Müdürü Ünal Erkan'dır. Katliamdan
sonra yaptığı açıklamada "Yerinde infaz diye bir şeyler düşünülemez. Yasal
çerçeve içinde operasyon başlamış ve sonuca ulaşılmıştır. O deyime (yerinde
infaz) katılmıyorum." demişti. Erkan şimdi milletvekilidir. Oligarşi
tarafından ödüllendirilenlerden biridir.
Ankara Valisi Saffet Arıkan
Bedük'tür. Bedük, 14 Temmuz'da Ankara'da Buluthan Kangalgil ve Fintöz Dikme'nin katledilmesinden sonra yaptığı açıklamada şöyle diyordu:
"Gerçekten fevkalade iyi bir sonuç, başarılı bir sonuç alınmıştır. İstanbul
harika, fevkalade başarılı bir operasyon yaptı ve İstanbul bağlantılı olarak
buraya kadar geldi." Saffet Arıkan Bedük şimdi
DYP milletvekilidir.
Başbakan Mesut Yılmaz'dır. Katliamdan sonra "polisin
görevini yaptığını" söylemiştir. Yılmaz, şimdi yine başbakandır.
Bunlardan Susurluk'taki devletin üzerine gitmesini
beklemek, bunların "binlerce operasyonu" aydınlatmasını beklemek
nasıl mümkün olabilir? Bunların yeraldığı, ödüllendirildiği
yer olan bir Meclis'i "çare" olarak sunmak nasıl mümkün olur. Bunu
yapanlar gerçekte 12 Temmuzları unutanlar, görmezden gelinmesini savunanlardır.
Bu yüzden Susurluk'taki devleti tartışırken, Ömer Topal cinayetini tartışıp 12
Temmuzlardan hiç sözetmemişlerdir. Devrimci, sosyalist
geçinenler bile kendi hazırladıkları metinlerde, dilekçelerde 12 Temmuzları
anmaktan kaçınır hale gelmişlerdir. Hayır, Susurluktaki çeteler 12 Temmuzları
gerçekleştirmek için oluşturulmuştur ve 12 Temmuzların hesabı sorulmadan,
ortaya getirilmeden Susurluk'un üzerine gidilmiş olmaz.
Herkes çok açıkça bilmeli ve kabul etmeli ki; Hesap
sormak, bunları cezalandırmak meşrudur.
Oligarşi 12 Temmuz'da katlettiği yoldaşlarımızın
ismini dahi bilmemekteydi. Ancak onlar için "isim" önemli değildi.
İmha temelinde bir siyaset izlenecekti. Sorun buydu. Şimdi kalkıp *Biz şiddetin
her türlüsüne karşıyız" demek, oligarşinin şiddet tekelinin sürmesi
demektir; şiddetin yalnız devletin hakkı olduğunu söylemek demektir. Hayır, 12
Temmuzların hesabını sormak bu ülke halkının, devrimcilerinin en meşru hakkıdır
ve hiç bir gerekçeyle ertelenemez, geçiştirilemez. Parti-Cephe Susurluk'taki
devlete karşı savaşında sonuna kadar gidecek tek güçtür. Çünkü o "binlerce
operasyonu" yaşayan biziz. Biz katledildik, biz kaybedildik. Hesabını
soracak olan da, onu iktidardan alaşağı edecek olan da biziz.
ZAFERE
DÖNÜŞTÜRÜLEN HER YENİLGİ,
DÜŞMANIN
YENİLMESİDİR
Kayıp vermeden, hiç yenilgi almadan yürütülen ve
kayıpsız, yenilgisiz zafere ulaşan bir savaşa tarihte tanık olunmaz. Böyle birşey sınıflar savaşının doğasına da, devletin, iktidarın,
egemen sınıfların, emperyalizm ve oligarşinin niteliğine ve halk gerçeğine de
aykırıdır. Halklar ulusal ve sınıfsal tüm kurtuluş savaşlarını yene yenile
sürdürmüşlerdir. Her seferinde kayıplar vermiş, büyük bedeller ödemişlerdir.
Zafere de böyle ulaşmışlardır. İşte bu yüzden, tarihin bu gelişim seyri içinde
zafere ulaşmanın en önemli ölçülerinden biri halkların, devrimci örgütlerin
yenilgileri zaferlere dönüştürebilmesi olmuştur. Halklar egemen sınıflara karşı
savaşlarında kayıplarının yerini doldurabildikleri, yenilgilerini zaferlere
dönüştürebildikleri ölçüde zaferi mümkün kılmışlardır.
Parti-Cephe geleneği yenilgilerin zafere
dönüştürülmesinin de geleneğidir. Bunun manifestosu, Kızıldere'dir.
Yenilgileri zafere dönüştürmenin ilk koşulu savaşta
ısrardır. Kayıplardan korkmadan, bedelleri göze alarak savaşı sürdürmektir.
Yenilgileri zafere dönüştürmenin koşulu, ideolojiye
güvendir. Hiç bir darbe, hiçbir operasyon, doğru bir ideolojiyi yok edemez.
Yenilgileri zafere dönüştürmenin koşulu, geçmişinin
muhasebesini yapabilmek, yaşadıklarından ders çıkarabilmektir.
Kızıldere, cunta, 12 Temmuz, 17
Nisan ve darbe ihanetini yaşadık. Hepsinin ortak bir özelliği vardı; hepsinde
en değerli kadrolarımızı, savaşçılarımızı, kavganın yetiştirdiği ustaları
kaybettik. Ya da arkadan hançerlendik. Tüm bu süreçler boyunca da emperyalizm,
oligarşi kendi ideolojik bombardımanını gerek halkımız üzerinde, gerekse de
devrimci hareket üzerinde yılmadan, durmadan sürdürdü. Psikolojik savaşın en
iğrenç yöntemlerine başvurdu. Ve biz tüm bu saldırılara rağmen doğru bildiğimiz
yolda ısrarla yürüdük. Düşmedik mi hiç? Yer yer sendelemedik
mi? Düştük de, sendeledik de. Bunlar da savaşın gerçekliği. Ancak savaşı
büyütmekten asla vazgeçmedik. Sosyalizme inancı her koşul altında savunduk.
Ne stratejimizde, ne taktiklerimizde, ne de
örgütlenme biçimlerinde savrulmadan inançla, kararlılıkla yolumuza devam ettik.
Bu yüzden hep hedef olduk. İktidar hedefli bir savaşta bunlar kaçınılmazdır.
Asıl önemli olan bu saldırılardan etkilenmeden teslimiyete, yılgınlığa izin
vermeden yolumuza devam etmekti. Ve biz 12 Temmuz'da, 16-17 Nisanlarda,
ve daha onlarca saldırıda aldığımız yaralara rağmen en kısa sürede kendimizi
toparlayıp savaşımızı sürdürdük. Böyle de olmalıydı. Uzun süreli ve iktidar
hedefli bir mücadele kendimizi hızla toparlamayı, hızlı hareket etmeyi
gerektirir. 12 Temmuz'da eksiklikler yaşansa da düşmanın yok ettik, çökerttik
edebiyatına, halk üzerinde demoralizasyona izin
vermedik. Bu kararlılığımızdan, tavizsizliğimizden kaynaklanıyordu. Bu yüzden
saldırılarda bozgun ve moral bozukluğu yaşamadık. Aksine kinlendik. Bu kin ve
düşmandan yoldaşlarımızın intikamını alma düşüncesi hızla toparlanmakta en
önemli etkenlerden biriydi.
DHKP-C yenilmezleşmiştir. Artık yenilmez, yokedilemez bir güçtür. Bunu 12 Temmuzlardan, 16-17 Nisanlardan,
darbelerden önce söylemek de mümkündü belki, ama bu yalnızca bir öngörü olurdu.
Bugün artık Cephe'nin yenilmezliği kanıtlanmış bir gerçektir. Onlarca önder
kadrosunu, savaşçısını yitirdiği katliamlar, Cephe'nin tarihinde zafer
sayfalarına dönüştürülmüştür çünkü.
HİÇBİR GÜÇ
CEPHEYİ NE KİTLELERDEN KOPARABİLİR,
NE
SAVAŞMAKTAN ALIKOYABİLİR
Düşmanı küçümsememeliyiz. Bunu unutmamak gerekir.
Çünkü biz nasıl iktidarı almaya oynuyorsak, egemenler de iktidarını
kaybetmemeye çalışıyor. Bunun için de her yöntemi deniyor ve bunlardan sonuç almaya
çalışıyor. Sonuç almak için neyi, ne zaman ve nasıl uygulayacağını hesaplıyor.
Yani yaptığının bilincindedir. Nitekim güçlü bir iktidar bilinci, onları tüm
sömürü ve zulüm uygulamalarına, tüm krizlerine, politik çözümsüzlükler içinde
olmalarına rağmen bugüne dek ayakta tutabilmiştir. O halde, bizim de
yaşadıklarımızdan çıkaracağımız derslerin anlık olmasını istemiyorsak işimizi
düşman kadar değil, ondan çok daha fazla ciddiye almalıyız. Haklıyız, meşruyuz. Halkın iktidarı için, sosyalizm için savaşıyoruz.
Ama bir taraftan da eşit bir savaş sürdürmüyoruz. Düşman
bizden her zaman çok daha fazla olanağa, tekniğe sahip. Onun iktidarını
yıkıp halk iktidarını kurana dek böyle de devam edecek. İşte bu avantaj ve
dezavantajları düşününce bizi zafere, devrime taşıyacak olanın iktidar bilinci
olduğunu unutmamalı, bir an bile olsa gözden kaçırmamalıyız. Düşmandan daha
güçlü, daha sağlam ve net bir iktidar bilincimiz olmalı. Eğer bu süreci
iktidarı almaya kadar uzanacak bir süreç olarak görmezsek ya da bunu yeterince
kavrayamazsak, küçük başarılar karşısında zafer sarhoşluğuna ya da rehavete
kapılmak kaçınılmaz olur, yerel, dönemsel kazanımlarla yetinilir. Ki böyle bir
sonuç ortaya çıktığında ise herşey bir noktadan sonra
aksamaya başlayacaktır. 12 Temmuz'da bir kez daha somutlaşan "herşeye iktidar perspektifinden bakmak zorundayız" gerçeği
bugün kılavuz olmalıdır. Çünkü sürecin en önemli halkası da, savaşımızın,
sınıflar savaşının odağı da budur zaten.
Cephe gelişmesini sürdürüyor ve sürdürecektir. İmha
politikasının karşısında kararlılığıyla, iradesiyle, geleneklerine, değerlerine
bağlılığıyla durduğu için sağlayabildi bunu. Çaresizliği en güç koşullarda bile
kabul etmediği, zorlukları aşacak politik bir üretkenliği sağlayabildiği, bunu
sağlayabilen bir önderliğe sahip olduğu için bunu başarabildi. Şehitlerimizin
yüzünü kızartmadık. Şehitlerin karşısında alnı açık, başı dik durabilmek son
derece önemlidir ve büyük bir güçtür. Savaşın sürdürüldüğünün, devrim ve
iktidar hedefindeki ısrar ve kararlılığın ifadesidir. DHKP-C'nin
maddi, manevi politik gücünün bir yanında bu vardır. Bugün Türkiye solunun pek
çok kesiminin, şehitleri karşısında alnı açık değildir, başı dik değildir;
çünkü bazı durumlarda şehitler verilmesiyle birlikte savaşın istediği ağır
bedeller görülmüş ve bu bedeli ödemekten kaçınılarak, uğrunda şehit düşülen o
çizgi terkedilmiştir. "Kendini koruma"lar teorileştirilmiş, bu teoriler düzen içileşmeye kadar uzanmıştır. Pek çoğu şehitlerine karşı
siyasal görevleri bir yana, sıradan bir vefa duygusunu dahi göstermedikleri
için onlar karşısında başı dik duramazlar.
Şehit yoldaşlarımız karşısında alnımız açık. Düşman
karşısında başımız dik. Cephe'nin gelişmesi devrimci çizgisinde sürecektir.
Cephe bir halk hareketidir ve Cephe bir savaş örgütüdür. Hiçbir güç, Cepheyi ne
kitlelerden koparabilir, ne savaşmaktan alıkoyabilir. Bunu düşünenler, bu umuda
kapılanlar, böyle sananlar hep yanıldılar. Yine yanılmışlardır. Ve böyle düşündükçe,
böyle düşünüp askeri, ideolojik çok çeşitli açılardan saldırdıkça yine yanılacaklardır.
12 Temmuz'un kahraman şehitleri, şehit düştüğünüz
zaman söylediğinizi gerçek kıldık; 12 Temmuz'u siyasal bir zafere dönüştürdük.
Ama görevimiz bitmedi. Düşünü birlikte kurduğumuz, koşullarını birlikte
hazırladığımız Cephemiz bugün artık bir umuttur. Ve ülkemiz devrime o gün
olduğundan daha fazla gebedir. Cephe umut olmanın, sizin mirasçılarınız olmanın
gereğini yapacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın!
***
12 TEMMUZ KATLİAMI
Katliamın
Gelişimi:
12 Temmuz 1991'de, İstanbul'da olağanüstü bir gece
yaşanmaya başlıyordu. Belli semtlerde yaşayan halk şaşkındı. Belki de ilk kez
böylesi bir olayla karşı karşıya kalıyorlardı. Dikilitaş, Balmumcu, Nişantaşı ve Yeni
Levent semtleri, kilometrelerce ötelerinden sarılmıştı. Saat 19.30
sıralarındaki telsiz anonsuyla birlikte, neredeyse İstanbul’un bütün polis gücü
bu semtlerde toplanmaya başladı. Bu bölgelere giriş çıkışlar yasaklandı. Ne
halk ne de gazeteciler buralara sokulmadılar. Evlerinde oturanlardan, yapılan
anonslarla dışarı çıkmamaları, cama yaklaşmamaları isteniyordu. Olup bitenler
gözlerden ırak kalmalı, her şey bir sis perdesi arkasında gerçekleşmeliydi...
Bütün bu önlemlerin üzerinden henüz fazla zaman geçmemişti. Dikilitaş,
Balmumcu, Nişantaşı ve Yeni Levent semtleri bir anda bomba ve silah sesleriyle
sarsıldı.
Çatışmalar sona erdiğinde ise, adı geçen semtlerdeki
üç işyeri ve bir evde bulunan on devrimci Niyazi
Aydın, İbrahim İlçi, Ömer Coşkunırmak,
Yücel Şimşek, İbrahim Erdoğan, Nazmi Türkcan, Bilal Karakaya, Zeynep
Eda Berk, Cavit Özkaya ve Hasan Eliuygun ayrı yerlerde ama aynı
saatlerde “ölü ele geçirilmişlerdi”.
Az sonra ambulans sirenlerinin sesleri duyulmaya
başlandı. Yaralıları değil, ölüleri taşıyorlardı. Saatlerce süren çatışmada “ölü
ele geçirilen” on kişinin dışında hiç kimse yaralanmamıştı.
İktidarın
Tavrı:
İktidar yetkilileri, “Çatışma çıkmaması için her yol denenmiştir. Yerinde infaz diye bir şey
yoktur” açıklaması yaptılar. Morga giden aileler ise, cesetlerin hemen
hepsinin belden yukarısında ve
kafalarında en az beşer kurşun yarası olduğunu gördüler.
Burjuva muhalefet liderleri bile “yargının işini
yargıya bırakmak şarttır” demeçleri verirken, olayların “hukuk devletine olan
güveni sarstığını” belirtmek durumunda kaldılar.
Emniyet Müdürü sıfatı taşıyan kontrgerilla şefi
Mehmet AĞAR ise şu açıklamaları yaptı: “Teknik
konulara girmek istemiyoruz”, “Operasyonlara yerinde infaz denmesi, polisi
yıpratmaya yöneliktir”, “ölenlerin hepsi kesin olarak terörist”...
Emniyetten yapılan açıklamalarda, öldürülenlerin ABD Başkanı Bush’a suikast girişiminde
bulunacaklarının saptandığı söylendi. Ellerindeki hangi delillere dayanarak
bunu söylüyorlardı, belli değildi? Kaldı ki, suikast girişimine hazırlanmak
hangi hukuka dayanılarak katletmek için gerekçe gösterilebilirdi? Katledilenlerin
ailelerinin ve avukatlarının "Kamuoyuna
bu deliller açıklanmalıdır" çağrısına ise ne gazeteler yer verdi, ne de
Emniyet Müdürü'nden bir cevap geldi... Operasyona katılanlar kontrgerilla şefi
tarafından “gözlerinden öpülerek” kutlandı...
Peki kimdi bu "gözlerinden
öpülerek" kutlananlar?
Bakın, bugünlerde ismi hayli popüler olan isimleri
de göreceksiniz içlerinde.
İşte
Katiller:
1- Ali Erşan,
Mustafa oğlu, 1954 doğ. Aslen Sivas Merkez Koluca köyü
nüfusuna kayıtlı olup, halen İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünde
görevli polis memuru.
2- Dursun
Ali Öztürk, Mahmut oğlu, 1949 doğ. Aynı
müdürlükte görevli komiser.
3- Mehmet
Baki Avcı,
Seyfettin oğlu, 1954 doğ. Aynı şubede görevli polis memuru.
4- Ali Çetkin,
Mehmet oğlu, 1959 doğ. Aynı şubede görevli Emniyet Amiri.
5- Ali
Bulut, Nurettin
oğlu, 1952 doğ. Aynı şubede görevli Başkomiser.
6- İsmail
Alıcı, Hüseyin
oğlu, 1954 doğ. Aynı şubede görevli Başkomiser;
7- Yaşar
Uzun, Kıyas
oğlu, 1952 doğ. Aynı şubede görevli polis memuru.
8- Abdulkadir Dilber, Mehmet oğlu, 1949 doğ. Aynı şubede görevli polis memuru.
9- Ayhan
Çarkın, Halil
İbrahim oğlu, 1962 doğ. İstanbul Emniyet Terörle Mücadele
Şube Müdürlüğü'nde görevli.
10- Yaşar
Karaçam,
Mehmet oğlu, 1957 doğ. Aynı şubede görevli polis memuru.
11- Yunus
Yıldırgan,
Nuri oğlu, 1956 doğ. Aynı müdürlükte görevli polis memuru.
12- Hacı
Güngör, İsmail
oğlu, 1962 doğ. Aynı müdürlükte görevli polis memuru.
Katliama katılanlar bunlarla sınırlı değildi
elbette; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Soruşturma Bürosu tarafından
hazırlanan 1991/34962 Hazırlık Nolu dosya ve 1992/22
İddianame'de de şu isimler sıralanıyordu:
13- Şefik
Kul,
Hüseyin Fehmi ve Fatma oğlu 1952 doğ. Aydın nüfusuna kayıtlı, İstanbul Emniyeti’nde
Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli başkomiser.
14- Hasan
Erdoğan,
Ahmet oğlu, 1951 doğ. Samsun Merkez nüfusuna kayıtlı, İstanbul
Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli komiser.
15-
Abdullah Dindar,
Hasan ve Fatma oğlu, 1954 doğ. Çanakkale Ayvacık nüfusuna
kayıtlı. İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevi komiser.
16- Salih
Tonga,
Cemal ve Mukaddes oğlu, 1953 doğ. Çorum Alaca nüfusuna kayıtlı, İstanbul
Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru.
17- Ayhan
Özkan,
Hüseyin ve Ayşe oğlu 1962 doğ. Niğde Bor nüfusuna kayıtlı,
İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru.
18- Mustafa
Altınok, Necip oğlu, 1960 doğ. İstanbul
Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru.
19- Adnan
Sinan,
Mehmet ve Nezih oğlu, 1957 doğ. Bilecik Bozöyük
nüfusuna kayıtlı, İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli
müdür yardımcısı.
20- Necdet
Toka,
Hilmi ve Perihan oğlu, 1953 doğ. Kahramanmaraş Göksu nüfusuna
kayıtlı, İstanbul Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğü’nde görevli komiser.
21- Mesut Demirbilek,
Ahmet ve Ulviye oğlu, 1965 doğ. Edirne Merkez nüfusuna
kayıtlı, İstanbul Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğü’nde görevli.
Çevre
Güvenliğinde Yer Alan Polisler:
Lütfi Eraslan, Ali Acar, Osman Uğurelli,
Mehmet Şakir Öncel, Hasip
Dönmez
Haklarında
Takipsizlik Kararı Verilenler:
Özcan
İşlek, Abdullah Gündoğdu, İlhan Öztürk,
Halis Dilber, Alaaddin Ersan,
Celil Vecdi Kuzu, Uğur Kızıldağ
12
Temmuz Davası:
Katliamın ardından 16 Temmuz 1991'de suç duyurusu
yapıldı. Dava ancak 25 Şubat 1992’de açıldı.
***
26 Mayıs 1992'de yapılan ilk duruşmada, mahkeme
heyetinin ilk kararı sanıkların “can güvenlikleri açısından” avukatları
aracılığıyla yaptıkları fotoğraflarının çekilmemesi ve isimlerinin yayınlanmaması
taleplerini “yerinde” bulmak oldu.
Katillerin ifadeleri bir örnekti: “Verilen talimat üzerine olay yerine gittik.
Defalarca Teslim olun’
ikazlarına Faşist köpekler’,
İnsanlık
onuru işkenceyi yenecek’, Haklıyız
Kazanacağız’ sloganlarıyla yanıt verdiler. Ateş açtılar. Bizler de kendimizi
korumak için taciz atışı yaptık"...
Oysa cesetlerin bazılarında bir çatışmayı gösterecek
kurşun izi bile yoktu. Bombalarla katledilmişlerdi. Bazı cesetlerin üzerinde
onlarca kurşun izi saptandığı halde tüm sorulara ısrarla "biz öldürmedik",
"kendimizi korumak için taciz ateşi açtık" diyorlardı. "Dikilitaş’ta
her şey 15 dakika içinde olup bitti" diyorlar ama
yine de "sağ yakalamak için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını" söylüyorlardı.
Mahkeme, operasyonların sorumlusu durumundaki Mehmet
Ağar hakkında soruşturma
açılması talebini reddederken, katillerin duruşmadan vareste tutulmaları talebini
kabul ediyordu.
***
12 Temmuz katliamı davasının ikinci duruşması 7
Temmuz 1992'de İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 3 Nolu
duruşma salonunda yapıldı.
Duruşmanın başlamasıyla beraber katliamda “dış
güvenliği alan” sanık polisler duruşma salonuna çağrıldı. Ama duruşma salonu ve
adliye binasının her tarafı polis doluyken, sanık polisler ortada yoktu.
Katliamdan sonra aradan 1 yıl geçmesine rağmen sanık polislerin daha ifadesi
bile alınmamıştı. Duruşma 15 Eylül’e ertelendi.
***
12 Temmuz katliamı davasının 3 Kasım 1993'de yapılan
duruşmasında da Siyasi Şube polisleri yoktu. 4’ü sanık, 12’si tanık, 16 polisin
gelmesi gerekiyordu bu duruşmaya. Ama bir teki bile yoktu.
İşkenceciler, katiller ya şehir dışındaydı ya da
askerde. Ya da görev yerleri tespit edilemiyordu. Bir başka şık da duruşmaya “getirtilemiyorlardı”.
Yargıçların, savcıların gücü buna yetmedi. Zaten buna niyetleri de yoktu.
Avukatların dinlenmesini istedikleri tanıklar
reddedildi. Araştırılması için verilen dosyalar adliyenin bürokrasisi arasında
kayboldu.
Avukatların operasyon olduğu akşam oradan geçerken
polis kurşunlarına hedef olan ve gözaltına alınan İbrahim Göksel’in adresini
bildirerek, mahkemece dinlenmesi yönündeki talepleri reddedildi.
***
31 Mart 1994'de İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde
dava sürüyor.
Duruşmaya her zaman olduğu gibi sanıklar
katılmadılar. Bu duruşmada da şimdiye kadar dinlenen tanıkların ifadelerinin
keşif kararı için yeterli olduğunu belirten avukatlar bu isteklerini yinelediler.
Gerçekleştirilen katliamın açık bir kanıtı olan bu
yerlerin incelenmesiyle elde edilecek veriler, bu duruşma için önemli kanıtlar
oluşturacak olmasına rağmen mahkeme heyeti buraların incelenmesini gereksiz
görerek keşif talebini reddetti.
Mahkeme 4 Haziran 1994 tarihine ertelendi.
***
4 Haziran 1994'de İstanbul 6. Ağır Ceza
Mahkemesi'nde görülen davaya mahkeme yine katliama katılan polislerin
ifadelerini almadı ve müdahil avukatlarının tüm taleplerini reddetti.
***
Katliam davalarının değişmez özelliği, “sanık”
polislerin bir kez ifadeleri alındıktan sonra “duruşmalardan vareste tutulması”ydı. "Kasten
adam öldürmek, yasal yetki sınırlarını aşarak suç işlemek”ten yargılanan polislerin her biri
yaklaşık 3 yıl süren davaya ancak yalnızca bir kez sorgu için geldiler. Ondan
sonra bulunamadılar, adresleri tespit edilemedi!..
Hazırlık soruşturması sırasında savcılar tarafından
alınan “bir örnek” ifadeleri duruşmalarda tekrarlayan sanıklar, müdahil aileler
ve avukatlardan gelen en basit sorularda bile ağızlarından bir şeyler
kaçırdıkları için mahkemeler adeta bir “önlem” olarak suçluları duruşmalardan
kaçırdılar. Bir basın açıklamasından gözaltına alınan insanlar aylarca tutuklu
kalırken “ağır ceza”lık bir suçtan yargılanan bu “sanık”lar tutuklanmak bir
yana duruşmalardan vareste tutuldular. Bu, çetelere katletmeye devam edin demekti.
25 Şubat
1992 tarihinde başlayan davada sanık polislerden birçoğunun ifadesi aradan iki
yıl geçtiği halde alınamadı. Aileler ve avukatlar duruşmalara bir kez bile
"sanık" olarak getirilmeyen bu polislerin kimi duruşmalara “koruma”
olarak katıldıklarına tanık oldular.
Otopsi
Raporları, Tanıklar:
Katiller mahkemede yalnızca "taciz ateşi" açtıklarını
söylüyorlar. Adli Tıp raporları belgeliyor:
12 Temmuz 1991’de Balmumcu’da katledilen Yücel Şimşek
üzerinde yapılan otopside “patlayıcı madde infilakına bağlı olarak oluşan
metalik cisim yaralanması” saptanıyor.
Dikilitaş Er-Berk Mühendislik
Bürosunda katledilen Niyazi Aydın’ın cesedinden metal parçaları dökülüyor adeta, Adli Tıp
otopsi raporu: “Patlayıcı madde infilakına
bağlı olarak oluşan cisim yaralanması sonucu gelişen kafatası kırığı, iç organ
parçalanması iç ve dış kanama sonucu ölüm gerçekleşmiştir. Cesetten 18 metal
parçası elde edilmiştir.”
Dikilitaş’taki büroda katledilen Zeynep
Eda Berk’in 5.8.1991 tarihinde yapılan ayrıntılı otopsi raporu göstermektedir ki,
isabet eden 5 kurşunun 5’i de vücuda arkadan girmiş önden çıkmıştır. Otopsi raporu;
“Mermi çekirdeğinin birinin uzak atış
mesafesinden olduğu ancak mesafelerin tayini için şahsın üzerinde bulunan elbiselerin
tetkikinin gerektiği anlaşılmıştır.” diyor. Ancak “Elbiselerin tetkiki” yapılamıyor. Çünkü elbiseler kayıp'tı.
Ve tanıklar. Tüm tehditlere rağmen anlattıkları,
anlatabildikleri açık bir katliamı gözler önüne seriyor: Tanıklardan biri Ahmet Aktaş:
“Balmumcu’daki apartmanın beşinci katında oturmaktayım. Dışarıda
kalabalık olduğunu gördük, bize içeri girin diye elleriyle işaret ettiler. Beş
dakika sonra silah sesleri duydum sonra sesler kesildi. Silah seslerinden önce
'teslim olun' çağrısını duymadım.”
Balmumcu’da bomba kullanarak Yücel
Şimşek ve İbrahim Erdoğan’ı katleden polis, operasyon sonrası yaptığı açıklamada
bu evde çok miktarda patlayıcı ele geçirildiğini açıklamıştı. Ancak apartmanın
kapıcısı Hakkı Doğan ifadesinde
operasyonu baştan sona izlediğini ve polisler gidinceye kadar beklediğini ancak
polislerin dışarıya hiç bir şey çıkarmadığını anlatıyor mahkemede.
Katlettikleri devrimcilerin cesetlerine bile onlarca
kurşun yağdırdıktan sonra evlerde sofralar kurdular. Balmumcu’da
katledilen İbrahim Erdoğan’ın bulunduğu evin
kapıcısı, olaydan sonra şunları anlattı: “Bunlar ne biçim insanlar? Ben yerdeki kanları silerken, onlar buzdolabındaki
yiyeceklere saldırdılar!”
Etiler’de Ömer Coşkunırmak’ın nasıl katledildiğini anlatan apartmanın kapıcısı Kadir Tuncel
ise resmi polislerin gelip çevreyi sardıklarını, onlara ne istediklerini
sorduğunu, kendisini dışarı çıkaran polislerin bodrum katına indiklerini belirterek
şöyle devam ediyor; “Daha sonra iki el
silah sesi duydum. Silah sesleri geldiğinde apartmanın dış kapısından girmiş
halde bulunuyordum.”
Operasyonun amacının katletmek olduğu çok açıktı. 12
Temmuz günü katledilenlerin hemen hepsinin üzerinde bomba parçaları vardı.
Yakın mesafeden kurşun sıkıldığı için yanıklar olmasına rağmen, bunu
kanıtlayacak olan elbiseler bulunamadı! Katledilenlerin bir kısmının otopsisi
tam anlamıyla yapılmadı.
Katledilenlerin avukatlarının taleplerinin rutin
olarak reddedildiği davada polisleri yine her zamanki gibi işkencecilerin avukatı İlhami
Yelekçi savundu. Göstermelik dava 3 yıl sürdü ve polisler 8 Şubat 1995’te BERAAT ETTİLER!
(Yukarıdaki yazı Halk İçin Kurtuluş dergisinin 12 Temmuz 1997
tarihli 38. Sayısında yayınlanmıştır.)