12 TEMMUZ DİRENİŞİ



YER: İstanbul Dikilitaş, Balmumcu, Nişantaşı, Yeni Levent

TARİH: 12 Temmuz 1991

 

 

12 Temmuz 1991 günü, 10 devrimci, iktidarın emrindeki terör güçlerince tüm halkın gözü önünde güpegündüz katledildiler.

O gün polis telsizini dinleyenler, Saat: 19.30 sularında İstanbul'daki tüm emniyet güçlerine ardarda yağan talimatları işittiler. Polis şefleri, çevik kuvvetin, siyasi şube elemanlarının, çelik yelekli timlerin, panzerlerin, itfaiye araçlarının, Dikilitaş, Balmumcu, Nişantaşı ve Yeni Levent'te mevzilenmesini, bu mahallelere tüm giriş ve çıkışların tutulmasını, halkın sokaklara çıkmasının engellenmesini, evlerinde olanların pencerelere yaklaşmasına izin verilmemesini istiyordu.

Binlerce polis, verilen emirle birlikte, bu dört mahalleye aktı. Halk şaşkındı, tedirgindi, korku içindeydi...

Ne oluyordu?.. Bunca polis ne için gelmişti? Mahalleyi niçin işgal etmişti? Kendi deneyleri ve sağduyularıyla, devlet güçlerinin halkın lehine bir şey yapmayacağını sezebiliyor, polisin bir saldırı hazırlığı içinde olduğunu görebiliyorlardı.

İnsanların evlerine gitmesine, pencereden kafasını çıkarmasına dahi izin verilmemesi, gizli kapaklı bir şeylerin döndüğünü, halkın bazı şeyleri görmemesi istendiğini ortaya koyuyordu. Her gün basında çıkan haberlerden, birilerinin sokakta, evde sorgusuz sualsiz öldürüldüğünü de biliyorlardı.

Çok geçmedi, silah ve bomba sesleriyle sarsıldılar. Bu seslere eşlik eden devrimci sloganları ve marşları duydular.

Tahrip gücü yüksek bombalar peşpeşe patlıyor, her yana barut ve yanık kokusu yayılıyordu. Tüm mahalle halkı her silah sesinde, her bomba patlayışında yeni bir insanın katledildiğini düşünüyor, merak içinde bekleşiyorlardı.

Ve nihayet ambulans sinyalleri işitildi. Meraklarını yenemeyenler katledilen insanların cesetlerini görebilmek için pencerelerden dışarıya baktılar; ve birer birer götürülen cesetlerle karşılaştılar. Dikkatlerini çeken en önemli şey, girilen yerden sağ çıkarılan hiç kimsenin olmamasıydı.

Tekniğin tüm olanaklarıyla donanmış binlerce polis, panzerler eşliğindeki çelik yelekli ölüm mangaları, her nasılsa sağ ve yaralı olarak kimseyi yakalayamıyor, herkesi ölü olarak ele geçiriyordu.

Bu bir katliamdı... 10 devrimcinin dört ayrı yerde, aynı saatlerde, aynı yöntemlerle bilinçli olarak katledilmesi eylemiydi.

Katliamın ardından polis telsizleri yeniden çalışmaya başladılar, ölüm mangalarına saldırı emri verenler artık onları kutlayabilirdi. Ve katiller "gözlerinden öpülerek" kutlandılar.

Her şey planlandığı gibi yapılmış, operasyon tamamlanmıştı. Artık halk evinden çıkabilir, evine gidebilirdi.

Merakla korku içinde bekleşen insanlar, "operasyonun bittiğini" duyuran anonsla yığınlar halinde sokağa fırladılar.

Barut ve yanık kokusu tüm mahalleye yayılmıştı. Ev ve işyerleri bombalarla tahrip olmuş duvarlar kurşun delikleriyle dolmuştu. Sokaklarda mahalle halkının "efendi insanlardı", "iyi insanlardı" dedikleri yoldaşlarımızın henüz kurumamış kanları vardı.

Ve halk tedirginlik içinde, korku ve endişeyle birbirine soruyordu:

- "Neden? Suçu neydi bu insanların?"

- "Bu nasıl iştir, hiç kimse sağ yakalanmıyor?"

Sorular soruları izliyor, fısıltıyla her yana dalga dalga yayılıyordu: Devletin katliam ve yok etme politikasını bilen bazı kesimleri suskunluk içindeydiler; gerçeği söylemeye cesaret edemediler.

Devletin "büyük" ve "yüce" olduğuna inananlar, bir ev ya da işyerinde 3-4 insanı, binlerce polisle, panzerlerle ve özel timlerle çevirip bombalarla imha etmenin "büyüklük" ve "yücelik" olmadığını gördüler.

"Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın" diyenler korkuyla irkildiler. Bir gün aynı şeyin kendi başlarına geleceğini düşünerek "bu nasıl düzen", "hukuk ve yasalar nerede" diye kendi kendilerine söylendiler.

Ama devrimciler, yurtseverler, katliamın her saniyesini belleklerine kaydettiler. Halkın sessizliğinden, tepkelerini yer yer dile getirmesinden, duyduğu öfkeden, oligarşinin tüm katletme gücüne rağmen ne denli çaresiz olduğunu da gördüler.

"Neden katledilmişlerdi?", "Neden teslim olmamışlardı?.."

Bu sorular aynı günün gecesi saat: 01.30'da TV haber bülteninde katliama dair ilk açıklama yayınlandığında tüm Türkiye'de sorulur oldu.

TC tarihinde belki ilk defa, tüm halkın gözleri önünde, güpegündüz, devletin ölüm mangaları, operasyon düzenledikleri üç işyeri ve bir evde bulunan herkesi ölü olarak ele geçirmişti. İktidar, kendi yasalarını, hukuk kurallarını bir yana iterek bundan böyle adeta terörün tek geçerli "yasa" olacağını ilan etmişti. "Bizim düzenimize karşı çıkanlar her şeye katlanmaya hazır olmalıdır" mesajı veriliyordu. Emperyalizmle işbirliğine, kapitalist sömürüye, zulme ve yoksulluğa bayrak açanlar, adalet isteyenler, hak-hukuk diyenler ve en önemlisi de, tüm dünyada "Sosyalizm öldü" çığlıklarının atıldığı bir dönemde hala halkların kurtuluşundan söz edenler, sosyalizm için savaştığını söyleyenler, bundan böyle yeni katliamlara, işkencelere, zindanlara hazır olsun deniyordu.

...

10 Yoldaşımızın İstanbul'da, iki yoldaşımızın Ankara'da katledilmesi, oligarşiye ve emperyalizme karşı sürdürdüğümüz 20 küsur yıllık savaşta, uğradığımız ilk katliam değildir. Biz Kızıldere'de, idam sehpalarında, işkencehanelerde, zindanlarda, sokaklarda evlerde, dağlarda defalarca öldük. Ve istisnasız her seferinde, tüm iletişim araçları kullanılarak "çökerttik", "yok ettik", "büyük darbe vurduk" propagandası yapılarak halk kitlelerinin güvensizliğe düşürülmesi, umutlarının tüketilmesi amaçlandı.

Ama başaramadılar!

Her darbe sonrası mücadele eskiyi aşarak ilerledi.

Zulme ve işkencelere direnen, cinayet ve katliamlara göğüs geren devrimcilerin "Bağımsız Türkiye", "Kahrolsun Faşizm", "Yaşasın Sosyalizm", "Yaşasın Devrimci Sol" şiarları yayılmaya devam etti. Bu şiarlar egemenleri vuran bir kurşun oldu, katledilen devrimcilerin yerleri misliyle dolduruldu.

...

KATLEDİLEN YOLDAŞLARIMIZIN ADLARI ŞÖYLEDİR:

İstanbul'da

1)Niyazi AYDIN, 2)Ömer COŞKUNIRMAK, 3)Yücel ŞİMŞEK, 4)İbrahim İLÇİ, 5)İbrahim ERDOĞAN, 6)Nazmi TÜRKCAN, 7)Bilal KARAKAYA, 8)Hasan ELİUYGUN, 9)Zeynep Eda BERK, 10)Cavit ÖZKAYA

Ankara'da

1)Fintoz DİKME, 2)Buluthan KANGALGİL

 

İLERİCİLER, DEMOKRATLAR, YURTSEVERLER, TÜM HALKIMIZ!

Oligarşinin katlettiği bu devrimcilerin adı hiçbir zaman unutulmayacaktır! Onların taşıdığı sosyalizm bayrağı, yerlerini dolduranların elinde daha yükseklere kaldırılacak, emperyalizme ve oligarşiye karşı savaşımız aralıksız sürecektir!

 

(Yukarıdaki bilgiler ve değerlendirmeler, Devrimci Sol Haber Bülteni’nin 22 Temmuz 1991 tarihli, 29. sayısından alınmıştır.)

 

***

 

1991 12 Temmuzu... ABD Başkanı Bush'un ülkemize gelişinin arifesi...

CIA ajanları, oligarşinin MİT'i, kontrgerillası, infaz mangaları, emperyalist efendinin gözüne daha çok girebilmek için yapabilecekleri tek şeyi yaparak bir katliam gerçekleştirdiler.

12 Temmuz'da İstanbul'da 10, iki gün sonra Ankara'da 2, toplam 12 devrimciyi katlettiler. 

Niyazi Aydın, İbrahim Erdoğan, İbrahim İlçi, Nazmi Türkcan, Cavit Özkaya, Hasan Eliuygun, Ömer Coşkunırmak, Yücel Şimşek, Bilal Karakaya, Zeynep Eda Berk, Buluthan Kangalgil ve Fintöz Dikme... infaz mangalarının saldırısına sloganlarıyla direndiler.

Oligarşi tarihsel yanılgısını tekrarlıyordu bir kez daha.

Sanıyorlardı ki, katlederek, büyük darbeler vurarak devrimci hareketi yok edecekler. Sanıyorlardı ki, katlederek halkın emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı mücadelesini de yok edecekler.

Yanılıyorlardı.

Katledilen devrimcilerin, binlerce polisin, ölüm mangalarının kuşatması altında, yağmur gibi yağan kurşunlara, atılan bombalara saatlerce süren direnişi yanıldıklarının ispatıydı. Attıkları sloganlar, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı savaşın bitmeyeceğinin ispatıydı.

Ölümü direnerek kucaklamaları, attıkları sloganlar emperyalizme ve oligarşiye karşı savaş çağrısıydı.

Çağrı cevapsız kalmadı.

 

1991 Temmuz’unun başları...

Amerikancı Özal hükümetini büyük bir telaş almış. Onbinlerce polis, MİT, kontrgerilla, özel tim ve CIA ajanları hep birlikte teyakkuz halinde. Çünkü tam 49 yıl aradan sonra ilk defa bir ABD başkanı Türkiye’ye ziyarete gelecek.

Adı Bush.

“Yeni Dünya Düzeni” adı altında “barış ve demokrasi” götürmek yalanıyla Ortadoğu’yu tümüyle denetimine almanın hesaplarını yapan ABD’nin o dönemki başkanı Bush.

Kuveyt’i kurtaracağım bahanesiyle yüzbinlerce asker-sivil Iraklıyı katleden Bush. Aldığı ambargo kararıyla Irak halkını açlığın, yoksulluğun, hastalığın pençesine mahkum eden ve çoğu çocuk 1 milyonu aşkın insanın ölmesine neden olacak olan Bush.

İşbirlikçilerinin ise gözü yollarda, efendilerini nasıl ağırlayacaklarının, nasıl el üstünde tutacaklarının telaşını yaşıyorlar. Ne büyük bir “şeref” uşaklar için! Onyıllardır ayaklarına gittikleri, görüşebilmek için kapısında dört dönerek bekledikleri efendileri tam 49 yıl aradan sonra şimdi Türkiye’ye geliyordu. Başbakan Özal mutluluktan uçuyordu. Tam da tüm prestijini yitirdiği, koltuğun ucundan zorla tutunarak ayakta kalmaya çalıştığı bir sırada Bush’un ziyareti adeta bir kurtarıcı gibi görünüyordu gözünde.

İyi hoş ama herşey toz pempe de değildi. Tedirgindiler. Korkuyorlardı...

Efendi Bush tedirgindi. Çünkü, Türkiye 12 Eylül sonrasında olduğu gibi ellerini kollarını sallayarak dolaşabildikleri bir Türkiye değildi artık.

Uşakları tedirgin ve korkuyorlardı. Tıpkı bugün Yugoslavya’nın bombalanması, Kosova’nın işgali için NATO’ya her türlü desteği veren işbirlikçiler gibi, efendileri kendilerinden ne istemişse yapmışlardı. Bush’un bir telefonuyla Irak halkının üzerine bomba yağdırılması için İncirlik’i emperyalizmin hizmetine sunmuşlardı. Daha ne isterlerse vermeye de hazırdılar. Örneğin, topraklarımıza ABD’nin “çevik güç” adı altında askerlerini yığması için başka üsler vermeye de evet diyorlardı. Ve emperyalist savaş için “Bir koyup üç alacağız” diyen Özal, bu kez de tepkileri azaltmak için tam da bir uşağa yakışır tarzda “Çevik güç bizim sınırlarımızı da koruyacak” diyecekti.  Demek ki, dünyanın ikinci büyük ordusu diye övündükleri ordu sınırları korumakta aciz kalmış, ABD askerleri gelip koruyacaktı.

Evet, uşaklar efendilerine hizmette hiçbir kusur göstermiyorlar, her fırsatta uşaklıklarını tekrar tekrar ispat etmek için ellerinden geleni yapıyorlardı ama ya efendileri geldiğinde bir tatsızlık olursa... Ya bir şeyler ters giderse?..

 

NEDEN BU KADAR ÇOK KORKUYORLARDI?

Bush ziyaretinden günlerce öncesinden seçme CIA ajanlarını, özel koruma birliklerini Türkiye’ye göndermişti. Alınacak güvenlik önlemleri inceden inceye gözden geçiriliyor, yollar, sokaklar, meydanlar taranıyor, olası beklenmedik bir duruma karşı neler yapılabileceği üzerine sabah akşam planlar yapılıyordu.

Bush’un uğrayacağı İstanbul ve Ankara’da ardı ardına operasyonlar yapılıyor, yüzlerce insan karakollarda, emniyet müdürlüklerinde, siyasi şubelerde toplanıyordu. Adeta ilan edilmemiş bir olağanüstü hal uygulanıyordu.

Peki nedendi tüm bunlar? Neden bu kadar çok korkuyorlardı?

Korkuyorlardı çünkü, Özal iktidarının, işbirlikçilerin tüm güçleriyle Amerikan emperyalizminin yanında yer almalarına, ABD’ye her türlü desteği vermelerine rağmen halkımız emperyalist savaşa hayır demişti.

Medya tekelleri Irak’ın bombalanmasını haklı gösterecek yalan haberlerle, her türlü hile ve dezenfarmasyon oyunlarıyla emperyalist savaşı tek yanlı olarak bilgisayar oyunu gibi dünyaya yansıtmışlar ama buna rağmen halkımız belki hiçbir ülkede görülmediği oranda bu savaşa karşı çıkmıştı.

Ama onları asıl korkutan bu karşı çıkışın sadece sözde kalmayıp kitlesel gösterilerden, bizzat Amerikan ajanlarından hesap sormaya kadar uzanmış olmasıydı. Emperyalist savaş boyunca işçisinden memuruna, gecekondulusundan aydınına, öğrencisinden sanatçısına, esnafından doktoruna, mühendisine kadar halkımız gösteri, yürüyüş ve mitingleriyle sokaklarda, meydanlarda “Emperyalist Savaşa Hayır!” sloganlarını haykırmıştı

Ama tüm bunların da ötesinde onları asıl korkutan, Irak’a saldıran ABD’nin ve işbirlikçilerinin Türkiye’de de silahlı bir direniş ve hesap sormayla karşı karşıya kalmış olmalarıydı.

 

EMPERYALİZMİN IRAK HALKINA SALDIRISI, TÜM DÜNYA HALKLARINA KARŞI BİR SALDIRI OLARAK GÖRÜLMÜŞ VE BU SALDIRIYA KARŞILIK VERİLMİŞTİ

ABD emperyalizmin Kuveyt’i kurtarma bahanesiyle Irak’a saldırması karşısında, Mahir’lerin geleneğinden yürüyen devrimciler tereddütsüz bu saldırının karşısında yer aldı. Oportünizmin “it dalaşı”, “yüzde elli ABD, yüzde elli Saddam haksız” gibi tespitlerle emperyalist saldırı karşısındaki vurdumduymazlığına rağmen devrimci hareket daha saldırının başından itibaren “Emperyalist Savaya Hayır Kampanyası” başlatıyor, “Emperyalist Savaşa Hayır Komiteleri” ile bu haksız savaşa karşı halkın tepkisini örgütlemenin adımlarını atıyordu.

Sessiz kalınamazdı böyle bir savaşa. Göz göre göre bir halkın katledilmesine göz yumulamazdı. Irak halkını bombalarıyla katleden düşmanla, ülkemize üsleriyle, tekelleriyle yerleşen, halkımızı onyıllardır sömüren, aşımıza, onurumuza, namusumuza göz koyan düşman aynı düşmandı. 

“Türkiye’yi küçük Amerika yapacağım” deyip yaptıkları anlaşmalarla, emperyalist üslere, tekellere davetiye çıkaran, aldıkları borçlarla çocuklarımızın geleceğini bile ipotek altına sokan, onbinlerce şehitle kazanılmış ülkenin bağımsızlığını yok eden işbirlikçilerle, Irak halkının bombalanmasına destek veren işbirlikçiler aynı işbirlikçilerdi.

Sessiz kalınamazdı emperyalizmin saldırılarına. 30 yıl öncesinde ABD’nin 6. Filosunun askerlerini Dolmabahçe’de denize döken, Filistin halkına onyıllardır kan kusturan siyonizmin temsilcisi Elhrom’u, üsleriyle ülkemizi işgal etmiş olan İngiliz emperyalizminin temsilcilerini cezalandırırken eli titremeyen devrimcilerin yarattığı anti-emperyalist geleneğe sahip çıkan, onların bıraktığı mirası omuzlayan devrimciler sessiz kalamazdı.

Emperyalizmin saldırıları karşısında hiçbir yerde hiçbir zaman tereddüte düşmeyecek kadar net bir ideolojik bakış açısına, tüm dünya halkları için canlarını ortaya koymaya hazır bir kararlılık ve cesarete, halk sevgisine sahip olanlar sessiz kalamazdı.

Dağıtılan yüzbinlerce bildiri; afiş, pankart, döviz, yazılamalar, basın açıklamaları, gösteri, yürüyüş, toplantılar, otobüs, tren, işyerleri, pazarlarda yapılan propaganda ve ajitasyon konuşmalarıyla, yakılan Amerikan bayraklarıyla, sabır ve inatla örgütlenmişti halkın emperyalist saldırganlığa tepkisi.

90 atılımıyla yükselen devrimci mücadele, ABD’nin Irak’a saldırısıyla daha da yükselişe geçmişti. Irak halkının başına yağdırılan bombalar Türkiye’de başta ABD olmak üzere emperyalistlerin ve işbirlikçilerinin kurumlarına iade edilmişti.

Ortadoğu’da Irak halkının kanını döken ABD’nin Türkiye’deki temsilcileri, CIA ajanları devrimcilerin hedefi olmuştu. Her eylem, emperyalizme vurulan her darbe halkta moral ve coşku yaratmıştı. Düşman dünyanın başka ülkelerinde halkın bu düzeydeki öfkesi ve tepkisiyle karşılaşmamıştı. Bombalanan onlarca kurumu, cezalandırılan ajanları karşısında paniğe kapılan emperyalizm vatandaşları için Türkiye’yi “tehlikeli bölge” ilan etmek, temsilcilerini, ajanlarını dikkatli olmaları ve tedbir almaları için defalarca uyarmak zorunda kalmıştı.

Emperyalistler, işbirlikçileri için tehlikeliydi Türkiye. O kadar uğraşmalarına, çabalarına rağmen devrimci harekete ulaşamamışlar, eylemlerin önüne geçememişlerdi. Körfez’deki emperyalist savaş bitmiş ama Türkiye’de tehlike sürüyordu. Tehlike hala büyüktü.

Ve biliyorlardı ki, Irak’ın bombalanmasına karşı çıkan bu halk katil Bush’un Türkiye’ye gelmesine de karşı çıkacaktı. Kanlı çizmeleriyle vatan topraklarını kirletmesine de sessiz kalmayacaktı.

Korkuları bundandı. Bush gelmeden günler öncesinden ajanlarını yollaması, onbinlerce polisin, özel timin, kontrgerillanın, MİT’in gece gündüz teyakkuz halinde olması, caddelerin sokakların didik didik edilmesi, operasyonlar, gözaltılar bunun içindi. Tehlike bertaraf edilmeli, emperyalist efendinin korkusu bir ölçüde de olsa giderilmeli, gözüne daha çok girmeliydiler.

 

“DÜNYA HALKLARININ KATİLİ BUSH ÜLKEMİZDEN DEFOL!” 

Halkımız ve devrimciler de hazırlanıyordu halkların katili Bush’u karşılamaya. Ama elbette sevinç gösterileri, çiçeklerle karşılamayacaklardı. Emperyalizme karşı savaş, görülecek hesap bitmemişti.

Mücadele’nin Temmuz 91 tarihli özel sayısında Bush için “...emperyalizmin eli kanlı patronu, halkların katili bir cellattır deniyordu.

“Bush karşılanmalı... Ama emperyalizmin yandaşları gibi eğilerek değil. Ona DÜNYA HALKLARININ KATİLİ DEFOL denerek... BAĞIMSIZ TÜRKİYE istemi yükseltilerek...

EMPERYALİSTLER KORKMAKTA HALKLIDIR

Çünkü, halkımızın anti-emperyalist duyguları güçlüdür.

Çünkü, emperyalizme karşı mücadele gelişiyor.

Ülkemiz, emperyalistlerin çiftliği olmayacak, emperyalist katiller ülkemizden er ya da geç kovulacaktır.”

 

EMPERYALİSTLERİ VATANIMIZDAN KOVACAĞIZ

Dün Irak halkının üzerine binlerce ton bomba yağdıran emperyalistler, bugün aynı şeyi Yugoslavya halklarına yaptılar. İşbirlikçileri de üslerini, askerlerini, uçaklarını emperyalistlerin hizmetine sundular.

Devrimciler dün olduğu gibi bugün de tereddütsüz emperyalizmin saldırıları karşısında yer aldılar.

Çünkü biliyorlardı ki, emperyalizm gittiği her yere kan ve gözyaşından başka bir şey götürmez.

Çünkü, biliyorlardı ki, dünyanın neresinde olursa olsun emperyalizmin halklara saldırısı tüm halklara bir saldırıydı.

Çünkü biliyorlardı ki, vatanın bağımsızlığı, hakların kurtuluşu emperyalizme karşı savaşılmadan kazanılamaz. Onun için iki devrimci sevinçle karşıladı emperyalist bir hedefe yönelmeyi. Onun için canlarını ortaya koyup cesaret ve kararlılıkla yürüdüler hedefin üzerine. Çünkü onlar, 70’lerde, 12 Temmuzlarda yaratılan geleneğin temsilcisiydiler. Emperyalizmin düşmanı, tüm dünya halklarının dostuydular. 12 Temmuz’un çağrısına bir Haziran ayında güç katarak halkımızın onurlu tarihinde ölümsüz yerlerini aldılar. 

Sadık’lar Selçuk’lar, önder yoldaşlarının, Niyazi’lerin izinde sloganlarımızı haykırmaya devam ediyorlar.

Bu topraklarda emperyalizmin varlığı sürdüğü sürece emperyalizme karşı halkımızın mücadelesi, savaşı da bitmeyecektir. Bushların, Clintonların korkuları büyümeye devam edecektir.

Çünkü, emperyalizmin, işbirlikçilerinin tüm gayretlerine rağmen bu ülkede bağımsızlık türküleri söyleniyor hala. Çünkü bu ülkede YAŞASIN BAĞIMSIZ TÜRKİYE sloganları atılıyor hala. Ve hala, YA ÖZGÜR VATAN YA ÖLÜM diyen devrimcilerin iktidar yürüyüşü sağa sola yalpalamadan, emperyalist haydutluk karşısında asla tereddüte düşmeden sürüyor.

Bu savaş kazanılacaktır. Kimsenin şüphesi olmasın emperyalizm işbirlikçileriyle ülkemizden kovulacak, bağımsızlık kazanılacaktır. Buna hiçbir güç engel olamaz, olamayacaktır. 12 Temmuz’da bitmeyen kavga bunun garantisidir.

(Yukarıdaki yazı, Bağımsızlık ve Demokrasi Yolunda Kurtuluş dergisinin 2 Temmuz 1999 tarihli 37. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

12 TEMMUZ, SİYASAL BİR ZAFERE

DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞTÜR

 

"Zafer ve yenilgi nedir?

Gerçek anlamıyla zafer ve yenilgi, düşmanın iradesini kabul edip etmemede düğümlenir. Savaşta iki irade çatışır. Yenilgi ve zafer, bu iki iradenin hangisinin üstün geldiğiyle belirlenir.

Emperyalizm ve oligarşi ile sürdürdüğümüz savaşta, düşmanın bizlere faşist terörle kabul ettirmeye çalıştığı iradesi, bizim sosyalist yarınımızı, devrimimizi, halkımızın gücünü temsil eden irademiz ile çatışmaktadır. Bu çatışmanın bugünkü görünümü, bu iradelerin, yaşamın çeşitli alanlarında mevzii çatışmaları biçimindedir. İşkencede, cezaevlerinde, kuşatmalarda, çözülmek, yaptırımlara uymak, tek kurşun atmadan silahını teslim etmek yenilgidir, ihanetin yolunu açmaktır.

Düşmanın açık üstünlüğü koşullarında ve hatta çarpışmanın biçimini, yerini ve zamanını belirlediği durumlarda dahi zafer kazanmak mümkündür. Zafer, düşmana boyun eğmemek -ve böylesi anlarda- düşman iradesini kabul etmemektir. Bu baş eğmez tavrımızla, irademizi, düşmanın eline teslim etmemekle işkencehaneye de, zindana da, dört yandan kuşatılmış bir mevziye de zafer bayrağı dikebiliriz.

Düşmanın taktik plandaki askeri üstünlüğü, bir kuşatmada yoldaşlarımızın imhasını sağlayabilir ama yoldaşlarımızın direnişi koşullarında bu asla bir yenilgi olmayacaktır. Nitekim 12-14 Temmuzída yoldaşlarımız düşman tarafından imha edildiler ama asla düşmana yenilmediler.

(...)

12 TEMMUZ SİYASİ ZAFER YOLU OLMALIDIR. BU İSE MÜCADELEYİ DERSLER IŞIĞINDA YÜKSELTMEKTEN GEÇİYOR. Siyasi zafer, DEVRİMCİ SOL savaşçılarının bu gerçeklerle donanmasıyla olacaktır ve biz bunu başaracağız! Çünkü biz, bu zamana kadar devrim şehitlerimizin yüzünü hiç kızartmadık..." (Temmuz '91, Devrimci Sol)

 

 

1991'in 12 Temmuz'unda oligarşinin ölüm mangaları bir gecede 10 devrimciyi katlettiğinde hemen herkes şaşkınlık içindeydi. Kırsal alandaki gerilla savaşı dışında, bir büyük kentin ortasında, güpegündüz böylesi bir katliam ilkti. Daha önce bu boyutta bir imha operasyonuna tanık olunmamıştı.

'91 12 Temmuz'u yalnız Devrimci Sol için değil, herkes için, Türkiye halkları ve tüm devrimciler için ayırdedici bir tarihtir. 12 Temmuz, oligarşinin halka karşı savaşında yeni bir dönemin başlangıcıydı, oligarşinin halka karşı daha açık, daha boyutlu bir savaşı bu yeni dönemin politikası haline getireceğinin açık ilanıydı.

12 Temmuz savaş gerçeğinin tüm çıplaklığıyla görüldüğü bir büyük katliam ve direniştir. Bu, o günün koşullarında halk ve asıl olarak da sol nezdinde bu şekilde görülmemiştir. Sol olan biteni daha çok oligarşiyle Devrimci Sol arasında bir ìkan davasıî olarak, kimilerinin kullandığı deyimle karşılıklı bir "düello" olarak değerlendirmiş, kendisini de doğal olarak bunun dışına koymuştur. Ancak bu savaş Devrimci Sol'la polis arasında "kan davasına" dönüşen bir savaş değildi. Bu savaş oligarşiyle Türkiye halkları arasında süren bir savaştı. Savaş gerçeğinin Devrimci Sol'un pratiğinde somutlaşmış olması, Devrimci Sol'un bu savaşı en ön cephede göğüsleyip sürdüren bir güç olması nedeniyleydi. Oligarşiye ciddi darbeler vuran, iktidar perspektifiyle, halkın silahlı gücünü yaratma perspektifiyle savaşı sürdüren Devrimci Sol'du. Bu anlamda elbette savaşın görünümü bir yerde oligarşiyle Devrimci Sol arasında olacaktı ve elbette oligarşi ilk hedef olarak Devrimci Sol'a yönelecekti.

Aynı günlerde oligarşinin ülke çapında izlediği politikaları ve saldırılarındaki tırmanmayı görenler, bu sürecin, savaşın nasıl bir gelişme seyri içinde olduğunu da görebilirlerdi. Örneğin aynı günlerde Diyarbakır'da Vedat Aydın'ın katledilmesi ve cenazesine saldırılarak cenazede de bir kitle katliamı yapılması, yeterince açık göstergelerdi.

Tüm bunlara rağmen süreci kavrayamayanlar, oligarşinin infaz ve imha operasyonlarının, kaybetme politikalarının uzaktan izleyicisi olmakla yetindiler. Ancak süreç onların düşündüklerinin tersine gelişti.

Savaş gerçeği yalnızca Devrimci Sol için değildi. İnfazları, kayıpları kendilerinin dışında görenler, bir anda kendilerini de çok daha alt ölçülerde de olsa savaşın içinde buldular. Kayıplar başkalarının da kapısını çalmaya başladı. İnfazlar, onların öngördüklerinin dışında sokaktaki sucudan sendikacılara kadar yayıldı. Savaş gerçeğini görmeyenler, kavrayamayanlar, elbette sürecin gerekli kıldığı politikaları da ortaya koyamazlardı. Savaş gerçeğini görüp de bu bedeli ödeyebilecek siyasal inanç ve kararlılığa sahip olmayanlar da aynı durumdaydı. İşte bu nedenledir ki, 12 Temmuz'dan bugüne kadar uzanan süreçte Devrimci Sol ve Cephe, tüm imha politikalarının asıl hedefi olmasına rağmen gelişmesini sürdürürken, oligarşinin terörünün sadece rüzgarından etkilenenler, bu rüzgarda sağa sola savrulmaktan kurtulamadılar, tüm yaptıkları varolma mücadelesi olarak özetlenebilecek bir kısır döngüye hapsolup kaldılar.

Devrimci Sol, 12 Temmuz darbesini, daha en başta 12 Temmuz şehitlerinin direnişlerinin verdiği güçle, "12 Temmuz'u siyasal bir zafere dönüştürme" şiarıyla karşıladı. Ve bunu hayata da geçirdi.

12 Temmuz siyasal bir zafere dönüştürülmüştür. Çünkü düşmanın tüm imha operasyonlarına rağmen mücadelenin kesintisizliği sağlanmıştır. Savaşı yükseltmekte ısrardan bir an olsun vazgeçilmemiş, iktidar hedefinden bir an olsun sapılmamıştır. Siyasal zafer budur.

Siyasal zafer, 12 Temmuz'dan itibaren halka halka direniş geleneklerini büyütmemizde, yaygınlaştırmamızdadır. Öyle ki artık teslim olmama, düşmana her koşulda zarar vermeye çalışma gibi gelenekler, yalnızca kadroların, savaşçıların tavrı olmaktan çıkmış, taraftarına kadar tüm Cephelilere yayılmıştır. İmha saldırısına direniş ve savaş geleneklerinin yaygınlaşmasıyla, halklaşmasıyla cevap verilmiştir. Siyasal zafer budur. Düşmana vurmaya devam etmemizdir.

Siyasal zafer, her geçen gün iktidar perspektifimizi daha da büyütmemiz ve devrimin iktidarına daha da yakınlaşmamızdır. Bu, örgütlenme biçimlerimizden, halka kendi iktidarının somut biçimlenişini sunmaya kadar uzanan bir zenginlikte somut ifadesini bulmuştur. Bizi imha etmek isteyen düşman, hiç istemediği bir sonucu yaratmış, savaş gerçeğinin kavranmasını ve bağlı olarak iktidar perspektifinin netleşmesini sağlamıştır. Elbette bu sonucu ortaya çıkaracak bir irade vardı ortada. Bu Devrimci Sol önderliğiydi.

Siyasal zafer, şehitlerimizin yerlerini doldurarak savaşı partili olarak sürdürme hedefi doğrultusunda ilerlemeyi başarabilmemizdir.

Siyasal zafer, Devrimci Halk Kurtuluş Partisi ve Cephesi'dir. Düşman partili savaşımızı engellemek, bizi devrimden koparmak için saldırmıştı öyle vahşi ve pervasızca. Ama iki noktada da amacına ulaşamadı. Buna izin vermedik, devrim yürüyüşümüzü sürdürdük ve Parti-Cephe'yi yarattık. 12 Temmuz'u siyasal bir zafere dönüştürmek işte tam bu noktada somutlaştı. Bitirdik, yokettik diyen düşman, bitirdiğimizi sananlar Parti-Cephe'nin ilanıyla yanıldıklarını gördüler. 12 Temmuz bizi yolumuzdan alıkoyan değil, yolumuzu aydınlatan, bize güç veren bir tarih olmuştu artık.

 

BİTİREMEDİNİZ! ASLA BİTİREMEYECEKSİNİZ!

 

12 Temmuz'un öncesi, atılım’la oligarşiye karşı savaşı yeniden yükselttiğimiz bir dönemdir. Atılım'ın koşulları, cunta yıllarındaki direnişlerle, cuntanın pasifikasyonunun yıkıldığı, yer yer örgütlü seslerin duyulmaya başlandığı '86'lardan itibaren Devrimci Sol önderliğinde geliştirilen mücadeleyle hazırlanmıştı. Gençlik, tutsak yakınları, gecekondular, kamu emekçileri, işçi alanında demokratik mücadele militan bir çizgiyle, bedeller ödenerek geliştirilmişti, önemli mevziler kazanılmıştı. Cuntadan sonra neredeyse on yıl boyunca halk kitleleri nezdinde yürütülen bitirdik, yokettik demagojileri, sosyalizm öldü propagandası devrimci savaşla darmadağın edilmişti. Halkın devrimci savaşını bitiremezlerdi. Devrimcileri, Devrimci Sol'u bitiremezlerdi. Bu kanıtlanmıştır.

Süreç artık partiyi, gerilla savaşını örgütleme hedefiyle daha nitelikli hale getirilmeliydi. 12 Eylül'den bu yana halkın biriken adalet özlemi, devrimci savaşı geliştiren, halka kendi iktidarı hedefini gösteren bir perspektifle karşılanmalıydı. Bunun ülke genelinde büyük etki yaratacağı açıktı. Nitekim Mehmet Akif Dalcı'nın katili Kazım Çakmakçı'nın cezalandırılmasıyla başlayan süreç tüm hızıyla sürmüş ve düşmanda korku büyürken, halkta devrimci adaletin uygulanması büyük bir sempati yaratmıştır. Silahlı Devrimci Birliklerin savaşı büyüyor ve yaygınlaşıyordu. Kürdistan'da PKK önderliğinde sürdürülen gerilla savaşı, ülke genelinde kırda ve kentte Devrimci Sol önderliğinde geliştirilen devrimci savaş, oligarşi için alarm çanları demekti. 12 Temmuz'da somutlanan imha savaşı işte bu sürecin önünü kesmeyi amaçlıyordu.

12 Temmuz'dan başlayarak halka ve devrimcilere tüm gücüyle saldırdı oligarşi. Öncelikli hedef Devrimci Sol'du. Daha özel anlamda öncelikli hedef silahlı savaştı. 12 Temmuz'ları 16-17 Nisan'lar izledi. Ankara, İzmir, Adana'dan Gaziantep'e, Bursa'ya, Sivas'a uzanan ve asıl olarak İstanbul'da yoğunlaşan imha politikası, infazlar ve kayıplarla vahşi bir şekilde sürdürüldü. Her operasyondan sonra "Devrimci Sol'a Büyük Darbe", "DHKP-C çökertildi" diye başlıklar attı burjuva basın. Kontrgerilla şefleri "Beyinlerini dağıttık" diye demeçler verdiler. Bu süreç bugüne kadar uzayıp geldi. Yüzlerce Devrimci Sol ve DHKP-C savaşçısı katledildi bu süreçte.

Peki ne oldu? Emniyet Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkan Yardımcısı sıfatını taşıyan, sözünü ettiğimiz bu süreçteki yüzlerce infazın, faili meçhulün, kaybetme operasyonunun örgütleyicisi ve sorumlusu olan Hanefi Avcı'nın, daha birkaç gün önce televizyonlarda yayınlanan röportajında söyledikleri bu sorunun da cevabıydı bir yerde. Avcı'nın televizyonda kendisine yöneltilen "23 yıllık tecrübelerinizle söyler misiniz, terör biter mi?" sorusuna verdiği cevap kısaydı: "Hayır!"

Katillerin şefi, "Hayır" cevabını vermesinin gerekçesini kendi gördüklerinden ortaya koyuyordu; "düşüncelerine inanmış insanlar, demokratik yoldan düşündüklerini ifade edemediklerini görüyor ve silaha sarılıyorlar. Düşünceleri için ölümü göze almış insanlar..." Avcılara bu sözleri söyleten 12 Temmuzlardır, 16-17 Nisanlardır. Katillerin şeflerine bunları söyleten devrimci harekette somut ifadesini bulan savaşma kararlılığıdır.

Ağar'dan Menzir'e, Avcı'dan Ramazan Er'e kadar, hepsinin beyninde DHKP-C vardır, onların hayatlarına, düşüncelerine yön veren DHKP-C'dir. Katlederken de, politika yaparken de karşılarında aynı gücü görmektedirler. İmha savaşını doğrudan yürütenler bunlardır ve bu savaşla kesin sonuç alacaklarını düşünmüş, şimdi ise yanıldıklarını görmektedirler.

12 Temmuz oligarşinin devrimci harekete ve Türkiye halklarına açtığı savaşın açık ilanıdır. Ama çok daha açık ve kesin bir biçimde söylenebilir ki, 12 Temmuz, aynı zamanda devrimci hareketin yenilmezliğinin, yokedilemezliğinin de ilanıdır.

Şu artık hem dost güçler, hem de düşman nezdinde netleşmiştir; imhalarla bizi yok etmeyi başaramadılar, artık başaramayacakları da kesindir. Düşman yok etmeyi denemiştir, ama hevesi kursağında kalmıştır. Acıdır ki kimi dost güçler de aynı düşünceyi paylaşmış, aynı hevesi dolaylı yoldan taşımışlardır. Dostça davranmak, saldırılar karşısında birlikte direnmek, dayanışma içine girmek yerine, düşmanın beklentilerine onlar da kapılmıştır. Bir daha belimizi doğrultamayacağımızı düşünmüş ve inanmışlardır. Oysa bugün yaşananlar tüm gerçekliğiyle ortadadır. Çok şey yaşadık ama hala ayaktayız. Savaşımız, bir varolma savaşı değildir; oligarşinin bizi içine sokmaya çalıştığı kısır döngüye hapsolmadık hiç bir zaman, politikalarımızla, taktiklerimizle oligarşinin bu saldırılarını göğüsleyip oyunlarını bozmayı başardık. İktidar savaşı veriyoruz. Biz bir muhalefet hareketi değiliz. İktidara alternatifiz. Hiç kimsenin kuşkusu olmasın ki, iktidar yürüyüşümüz daha da hız ve güç kazanacak ve bu sömürü, soygun, kontrgerilla düzenini yıkıp sonunda halkın iktidarını kuracağız. Bu süreç içinde daha defalarca operasyonlarla karşılaşacak, daha yüzlerce, binlerce şehit vereceğiz. Ancak halklaşan savaşımız artık hiçbir şeyle engellenemez. Engellenemeyecektir...

 

12 TEMMUZ'U PLANLAYAN VE UYGULAYAN SUSURLUK’TAKİ DEVLETTİR; SUSURLUKTA'Kİ DEVLET İKTİDARDIR

 

Katledenler, katliam politikasının şefleri, Menzirler, Ağarlar, Avcılar, Ekenler, Eymürlerdir. Susurluk kazası bunları tüm kitlelerin gözünde açığa çıkarmıştır. Katillikleri gizlenemez hale gelmiştir.

Ağar bugün halk kitlelerinin gözünde katilliği, kontralığı açığa çıkmış biridir. Destek şovlarıyla kendini kamuoyunun gözünde aklamaya çalışmaktadır. Menzir oligarşi tarafından ödüllendirilmiştir.

Bugün devletin niteliğine ilişkin, parlamentoya, düzen partilerine ilişkin halka olmadık hayaller, umutlar yayanlar şu listeye iyi bakmalıdırlar.

12 Temmuz katliamı yapıldığında:

İstanbul Emniyet Müdürü Mehmet Ağar'dır. Ağar operasyonu bizzat yönetmişti. Katliamdan sonra katilleri "Hepinizi tebrik ediyorum, gözlerinizden öpüyorum" diyerek kutluyordu. Ağar şimdi DYP milletvekilidir, bu arada bakan yapılmıştır.

İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli'dir. Kalemli katliamdan sonra kamuoyunda oluşan tepkiler karşısında "Ben emniyet güçlerimiz böyle bir operasyonu gerçekleştirdikleri için mutluyum. Bu tür operasyonlarda bu eleştiriler hep olagelmiştir" diyordu. Kalemli şimdi Meclis Başkanı'dır.

Emniyet Genel Müdürü Ünal Erkan'dır. Katliamdan sonra yaptığı açıklamada "Yerinde infaz diye bir şeyler düşünülemez. Yasal çerçeve içinde operasyon başlamış ve sonuca ulaşılmıştır. O deyime (yerinde infaz) katılmıyorum." demişti. Erkan şimdi milletvekilidir. Oligarşi tarafından ödüllendirilenlerden biridir.

Ankara Valisi Saffet Arıkan Bedük'tür. Bedük, 14 Temmuz'da Ankara'da Buluthan Kangalgil ve Fintöz Dikme'nin katledilmesinden sonra yaptığı açıklamada şöyle diyordu: "Gerçekten fevkalade iyi bir sonuç, başarılı bir sonuç alınmıştır. İstanbul harika, fevkalade başarılı bir operasyon yaptı ve İstanbul bağlantılı olarak buraya kadar geldi." Saffet Arıkan Bedük şimdi DYP milletvekilidir.

Başbakan Mesut Yılmaz'dır. Katliamdan sonra "polisin görevini yaptığını" söylemiştir. Yılmaz, şimdi yine başbakandır.

Bunlardan Susurluk'taki devletin üzerine gitmesini beklemek, bunların "binlerce operasyonu" aydınlatmasını beklemek nasıl mümkün olabilir? Bunların yeraldığı, ödüllendirildiği yer olan bir Meclis'i "çare" olarak sunmak nasıl mümkün olur. Bunu yapanlar gerçekte 12 Temmuzları unutanlar, görmezden gelinmesini savunanlardır. Bu yüzden Susurluk'taki devleti tartışırken, Ömer Topal cinayetini tartışıp 12 Temmuzlardan hiç sözetmemişlerdir. Devrimci, sosyalist geçinenler bile kendi hazırladıkları metinlerde, dilekçelerde 12 Temmuzları anmaktan kaçınır hale gelmişlerdir. Hayır, Susurluktaki çeteler 12 Temmuzları gerçekleştirmek için oluşturulmuştur ve 12 Temmuzların hesabı sorulmadan, ortaya getirilmeden Susurluk'un üzerine gidilmiş olmaz.

Herkes çok açıkça bilmeli ve kabul etmeli ki; Hesap sormak, bunları cezalandırmak meşrudur.

Oligarşi 12 Temmuz'da katlettiği yoldaşlarımızın ismini dahi bilmemekteydi. Ancak onlar için "isim" önemli değildi. İmha temelinde bir siyaset izlenecekti. Sorun buydu. Şimdi kalkıp *Biz şiddetin her türlüsüne karşıyız" demek, oligarşinin şiddet tekelinin sürmesi demektir; şiddetin yalnız devletin hakkı olduğunu söylemek demektir. Hayır, 12 Temmuzların hesabını sormak bu ülke halkının, devrimcilerinin en meşru hakkıdır ve hiç bir gerekçeyle ertelenemez, geçiştirilemez. Parti-Cephe Susurluk'taki devlete karşı savaşında sonuna kadar gidecek tek güçtür. Çünkü o "binlerce operasyonu" yaşayan biziz. Biz katledildik, biz kaybedildik. Hesabını soracak olan da, onu iktidardan alaşağı edecek olan da biziz.

                     

ZAFERE DÖNÜŞTÜRÜLEN HER YENİLGİ,

DÜŞMANIN YENİLMESİDİR

 

Kayıp vermeden, hiç yenilgi almadan yürütülen ve kayıpsız, yenilgisiz zafere ulaşan bir savaşa tarihte tanık olunmaz. Böyle birşey sınıflar savaşının doğasına da, devletin, iktidarın, egemen sınıfların, emperyalizm ve oligarşinin niteliğine ve halk gerçeğine de aykırıdır. Halklar ulusal ve sınıfsal tüm kurtuluş savaşlarını yene yenile sürdürmüşlerdir. Her seferinde kayıplar vermiş, büyük bedeller ödemişlerdir. Zafere de böyle ulaşmışlardır. İşte bu yüzden, tarihin bu gelişim seyri içinde zafere ulaşmanın en önemli ölçülerinden biri halkların, devrimci örgütlerin yenilgileri zaferlere dönüştürebilmesi olmuştur. Halklar egemen sınıflara karşı savaşlarında kayıplarının yerini doldurabildikleri, yenilgilerini zaferlere dönüştürebildikleri ölçüde zaferi mümkün kılmışlardır.

Parti-Cephe geleneği yenilgilerin zafere dönüştürülmesinin de geleneğidir. Bunun manifestosu, Kızıldere'dir.

Yenilgileri zafere dönüştürmenin ilk koşulu savaşta ısrardır. Kayıplardan korkmadan, bedelleri göze alarak savaşı sürdürmektir.

Yenilgileri zafere dönüştürmenin koşulu, ideolojiye güvendir. Hiç bir darbe, hiçbir operasyon, doğru bir ideolojiyi yok edemez.

Yenilgileri zafere dönüştürmenin koşulu, geçmişinin muhasebesini yapabilmek, yaşadıklarından ders çıkarabilmektir.

Kızıldere, cunta, 12 Temmuz, 17 Nisan ve darbe ihanetini yaşadık. Hepsinin ortak bir özelliği vardı; hepsinde en değerli kadrolarımızı, savaşçılarımızı, kavganın yetiştirdiği ustaları kaybettik. Ya da arkadan hançerlendik. Tüm bu süreçler boyunca da emperyalizm, oligarşi kendi ideolojik bombardımanını gerek halkımız üzerinde, gerekse de devrimci hareket üzerinde yılmadan, durmadan sürdürdü. Psikolojik savaşın en iğrenç yöntemlerine başvurdu. Ve biz tüm bu saldırılara rağmen doğru bildiğimiz yolda ısrarla yürüdük. Düşmedik mi hiç? Yer yer sendelemedik mi? Düştük de, sendeledik de. Bunlar da savaşın gerçekliği. Ancak savaşı büyütmekten asla vazgeçmedik. Sosyalizme inancı her koşul altında savunduk.

Ne stratejimizde, ne taktiklerimizde, ne de örgütlenme biçimlerinde savrulmadan inançla, kararlılıkla yolumuza devam ettik. Bu yüzden hep hedef olduk. İktidar hedefli bir savaşta bunlar kaçınılmazdır. Asıl önemli olan bu saldırılardan etkilenmeden teslimiyete, yılgınlığa izin vermeden yolumuza devam etmekti. Ve biz 12 Temmuz'da, 16-17 Nisanlarda, ve daha onlarca saldırıda aldığımız yaralara rağmen en kısa sürede kendimizi toparlayıp savaşımızı sürdürdük. Böyle de olmalıydı. Uzun süreli ve iktidar hedefli bir mücadele kendimizi hızla toparlamayı, hızlı hareket etmeyi gerektirir. 12 Temmuz'da eksiklikler yaşansa da düşmanın yok ettik, çökerttik edebiyatına, halk üzerinde demoralizasyona izin vermedik. Bu kararlılığımızdan, tavizsizliğimizden kaynaklanıyordu. Bu yüzden saldırılarda bozgun ve moral bozukluğu yaşamadık. Aksine kinlendik. Bu kin ve düşmandan yoldaşlarımızın intikamını alma düşüncesi hızla toparlanmakta en önemli etkenlerden biriydi.

DHKP-C yenilmezleşmiştir. Artık yenilmez, yokedilemez bir güçtür. Bunu 12 Temmuzlardan, 16-17 Nisanlardan, darbelerden önce söylemek de mümkündü belki, ama bu yalnızca bir öngörü olurdu. Bugün artık Cephe'nin yenilmezliği kanıtlanmış bir gerçektir. Onlarca önder kadrosunu, savaşçısını yitirdiği katliamlar, Cephe'nin tarihinde zafer sayfalarına dönüştürülmüştür çünkü.

 

HİÇBİR GÜÇ CEPHEYİ NE KİTLELERDEN KOPARABİLİR,

NE SAVAŞMAKTAN ALIKOYABİLİR

 

Düşmanı küçümsememeliyiz. Bunu unutmamak gerekir. Çünkü biz nasıl iktidarı almaya oynuyorsak, egemenler de iktidarını kaybetmemeye çalışıyor. Bunun için de her yöntemi deniyor ve bunlardan sonuç almaya çalışıyor. Sonuç almak için neyi, ne zaman ve nasıl uygulayacağını hesaplıyor. Yani yaptığının bilincindedir. Nitekim güçlü bir iktidar bilinci, onları tüm sömürü ve zulüm uygulamalarına, tüm krizlerine, politik çözümsüzlükler içinde olmalarına rağmen bugüne dek ayakta tutabilmiştir. O halde, bizim de yaşadıklarımızdan çıkaracağımız derslerin anlık olmasını istemiyorsak işimizi düşman kadar değil, ondan çok daha fazla ciddiye almalıyız. Haklıyız, meşruyuz. Halkın iktidarı için, sosyalizm için savaşıyoruz. Ama bir taraftan da eşit bir savaş sürdürmüyoruz. Düşman bizden her zaman çok daha fazla olanağa, tekniğe sahip. Onun iktidarını yıkıp halk iktidarını kurana dek böyle de devam edecek. İşte bu avantaj ve dezavantajları düşününce bizi zafere, devrime taşıyacak olanın iktidar bilinci olduğunu unutmamalı, bir an bile olsa gözden kaçırmamalıyız. Düşmandan daha güçlü, daha sağlam ve net bir iktidar bilincimiz olmalı. Eğer bu süreci iktidarı almaya kadar uzanacak bir süreç olarak görmezsek ya da bunu yeterince kavrayamazsak, küçük başarılar karşısında zafer sarhoşluğuna ya da rehavete kapılmak kaçınılmaz olur, yerel, dönemsel kazanımlarla yetinilir. Ki böyle bir sonuç ortaya çıktığında ise herşey bir noktadan sonra aksamaya başlayacaktır. 12 Temmuz'da bir kez daha somutlaşan "herşeye iktidar perspektifinden bakmak zorundayız" gerçeği bugün kılavuz olmalıdır. Çünkü sürecin en önemli halkası da, savaşımızın, sınıflar savaşının odağı da budur zaten.

Cephe gelişmesini sürdürüyor ve sürdürecektir. İmha politikasının karşısında kararlılığıyla, iradesiyle, geleneklerine, değerlerine bağlılığıyla durduğu için sağlayabildi bunu. Çaresizliği en güç koşullarda bile kabul etmediği, zorlukları aşacak politik bir üretkenliği sağlayabildiği, bunu sağlayabilen bir önderliğe sahip olduğu için bunu başarabildi. Şehitlerimizin yüzünü kızartmadık. Şehitlerin karşısında alnı açık, başı dik durabilmek son derece önemlidir ve büyük bir güçtür. Savaşın sürdürüldüğünün, devrim ve iktidar hedefindeki ısrar ve kararlılığın ifadesidir. DHKP-C'nin maddi, manevi politik gücünün bir yanında bu vardır. Bugün Türkiye solunun pek çok kesiminin, şehitleri karşısında alnı açık değildir, başı dik değildir; çünkü bazı durumlarda şehitler verilmesiyle birlikte savaşın istediği ağır bedeller görülmüş ve bu bedeli ödemekten kaçınılarak, uğrunda şehit düşülen o çizgi terkedilmiştir. "Kendini koruma"lar teorileştirilmiş, bu teoriler düzen içileşmeye kadar uzanmıştır. Pek çoğu şehitlerine karşı siyasal görevleri bir yana, sıradan bir vefa duygusunu dahi göstermedikleri için onlar karşısında başı dik duramazlar.

Şehit yoldaşlarımız karşısında alnımız açık. Düşman karşısında başımız dik. Cephe'nin gelişmesi devrimci çizgisinde sürecektir. Cephe bir halk hareketidir ve Cephe bir savaş örgütüdür. Hiçbir güç, Cepheyi ne kitlelerden koparabilir, ne savaşmaktan alıkoyabilir. Bunu düşünenler, bu umuda kapılanlar, böyle sananlar hep yanıldılar. Yine yanılmışlardır. Ve böyle düşündükçe, böyle düşünüp askeri, ideolojik çok çeşitli açılardan saldırdıkça yine yanılacaklardır.

 

12 Temmuz'un kahraman şehitleri, şehit düştüğünüz zaman söylediğinizi gerçek kıldık; 12 Temmuz'u siyasal bir zafere dönüştürdük. Ama görevimiz bitmedi. Düşünü birlikte kurduğumuz, koşullarını birlikte hazırladığımız Cephemiz bugün artık bir umuttur. Ve ülkemiz devrime o gün olduğundan daha fazla gebedir. Cephe umut olmanın, sizin mirasçılarınız olmanın gereğini yapacaktır. Bundan hiç şüpheniz olmasın!

 

***

 

12 TEMMUZ KATLİAMI

 

Katliamın Gelişimi:

12 Temmuz 1991'de, İstanbul'da olağanüstü bir gece yaşanmaya başlıyordu. Belli semtlerde yaşayan halk şaşkındı. Belki de ilk kez böylesi bir olayla karşı karşıya kalıyorlardı. Dikilitaş, Balmumcu, Nişantaşı ve Yeni Levent semtleri, kilometrelerce ötelerinden sarılmıştı. Saat 19.30 sıralarındaki telsiz anonsuyla birlikte, neredeyse İstanbul’un bütün polis gücü bu semtlerde toplanmaya başladı. Bu bölgelere giriş çıkışlar yasaklandı. Ne halk ne de gazeteciler buralara sokulmadılar. Evlerinde oturanlardan, yapılan anonslarla dışarı çıkmamaları, cama yaklaşmamaları isteniyordu. Olup bitenler gözlerden ırak kalmalı, her şey bir sis perdesi arkasında gerçekleşmeliydi... Bütün bu önlemlerin üzerinden henüz fazla zaman geçmemişti. Dikilitaş, Balmumcu, Nişantaşı ve Yeni Levent semtleri bir anda bomba ve silah sesleriyle sarsıldı.

Çatışmalar sona erdiğinde ise, adı geçen semtlerdeki üç işyeri ve bir evde bulunan on devrimci Niyazi Aydın, İbrahim İlçi, Ömer Coşkunırmak, Yücel Şimşek, İbrahim Erdoğan, Nazmi Türkcan, Bilal Karakaya, Zeynep Eda Berk, Cavit Özkaya ve Hasan Eliuygun ayrı yerlerde ama aynı saatlerde “ölü ele geçirilmişlerdi”.

Az sonra ambulans sirenlerinin sesleri duyulmaya başlandı. Yaralıları değil, ölüleri taşıyorlardı. Saatlerce süren çatışmada “ölü ele geçirilen” on kişinin dışında hiç kimse yaralanmamıştı.

 

İktidarın Tavrı:

İktidar yetkilileri, “Çatışma çıkmaması için her yol denenmiştir. Yerinde infaz diye bir şey yoktur” açıklaması yaptılar. Morga giden aileler ise, cesetlerin hemen hepsinin belden yukarısında ve kafalarında en az beşer kurşun yarası olduğunu gördüler.

Burjuva muhalefet liderleri bile “yargının işini yargıya bırakmak şarttır” demeçleri verirken, olayların “hukuk devletine olan güveni sarstığını” belirtmek durumunda kaldılar.

Emniyet Müdürü sıfatı taşıyan kontrgerilla şefi Mehmet AĞAR ise şu açıklamaları yaptı: “Teknik konulara girmek istemiyoruz”, “Operasyonlara yerinde infaz denmesi, polisi yıpratmaya yöneliktir”, “ölenlerin hepsi kesin olarak terörist”... Emniyetten yapılan açıklamalarda, öldürülenlerin ABD Başkanı Bush’a suikast girişiminde bulunacaklarının saptandığı söylendi. Ellerindeki hangi delillere dayanarak bunu söylüyorlardı, belli değildi? Kaldı ki, suikast girişimine hazırlanmak hangi hukuka dayanılarak katletmek için gerekçe gösterilebilirdi? Katledilenlerin ailelerinin ve avukatlarının "Kamuoyuna bu deliller açıklanmalıdır" çağrısına ise ne gazeteler yer verdi, ne de Emniyet Müdürü'nden bir cevap geldi... Operasyona katılanlar kontrgerilla şefi tarafından “gözlerinden öpülerek” kutlandı...

Peki kimdi bu "gözlerinden öpülerek" kutlananlar?

Bakın, bugünlerde ismi hayli popüler olan isimleri de göreceksiniz içlerinde.

 

İşte Katiller:

1- Ali Erşan, Mustafa oğlu, 1954 doğ. Aslen Sivas Merkez Koluca köyü nüfusuna kayıtlı olup, halen İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğünde görevli polis memuru.

2- Dursun Ali Öztürk, Mahmut oğlu, 1949 doğ. Aynı müdürlükte görevli komiser.

3- Mehmet Baki Avcı, Seyfettin oğlu, 1954 doğ. Aynı şubede görevli polis memuru.

4- Ali Çetkin, Mehmet oğlu, 1959 doğ. Aynı şubede görevli Emniyet Amiri.

5- Ali Bulut, Nurettin oğlu, 1952 doğ. Aynı şubede görevli Başkomiser.

6- İsmail Alıcı, Hüseyin oğlu, 1954 doğ. Aynı şubede görevli Başkomiser;

7- Yaşar Uzun, Kıyas oğlu, 1952 doğ. Aynı şubede görevli polis memuru.

8- Abdulkadir Dilber, Mehmet oğlu, 1949 doğ. Aynı şubede görevli polis memuru.

9- Ayhan Çarkın, Halil İbrahim oğlu, 1962 doğ. İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nde görevli.

10- Yaşar Karaçam, Mehmet oğlu, 1957 doğ. Aynı şubede görevli polis memuru.

11- Yunus Yıldırgan, Nuri oğlu, 1956 doğ. Aynı müdürlükte görevli polis memuru.

12- Hacı Güngör, İsmail oğlu, 1962 doğ. Aynı müdürlükte görevli polis memuru.

 

Katliama katılanlar bunlarla sınırlı değildi elbette; İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı Soruşturma Bürosu tarafından hazırlanan 1991/34962 Hazırlık Nolu dosya ve 1992/22 İddianame'de de şu isimler sıralanıyordu:

13- Şefik Kul, Hüseyin Fehmi ve Fatma oğlu 1952 doğ. Aydın nüfusuna kayıtlı, İstanbul Emniyeti’nde Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli başkomiser.

14- Hasan Erdoğan, Ahmet oğlu, 1951 doğ. Samsun Merkez nüfusuna kayıtlı, İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli komiser.

15- Abdullah Dindar, Hasan ve Fatma oğlu, 1954 doğ. Çanakkale Ayvacık nüfusuna kayıtlı. İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevi komiser.

16- Salih Tonga, Cemal ve Mukaddes oğlu, 1953 doğ. Çorum Alaca nüfusuna kayıtlı, İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru.

17- Ayhan Özkan, Hüseyin ve Ayşe oğlu 1962 doğ. Niğde Bor nüfusuna kayıtlı, İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru.

18- Mustafa Altınok, Necip oğlu, 1960 doğ. İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli polis memuru.

19- Adnan Sinan, Mehmet ve Nezih oğlu, 1957 doğ. Bilecik Bozöyük nüfusuna kayıtlı, İstanbul Emniyet Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görevli müdür yardımcısı.

20- Necdet Toka, Hilmi ve Perihan oğlu, 1953 doğ. Kahramanmaraş Göksu nüfusuna kayıtlı, İstanbul Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğü’nde görevli komiser.

21- Mesut Demirbilek, Ahmet ve Ulviye oğlu, 1965 doğ. Edirne Merkez nüfusuna kayıtlı, İstanbul Emniyet Asayiş Şube Müdürlüğü’nde görevli.

 

Çevre Güvenliğinde Yer Alan Polisler:

Lütfi Eraslan, Ali Acar, Osman Uğurelli, Mehmet Şakir Öncel, Hasip Dönmez

 

Haklarında Takipsizlik Kararı Verilenler:

Özcan İşlek, Abdullah Gündoğdu, İlhan Öztürk, Halis Dilber, Alaaddin Ersan, Celil Vecdi Kuzu, Uğur Kızıldağ

 

 

12 Temmuz Davası:

Katliamın ardından 16 Temmuz 1991'de suç duyurusu yapıldı. Dava ancak 25 Şubat 1992’de açıldı.

***

26 Mayıs 1992'de yapılan ilk duruşmada, mahkeme heyetinin ilk kararı sanıkların “can güvenlikleri açısından” avukatları aracılığıyla yaptıkları fotoğraflarının çekilmemesi ve isimlerinin yayınlanmaması taleplerini “yerinde” bulmak oldu.

Katillerin ifadeleri bir örnekti: “Verilen talimat üzerine olay yerine gittik. Defalarca Teslim olun’ ikazlarına Faşist köpekler’, İnsanlık onuru işkenceyi yenecek’, Haklıyız Kazanacağız’ sloganlarıyla yanıt verdiler. Ateş açtılar. Bizler de kendimizi korumak için taciz atışı yaptık"...

Oysa cesetlerin bazılarında bir çatışmayı gösterecek kurşun izi bile yoktu. Bombalarla katledilmişlerdi. Bazı cesetlerin üzerinde onlarca kurşun izi saptandığı halde tüm sorulara ısrarla "biz öldürmedik", "kendimizi korumak için taciz ateşi açtık" diyorlardı. "Dikilitaş’ta her şey 15 dakika içinde olup bitti" diyorlar ama yine de "sağ yakalamak için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını" söylüyorlardı.

Mahkeme, operasyonların sorumlusu durumundaki Mehmet Ağar hakkında  soruşturma açılması talebini reddederken, katillerin duruşmadan vareste tutulmaları talebini kabul ediyordu.

***

12 Temmuz katliamı davasının ikinci duruşması 7 Temmuz 1992'de İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nin 3 Nolu duruşma salonunda yapıldı.

Duruşmanın başlamasıyla beraber katliamda “dış güvenliği alan” sanık polisler duruşma salonuna çağrıldı. Ama duruşma salonu ve adliye binasının her tarafı polis doluyken, sanık polisler ortada yoktu. Katliamdan sonra aradan 1 yıl geçmesine rağmen sanık polislerin daha ifadesi bile alınmamıştı. Duruşma 15 Eylül’e ertelendi.

***

12 Temmuz katliamı davasının 3 Kasım 1993'de yapılan duruşmasında da Siyasi Şube polisleri yoktu. 4’ü sanık, 12’si tanık, 16 polisin gelmesi gerekiyordu bu duruşmaya. Ama bir teki bile yoktu.

İşkenceciler, katiller ya şehir dışındaydı ya da askerde. Ya da görev yerleri tespit edilemiyordu. Bir başka şık da duruşmaya “getirtilemiyorlardı”. Yargıçların, savcıların gücü buna yetmedi. Zaten buna niyetleri de yoktu.

Avukatların dinlenmesini istedikleri tanıklar reddedildi. Araştırılması için verilen dosyalar adliyenin bürokrasisi arasında kayboldu.

Avukatların operasyon olduğu akşam oradan geçerken polis kurşunlarına hedef olan ve gözaltına alınan İbrahim Göksel’in adresini bildirerek, mahkemece dinlenmesi yönündeki talepleri reddedildi.

***

31 Mart 1994'de İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava sürüyor.

Duruşmaya her zaman olduğu gibi sanıklar katılmadılar. Bu duruşmada da şimdiye kadar dinlenen tanıkların ifadelerinin keşif kararı için yeterli olduğunu belirten avukatlar bu isteklerini yinelediler.

Gerçekleştirilen katliamın açık bir kanıtı olan bu yerlerin incelenmesiyle elde edilecek veriler, bu duruşma için önemli kanıtlar oluşturacak olmasına rağmen mahkeme heyeti buraların incelenmesini gereksiz görerek keşif talebini reddetti.

Mahkeme 4 Haziran 1994 tarihine ertelendi.

***

4 Haziran 1994'de İstanbul 6. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen davaya mahkeme yine katliama katılan polislerin ifadelerini almadı ve müdahil avukatlarının tüm taleplerini reddetti.

***

Katliam davalarının değişmez özelliği, “sanık” polislerin bir kez ifadeleri alındıktan sonra “duruşmalardan vareste tutulması”ydı. "Kasten adam öldürmek, yasal yetki sınırlarını aşarak suç işlemek”ten yargılanan polislerin her biri yaklaşık 3 yıl süren davaya ancak yalnızca bir kez sorgu için geldiler. Ondan sonra bulunamadılar, adresleri tespit edilemedi!..

Hazırlık soruşturması sırasında savcılar tarafından alınan “bir örnek” ifadeleri duruşmalarda tekrarlayan sanıklar, müdahil aileler ve avukatlardan gelen en basit sorularda bile ağızlarından bir şeyler kaçırdıkları için mahkemeler adeta bir “önlem” olarak suçluları duruşmalardan kaçırdılar. Bir basın açıklamasından gözaltına alınan insanlar aylarca tutuklu kalırken “ağır ceza”lık bir suçtan yargılanan bu “sanık”lar tutuklanmak bir yana duruşmalardan vareste tutuldular. Bu, çetelere katletmeye devam edin demekti.

25 Şubat 1992 tarihinde başlayan davada sanık polislerden birçoğunun ifadesi aradan iki yıl geçtiği halde alınamadı. Aileler ve avukatlar duruşmalara bir kez bile "sanık" olarak getirilmeyen bu polislerin kimi duruşmalara “koruma” olarak katıldıklarına tanık oldular.

 

 

Otopsi Raporları, Tanıklar:

Katiller mahkemede yalnızca "taciz ateşi" açtıklarını söylüyorlar. Adli Tıp raporları belgeliyor: 12 Temmuz 1991’de Balmumcu’da katledilen Yücel Şimşek üzerinde yapılan otopside “patlayıcı madde infilakına bağlı olarak oluşan metalik cisim yaralanması” saptanıyor.

Dikilitaş Er-Berk Mühendislik Bürosunda katledilen Niyazi Aydın’ın cesedinden metal parçaları dökülüyor adeta, Adli Tıp otopsi raporu: “Patlayıcı madde infilakına bağlı olarak oluşan cisim yaralanması sonucu gelişen kafatası kırığı, iç organ parçalanması iç ve dış kanama sonucu ölüm gerçekleşmiştir. Cesetten 18 metal parçası elde edilmiştir.”

Dikilitaş’taki büroda katledilen Zeynep Eda Berk’in 5.8.1991 tarihinde yapılan ayrıntılı otopsi raporu göstermektedir ki, isabet eden 5 kurşunun 5’i de vücuda arkadan girmiş önden çıkmıştır. Otopsi raporu; “Mermi çekirdeğinin birinin uzak atış mesafesinden olduğu ancak mesafelerin tayini için şahsın üzerinde bulunan elbiselerin tetkikinin gerektiği anlaşılmıştır.” diyor. Ancak “Elbiselerin tetkiki” yapılamıyor. Çünkü elbiseler kayıp'tı.

Ve tanıklar. Tüm tehditlere rağmen anlattıkları, anlatabildikleri açık bir katliamı gözler önüne seriyor: Tanıklardan biri Ahmet Aktaş:

Balmumcu’daki apartmanın beşinci katında oturmaktayım. Dışarıda kalabalık olduğunu gördük, bize içeri girin diye elleriyle işaret ettiler. Beş dakika sonra silah sesleri duydum sonra sesler kesildi. Silah seslerinden önce 'teslim olun' çağrısını duymadım.”

Balmumcu’da bomba kullanarak Yücel Şimşek ve İbrahim Erdoğan’ı katleden polis, operasyon sonrası yaptığı açıklamada bu evde çok miktarda patlayıcı ele geçirildiğini açıklamıştı. Ancak apartmanın kapıcısı Hakkı Doğan ifadesinde operasyonu baştan sona izlediğini ve polisler gidinceye kadar beklediğini ancak polislerin dışarıya hiç bir şey çıkarmadığını anlatıyor mahkemede.

Katlettikleri devrimcilerin cesetlerine bile onlarca kurşun yağdırdıktan sonra evlerde sofralar kurdular. Balmumcu’da katledilen İbrahim Erdoğan’ın bulunduğu evin kapıcısı, olaydan sonra şunları anlattı: “Bunlar ne biçim insanlar? Ben yerdeki kanları silerken, onlar buzdolabındaki yiyeceklere saldırdılar!”

Etiler’de Ömer Coşkunırmak’ın nasıl katledildiğini anlatan apartmanın kapıcısı Kadir Tuncel ise resmi polislerin gelip çevreyi sardıklarını, onlara ne istediklerini sorduğunu, kendisini dışarı çıkaran polislerin bodrum katına indiklerini belirterek şöyle devam ediyor; “Daha sonra iki el silah sesi duydum. Silah sesleri geldiğinde apartmanın dış kapısından girmiş halde bulunuyordum.”

Operasyonun amacının katletmek olduğu çok açıktı. 12 Temmuz günü katledilenlerin hemen hepsinin üzerinde bomba parçaları vardı. Yakın mesafeden kurşun sıkıldığı için yanıklar olmasına rağmen, bunu kanıtlayacak olan elbiseler bulunamadı! Katledilenlerin bir kısmının otopsisi tam anlamıyla yapılmadı.

Katledilenlerin avukatlarının taleplerinin rutin olarak reddedildiği davada polisleri yine her zamanki gibi işkencecilerin avukatı İlhami Yelekçi savundu. Göstermelik dava 3 yıl sürdü ve polisler 8 Şubat 1995’te BERAAT ETTİLER!

 

(Yukarıdaki yazı Halk İçin Kurtuluş dergisinin 12 Temmuz 1997 tarihli 38. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

 

Ana Sayfa