Yoldaşlarının dilinden Komutan İbili:
Kimi insanlar vardır onları nereye koyarsanız koyun pek de eğreti durmazlar. Durdukları yere yakıştırırlar kendilerini…
İBİLİ de böyledir… 1,75 boylarında, bıyıklı, yanık tenli, 30’lu yaşlarında bir Anadolu yiğidi.
Bakarsınız erken dökülmüş saçları, kendini pek belli etmeyen ama “varım” diyen göbeği, dikkatli, sevecen, bazen muzip bakışlarıyla, arada bir boynunu sağ-sol yapıp kütleterek ve hafif hafif yaylanarak geliyor karşıdan. Öyle ağır ağır adımlayarak yaklaşırken başkası ne düşünür bilmem ama benim kucaklayışım gelir. Kucaklayıp o “varım” diyen göbeğine pat pat vurup “maşallah maşallah” diyesim…
Ona ismiyle hitap eden kişi sayısı pek fazla değildir. Genellikle “İBİLİ” der çevresindekiler. Bu, hem onu diğer Ahmet’lerden ayırır hem de daha bir yakınlaştırır İBİLİ diyene.
Ahmet İBİLİ 300’e yakın kişiden oluşan devasa bir feda birliğinin komutanıydı. Bu görevini sürdürürken 19 Aralık operasyonu sırasında yoldaşlarını korumak için “feda eylemi yaparak şehit düştü.” O büyük bir kahramandır. Sahip olduğu erdemler, yaşam biçimi, şehit düşene kadar yarattıkları, şehitliği ve şehitliği ile birlikte yarattığı değerleri tartışmaya yer bırakmayacak şekilde kanıtlamıştır bunu.
Kahramanlığını anlatmak elbette boynumuzun borcu. Ne kadar yazsak “Gene olmadı, ona layık olması için güzel yazmak gerekirdi” diyeceğimizi bile bile elimizden geleni yapacağız bunun için. Ve yapıyoruz da. Ama önce insanlığını anlatmakla başlayalım işe, kahramanlığını da en sona bırakalım…
Ahmet İBİLİ Silifke’de (Mersin) doğdu. Yörük bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen İBİLİ, doğduğu yörenin insanına has bütün olumlu özellikleri taşır.
“Dağlı”dır. Düzdeki yörükleri yabani görür, öz kültürünü korumanın, kendisine yabancılaşmamanın simgesi gibidir.
Yetişkin bir delikanlı olduğunda üniversite kapıları açılır önünde. Erzurum Atatürk Üniversitesi Gıda Mühendisliği bölümüne girmiştir. Burada bir ayrıntıya değinmek yerinde olur. İBİLİ küçük yaşlarda yetersiz ve dengesiz beslenme nedeniyle oluşan “Raşitizm” adı verilen bir rahatsızlık yaşamıştır. Bu hastalık kemik gelişimini kötü yönde etkileyerek bacaklarda çarpıklığa neden olur. Ülkemizdeki milyonlarca çocuk gibi İBİLİ de bundan nasibini almıştır.
Üniversite yıllarında yaşadığı ülkenin gerçekleriyle çok daha çıplak biçimde yüzyüze kalır. Adaletsizliği, yoksulluğu, bir yanda sefahat içinde yaşayan bir avuç asalak ve öte yandan milyonlarca aç-işsiz insanlar görür. Üniversiteyi bitirdiğinde “İnsanların aç olduğu bir ülkede hiçbir şey olmamış gibi gıda mühendisliği yapamam” diyecek kadar devrimcileşmiştir artık.
Mersin, Akdeniz’in yoğun göç alan merkezlerinden birisidir. Ağırlıklı olarak sol-demokrat bir yapıya sahiptir yöre halkı. İBİLİ, bu halkın yetiştirip kavgaya sunduğu evlatlarından biridir işte. Üniversiteyi bitirdikten sonra bir süre ilkokul öğretmenliği yapar. Bir süre sonra da aktif olarak devrimcilik yapmaya başlar. Mücadele dergisinin Mersin Temsilcisi olur. Artık tüm yaşamını adadığı bir davası, yüce idealleri, umutları vardır.
Gelişen bir sektör olan gıda alanında mesleki eğitiminin avantajlarını kullanarak düzende yer tutmak gibi bencil hayaller aklının ucundan bile geçmez. Kurtuluşun yolunu bulmuştur artık. Üniversiteden “Gıda Mühendisi” olarak çıkmıştır ya, o “Devrim Mühendisi olacağım” der. Hedef olarak bunu koyar önüne.
Mücadele Dergisi Mersin Temsilciliği yaptığı dönem aynı zamanda darbecilik ihanetini mahkum etme ve onun kalıntılarını tamamen silme mücadelesinin, devrimi daha ileri taşıma çabasının olduğu zamanlardır.
Aynı süreçte, bölgede gerilla faaliyeti yürüten Akdeniz Bölge Sorumlusu A. Tarık KOÇOĞLU ve Birlik komutanlarından Mustafa SEFER oligarşi tarafından katledilir.
Bölgede gerilla faaliyetinin yürütüldüğünü öğrenen düşman, mücadeleyi her alanda boğabilmek için kırsal alanda yürüttüğü operasyonlara demokratik alana yöneltilen saldırıları da ekler.
Daha önce birçok kez gözaltı yaşayan İBİLİ bu son operasyonlar sırasında gözaltına alınır ve tutuklanarak Konya Hapishanesi’ne götürülür. Tutsaklığı kısa sürmesine rağmen, o, bu kısa dönemi de kendisi için en verimli olacak şekilde kullanır. Kendisini geliştirir, güçlendirir. Hapishane, inancın-bağlılığın deney tahtalarından biridir aynı zamanda. O, kavganın bedeli ne olursa olsun bunu göğüsleyebileceği inancı ve güveniyle tahliye olur Konya’dan.
Tahliye olduktan sonra hemen İstanbul’a gelir, ve Kurtuluş Dergisi merkez büroda çalışmaya başlar. Halk Meclisi’nin örgütlenme çalışmalarında, çeşitli organizasyonların-etkinliklerin başarılmasında aktif olarak görev alır.
Her yerdedir İBİLİ.
Dergide yazıların tashihinden sayfa düzenlemelerine, dergi dağıtımının organize edilmesinden dağıtımcı arkadaşların eğitimine, dergi paralarının toplanmasından büronun temizliğine kadar her şeyin içindedir artık.
Büro çalışanı olmasına rağmen mahalli alanda ilişkileri ve Halk Meclisi çalışmaları içindeki varlığıyla görev yaptığı her yerde tanınır ve sevilir.
Dostun sevdiğini düşman sevmez elbette. Gözaltına alır, işkenceli sorgulardan geçirilir, davalar açar. En sonunda da 97 1 Mayıs hazırlıkları devam ederken tutuklayıp Ümraniye Hapishanesi’ne koyarlar onu.
Ahmet İBİLİ, Ümraniye Hapishanesi’ndedir artık. Burada da dışarıda olduğu gibi her işte parmağı olacaktı zamanla.
Mesleki eğitiminden burada komüncülük yaparken faydalanır. Düzenin hizmetine sunmadığı birikimini yoldaşlarının hizmetine sunar…
Kalemi güçlüdür. Birçok kişiye, dergi yazısı, makale nasıl yazılır, araştırma nasıl yapılır, özet nasıl çıkarılır… o öğretmiştir.
Kimi insanlar vardır, memur zihniyeti taşırlar. Alttan geleni üste, üstten geleni alta iletir, kendini işine vermez, her şeye deyim yerindeyse “salla başını al maaşını” anlayışıyla yaklaşırlar. Kimi de esnaf zihniyetlidir. “Benim çıkarım ne olur?” diye bakar önce. Bir de devrimciler vardır. İBİLİ’ler, yani 24 saatini devrime adayan, her şeyden önce devrimin çıkarlarını, halkın çıkarlarını önde tutan İBİLİ, yaşamı boyunca yaptığı her işe kendini katar.
Genç yoldaşlarının eğitimi ona emanet edilmiştir. Eğitim grubundaki öğrencilerden hiçbiri onu salt bir eğitmen, sorumlu-yönetici olarak görmez. Her şeyden önce yoldaştır-abidir. Yarattığı saygı her zaman sevgiyle yoğrulur, öğrencileriyle arasına mesafe koymaz. Elbetteki ölçülüdür ama yeri gelir sataşır, el-ense çeker, ince esprileriyle takılır, çevresinde bir çekim alanı yaratır. Gün olur bir sorunu gidermek için saatlerce anlatır.
Derslerde sevecen bir öğretmen, askeri konularda eğitim verirken tam bir komutan, voltalarda sıcak sohbetleriyle seni saran bir yoldaştır. Önderimiz, Kongre Raporu’nda, Parti-Cephe’li bir yöneticinin sahip olması gereken nitelikleri sıralar. İBİLİ’nin önüne koyduğu hedef bu kişiliktir işte. Ve İBİLİ’yi tanıyanların anlattığı kişilik özellikleri tam da bu örneğe denk düşer.
Tüm nitelikleriyle birlikte, İBİLİ, bunların ulaşılamaz şeyler değil, aksine yeterli çabayla sahip olunabilecek-somutlanabilecek nitelikler olduğunun ispatıdır. Soyut-anlaşılmaz gibi görünen kavramlar elle tutulacak kadar yanıbaşımızdadır işte. Onunla futbol-voleybol oynar, birlikte koğuşları temizler, bulaşık yıkarsınız. Dahası karşı karşıya geçip kaşıkları şaklata şaklata Silifke oyunları oynarsınız…
Halkına tutkundur İBİLİ. Yöresinin kültürünü, değerlerini sahiplenir, benimser.
Verem olduğu için özellikle beslenmesine dikkat etmesi -daha nitelikli gıdalarla beslenmesi gerekirken o kendine ayrıcalık olmasın diye herkesle birlikte yer. Yoldaşlarının uyarıları-zorlamalarıyla bir zaman daha dikkatli olmuşsa olmuştur o kadar.
İBİLİ devrimci coşkusunu yaşamın her alanına yayar, onca görevinin, sorumluluğunun arasında voleybol da oynar futbol da. Vakit buldukça Neşet ERTAŞ türkülerini dinlemeyi sever, televizyonda halk kültürünü anlatan programları seyretmeye çalışır. Görevler, sorumluluklar, eğitim çalışmaları, sohbetler, işler-güçler… 24 saat yetmez olur.
Ulucanlar Katliamı’ndan kısa bir süre sonra, Ölüm Orucu-F Tipi Hücre hapishanelerle ilgili ilk toplantılar-süreç değerlendirmeleri yapılmaya başladı. İBİLİ’de doğal olarak başından itibaren bunların içinde oldu. Aylarca süren o eğitim-sohbet toplantılarında neler konuşulmadı ki… Özlem, sevgi, kin, sahiplenme, cesaret… birçok konu açıldı-işlendi. Kimi zaman daldan dala atlandı sohbetlerde, kimi zaman bir ayrıntı inciği-cinciği çıkarılana kadar tartışıldı. Bu sohbetlerden zihinlere kazınan birçok şey var. Bunlardan İBİLİ’yle ilgili iki anıyı paylaşmak onu daha iyi tanımak için iyi olur.
Konu başlığımız “Kırılma” idi. Direniş kırılır mı? Kırılırsa nasıl kırılır? Düşman operasyon yaparak hücreleri açma girişiminde bulunur mu? Direniş bu koşullarda sürdürülebilir mi?.. ve daha birçok soruya ilişkin herkes kendi düşüncesini ortaya koyuyordu… “Operasyonu göze alamazlar” diyen de, “Kırılma şu şekillerde ortaya çıkabilir ama bu da mümkün değil” diyenler de oldu. İBİLİ, kendine söz verildiğinde kısaca söyle dedi, “Kırılma olmaz. Kırılma olması için benim kırılmam gerek.”
Bir diğer sohbette konu “Ya seçilmezsen!”di. Hepimiz Ölüm Orucu direnişine kilitlenmiş, bandımızı kuşanacağımızı düşünüyorduk. Ama aday sayısı belli, direnişi omuzlayacak savaşçı sayısı belli. Aday olanlara büyük çoğunluğu seçilemeyecekti doğal olarak. Her aday olan seçilecek olsa 1. Ekip 500-600 kişi olurdu herhalde. Hepimize soruldu “Ya seçilmezsen!” diye. Sonuçta bu ihtimal de vardı. Hayat devam edecek, görevler paylaşılacak, mücadele büyütülecek… bu konuda hemen herkes aynı görüşü paylaşıyordu. “AMA BU YÜREK O DİLDEN ANLAMAZ PEK”; İBİLİ’nin söylediği buydu işte. Bunu söylerken onun gözlerine bakan kişi, böyle bir durumda göreve seçilmeyip yoldaşlarının ölümünü izlemek zorunda kalmanın ölmekten çok daha zor geleceğini rahatlıkla anlardı…
Direniş başladı… Direniş başladığında İBİLİ kanat takmış uçuyordu adeta. Henüz kamuoyuna duyurulmamış olsa da ekipte yeralacağını biliyordu.
Ölüm Orucu kamuoyuna duyuruldu… Günler ilerliyor. Oligarşinin manevralarına karşı yeni Ölüm Orucu Ekipleri siperde yerini alıyorlar. Düşmanın “Operasyon yaparız” tehditlerinin üzerine Ölüm Orucu Direnişçileri böyle bir saldıraya feda eylemi ile karşılayacaklarını duyurdular. Bu açıklamanın altında da DHKP-C davasından ölüm orucunda bulunan direnişçilerin sözcüsü Ahmet İBİLİ’nin imzası vardır.
19 Aralık’a böyle gelindi.
Operasyon başlayalı saatler olmuştu. Birçok kişi yaralanmış, revire çevrilen C-8 koğuşu dolmaya başlamıştı bile…
Saldırıya karşı feda eylemi yapılacağı kararı alınmış ve ilan edilmişti. Ama kimin yapacağı- nasıl seçileceği belli değildi henüz… Çalışma mekanımızı boşalttık, ölüm orucu ekiplerimiz toplanacaktı. Direnişçiler feda savaşçısının kim olacağı konusunda anlaşamadılar. Herkes “Ben olmalıyım” diyordu çünkü. Hep birlikte yapmayı da önerdiler ama hayır, yalnızca bir kişi yapacaktı. Kura çektiler.
Her kesin ismini yazıp biraraya koydular. Komutan olarak İBİLİ çekecekti kağıdı. Çekti. Katlanmış kağıdı açtı. Kendi ismini derin bir “Oh!” çekerek okudu. Omuzlarından ağır bir yük kalkmıştı sanki. Tatlı bir gülümseme kondu yanaklarına.
Belki de hayatında ilk defa yoldaşlarına karşı “hile” yapmıştı. Ölümü göğüslemek için -nasıl yaptıysa- bilerek kendi adının yazılı olduğu kağıdı çekti. Bunun sırrı da onda kaldı.
Sonrası…
Sonrasını böyle dümdüz anlatmak zor.
Sonrası kahramanlık.
Sonrası destanın dizeleri…
“(…)
İBİLİ son konuşmasını yapıyor
insanın içi kabarıyor.
Zorlaması gibi
bahar taşkınının dere yatağını
öyle dolduruyor
göz pınarlarını
ama akamıyor
akamaz da
salya sümük ağlayacak vakit değil ki
ağlamıyor kimse -dolu dolu baksa da-
vakit savaş vakti
kucaklaşmalar o yoğunlukta
bir kahramanla kucaklaşıyorsun
sımsıkı, gözlerin sıkılı
yolcu yolunda gerek
naçar ayrılıyor kolların.
Küçük bir grup geçiyor koridora
gözlerinde yüzyılların öfkesi dolu
üzerine dikili gözleri farkediyor yolcu
konuşuyor;
“Bir canım var
O da size,
halkımıza feda olsun…”
Gülümsüyor,
hani o fotoğraftaki gülüşü var ya
aynı.
İBİLİ
sevgiyle selamlıyor yoldaşlarını
içiyor
gözlerinden sunulan armağanı
Üst maltanın kapısı
düşman tutmuş her iki yanını
İBİLİ düşmana sesleniyor
eylemini ilan ediyor
atıyor sloganını
Son vedası
“Sizi seviyorum yoldaşlar”
Şimdi eylem zamanı
Dökmüş üzerine yanıcı sıvıyı
Çakmak…
Çıt…
Çıt…
Ateş şimdi İBİLİ
ateş topu
yüreği devrim kızılı
meşale
gürlüyor
koşuyor
atıyor zaferin sloganlarını
inancın, onurun, erdemin meşalesi
meşale neyler
aydınlatır
tutuşturuyor
yanarken
yakar da
yakıyor
düşmanın üzerine koşuyor.
Düşman şaşkın
korkmuş
panik
ateş
ateş
Ateş ediyor yüzlerceler
tarakalar yükseliyor
öyle kontrolsüz
hani genelkurmaybaşkanı gelse
“askere dur” dese
durduramaz
öyle çökmüş tetiğe.
Direnişin kurmayı konuşuyor
düşman susuyor
“Az önce bir Ölüm Orucu Savaşcısı
kendisini yaktı…”
Düşman ne yapacağını şaşırmış
dinliyor kulaklarını açmış
“Hani kurtarmaya gelmiştiniz?
Siz öldürdünüz onu.”
Düşman aklını kaçırmış
konuşmamalı diyor bu adam
Ateş… ateş… ateş…
yer-gök birbirine giriyor
ta-ta-ta ta-ta…
“Siz emperyalizmin…
ta-ta-ta-ta-ta…
“Koçların- Sabancıların
ta-ta-ta-ta-ta…
“Manukyanın çocukları…
Bu adamı susturmak
Ateş… ateş…
asker birbirini vursa da susturulmalı
bunların, diyor,
hepsini yakalayıp kan kusturmak
bir Nurettin Astsubay vurulmuş ne olur
ordu da bunlardan çok bulunur
Bu adamı susturmak esas
memleket bir komünistten kurtulur.
Ateş… ateş… ateş…
…
***
Birlikte çalıştığı bir yoldaşı anlatıyor:
« Ölüm yoldaşlarımın halkımın kurtuluşu olmuşsa, yarimize sarılır gibi sarılırız ona…»
Gönderdiğin dergilerle birkez daha düşündüm onun İstanbul sohbetlerini. Nice emekle çalışırlarmış dergide. Kimi fotoğraflıyor, kimi haberleri yazıyor, kimi redakte ediyormuş. O anlattıkça canlanırdı gözlerimizde… Nice şehidimizle orada tanışmış Apo… İstanbul’da büroda epey bir çalışmış. Orada tanımış nice insanı. Ahmet İbili’yi de…
Anadolu’dan İstanbul’a yeni gelmiştim. İstanbul’un hareketliliği koşturmacası başımı döndürmüştü. Çünkü kavganın başkentiydi.
Ahmet İbili’yle birlikte dergide çalışıyorduk. Bir yandan haberlere gidiyor, haber yapıyor, öbür taraftan mizanpaj işleri, teknik işler, matbaa… derken gün içinde uyumak dinlenmek için az zaman kalıyordu. Bu yoğunluk Ahmet abi için çok daha farklıydı. Çünkü O’nun derginin her aşamasında büyük emeği vardı. Hiçbir zaman boş durmazdı. Her an mutlaka bir işi olurdu. Kimi zaman teknik işleri kontrol eder, kimi zaman yazı yazar, sayfaları düzenler, eksik yazıları düzeltir, teknik işleri kontrol eder… Kendisi boş durmadığı gibi etrafındakileri de en iyi verimi almak için seferber ederdi. Sayfa düzenine o kadar önem verirdi ki koca bir yazıdaki bir harf hatası için bile “neden böyle oldu” diye sorardı, tartışırdı.
Haklı olarak herşeyin en iyi şekilde olmasını isterdi. Bu nedenle sık sık “bu dergide nice şehidimizin kanı canı ve ölümüne yarattıkları değerler var” diye hatırlatır, anlatırdı. Ayrıca, “insanlar dergiyi ellerine aldıkları zaman iktidarımızı kurtuluşlarını görecekler” diyerek ne denli önemli bir işimiz olduğunu kavratırdı.
Onunla aynı masada, aynı mekanda çalışmak ayrı bir zevkti. Saatlerce aynı yerde çalışırdık. Saatlerce sohpet ederek hem eğitir hem de geliştirirdi. Hatırlıyorum da biz onunla haftada bir dinlenmek için uzandığımızda rahatça konuşurduk. Bir de nadiren beni Sultanahmet köftecisine götürür orada da rahat rahat konuşurduk. Özellikle böylesi anlarda insanın yüreğine beynine girerek karşısındaki insanı etkiler geleceğe kilitlerdi.
O tüm yorgunluklarına, tüm ağır yüklerine rağmen bir devrimcinin bir yöneticinin unutmaması gereken birçok özelliğini hiç aksatmazdı. Hiç dur durak bilmeyen bir devrim emekçisi, bir yönetici, bir öğretmendi… Halkın içinde olmayı mücadeleyi halkla birlikte solumayı çok isterdi. Bu isteğine de ulaştı, mahallelerde dolaşmaya başladı. Bazen gittiği mahallelere yolum düşerdi. Birçok kondulu O’ndan sevgiyle bahsederdi. Bir defasında bir mahallede kurulacak meclis toplantısında karşılaşmıştık. Ahmet abi mahallenin kanalizasyon sorunundan yola çıkarak halkın kendi geleceği için mücadelesini öyle basit anlatmıştı ki, tüm mahalleli söylediklerine ikna oldu. Oysa O’nun kim olduğunu hiç de bilmiyorlardı. Mücadelenin içinde yılların birikimine tecrübesine sahip olmasına rağmen çok mütevaziydi. Onun için, “Öğrenmesini bilmeyenlerin gelişme şansı yok” derdi hep ve eklerdi “Halk hem yaşlı bir bilge, hem de eğitilmesi gereken bir bebek” derdi.
İşte o dönemlerde, İstanbul’daki tüm kitlesel gösterilerin görünmez emekçisiydi o.
O’nu tanıdığımdan dolayı, 2000-2001 Ölüm Orucu döneminin en başında görmek beni şaşırtmadı. Aklıma Ahmet Abi’nin bana son gönderdiği kartta yazılanlar geliyor. “Ölüm soğuktur, iticidir. Ama Ölüm yoldaşlarımın halkımın kurtuluşu olmuşsa, yarimize sarılır gibi sarılırız ona…” İşte 19 Aralık’ta bedenini meşaleye çevirerek aydınlattı geleceği…
(Yukarıdaki anlatım, Özgür Vatan dergisinin 7 Ocak 2002 tarihli, 5. sayısında “Gidenlerin Ardından” başlıklı bölümde yayınlanmışır.)