16-17 Nisan Direnişi


YER: İstanbul, Sahrayı Cedit, Erenköy, Üstbostancı, Çiftehavuzlar

TARİH: 16-17 Nisan 1992

 

16-17 Nisan 1992 Çiftehavuzlar

DEVRİMİN BAYRAĞI DALGALANIYOR

ÖLÜME İNAT

 

16 Nisan… Gün bitmek üzere… Biten gün devrimin zaferiyle sonuçlanacak bir çatışmanın başlangıcına tanıklık ediyor.

İstanbul’un tüm işkencecileri, tüm infaz mangaları sokaklarda; Sahrayı Cedit, Erenköy, Üstbostancı ve Çiftehavuzlar kuşatılmış.

Üstbostancı’da Sinan Kukul, Şadan ve Arif Öngel direniyorlar katiller sürüsüne karşı. Teslimiyet yok Üstbostancı’da. Çatışarak kuşatmayı yarmaya çalışıyorlar.

Katiller sürüsü Erenköy’de de Ahmet Fazıl Özdemir, Hüseyin ve Satı Taş’ın sloganlarıyla, marşlarıyla karşılaşıyorlar. SDB’ler komutanı Fazıl ve yoldaşları 16-17 Nisan direnişini örüyorlar inançları ve cesaretleriyle.

Kozyatağı’nda Ayşe Gülen’le Ayşe Nil Ergen, katillere karşılarında teslim olan bir devrimci görme mutluluğunu tattırmıyorlar.

Ve direniş Çiftehavuzlar’da doruğa çıkıyor, bayraklaşıyor. 17 Nisan bir operasyondan doğan direniş destanının adı olarak kazınıyor tarihe.

Operasyon polis telsizlerinden ilk olarak 21.30’da duyuluyor. Açık bir belirtme değil bu. Ama yine de “birşeyler” olduğu belli. Basın bölgeye akıyor.

Çiftehavuzlar bölgede en son kuşatılan üs.

Saat 23.00 sıraları… Hemen her operasyonda, her kuşatmada olduğu gibi, yollar sokaklar kesiliyor. Halk evlerine hapsediliyor. Ve bir katliam daha, bir direniş daha polis açıklamalarının klasik kalıpları içinde boğulmaya çalışılıyor.

Ama öyle olmuyor Çiftehavuzlar’da. Direniş saat saat, an an tüm ayrıntılarıyla kalıyor tarihe. Düşmanın, düşmanın devletinin o güne kadarki direnişlerden halka, devrimcilere ulaşmasını önlemeye çalıştığı o inancın, coşkunun, bağlılığın gücü tüm görkemiyle yayılıyor Çiftehavuzlar’dan.

 

Çiftehavuzlar’da Karasu Apartmanı’nın 12. katındaki kuşatılan üste Devrimci Sol Merkez Komitesi Üyesi Sabahat KARATAŞ ve yoldaşları Eda YÜKSEL ve Taşkın USTA vardır.

Kuşatmanın daha ilk anlarında Sabahat Karataş telefonun ahizesine uzanır ve tuşlara basar. Aranan TAYAD Başkanı Gülten Şeşen’dir. Soğuk kanlıdır Sabo, sakin, güçlü.

– Merhaba. Evimizi sarmış durumdalar. 30 dakika oldu. Ben ve iki yoldaşım varız. Yarım saattir oyalıyoruz. Tüm belgeleri banyoda yaktık. Bir çöp bile bırakmadık. Biraz sonra ateş etmeye başlarlar. Çatışacağız. Niyazi’lerin, Apo’ların, Haydar’ların yanına gideceğiz. 12 Temmuz şehitlerinin yanına gideceğiz.

Hemen arkasından Eda alır bu kez ahizeyi.

– Bizler Devrimci Sol savaşçıları olarak Türkiye halkları için şehit düşeceğiz. Bizler çok iyiyiz. Çok sakiniz. Kızıldere’de, 12 Temmuz’da ölümü gülerek kucaklayan yoldaşlarımız gibi, biz de ölümü gülerek, çarpışarak karşılayacağız.

Soğukkanlıdırlar.

Bulundukları üssü kuşatan ağır silahlarla, bombalarla donatılmış yüzlerce polisin biraz sonra saldıracağını bilmektedirler. Panzerler, ekip otolarıyla doludur tüm çevre. Uzun namlulu silahlar üzerlerine çevrilidir. Yani ölüm, eşikte bile değildir artık, eşiği aşmıştır. Ama yine de soğukkanlıdırlar.

Can telaşı yoktur onlarda.

Kuşatmayı fark ettikleri anda, saldırıya karşı barikatlarla güçlendiriyorlar üslerini. Ve bir yandan da yoldaşlarının güvenliğini koruma çabası içindedirler…. Kuşatmanın yarım saati dolarken, Karasu Apartmanının 12. katının penceresinden yoğun bir duman çıkmaya başlıyor. Herkesin gözü o pencerede şimdi.. Biraz sonra Eda geliyor pencereye:

– Lağım fareleri, size bir çöp bile bırakmadık…

Katiller sürüsü ilk yenilgisini almıştır. Morallerini küfürlerle yükseltmeye çalışıyorlar.

 

Kuşatılmışlardı.

Biraz sonra öleceklerdi.

Ama onlar hala diğer yoldaşlarını düşünüyorlar.

Saat 00.20… Telefonda Sabo konuşuyor; soruyor:

– Sinan’dan haber var mı? Sinan’ı sorun, haberleri açın, dinleyin. Haber almaya çalışın…

Saat 01.20

– Sinan’dan haber var mı? Telefon ettiniz mi? Haberleri dinlediniz mi? Sinan’dan bahsediyorlar…

Saat 02.30

– Sinan’ın öldüğünü söylüyorlar. Lütfen bana haber getirin.

– Amcabeyimi sorun…

Ölüm karşılarında. Kaygıları kendileri için değil, yoldaşları içindir. İşte ölüm karşısındaki güçlülüğün, işte ölümün farklı, devrimci kavranışının ifadesidir bu.

Zaman sabaha karşıdır. Ölüm biraz daha yakınlarındadır artık. Biraz daha kucaklamışlar onu. Bu anda telefonda şunları söyler Sabo:

– Düşünüyorum, yoldaşlarıma yardımcı olmak istiyorum. Zorluyorum kendimi. Nasıl bulduklarını bilemiyorum… Bir günlük olay…

İstanbul’un caddeleri, sokaklarıyla dosttu Sabo. Cuntanın o güç yıllarında kurulmuştu bu dostluk. Sonrasında da devam etmişti. 10 yılı aşkındır illegal koşullarda yaşıyordu. İlkeli, disiplinli, kurallıydı. En güç günlerde sahip çıkmıştı harekete. Ve bugünlere ulaşmasında büyük pay sahibiydi. İlkeli, kurallı yaşamıyla yoldaşlarının, örgütünün güvenliği onun için herşeyden önemliydi. Şimdi de yoldaşlarıyla paylaştığı aynı kaygıydı.

Düşünüyorlar. Kendilerini değil yoldaşlarını. Düşünüyorlar, canlarını değil, yoldaşlarının ve örgütlerinin güvenliğini.. Vefa, dostluk, yoldaşlık, bağlılık, ölümden önce geliyor onların kavrayışında.

 

Kararlıdırlar ve cesur… Kuşatma dakika dakika daralır. Kurşunlar, bombalar daha yakınlarına düşer. Ama korku yaklaşamaz yanlarına, kararlılıkları gerilemez. Tereddüt geçmez yüreklerinden ve beyinlerinden.

İlk telefonlarında “Çatışacağız. Evlerde, sokaklarda, Malatya dağlarında şehit düşen yoldaşlarımız gibi, Hamiyet’ler, Olcay’lar gibi gülerek gidiyoruz ölüme” derler.

“Hoşçakalın. Sizleri, halkımızı çok seviyoruz” der Eda ahizeyi elinden bırakırken…

Saat 01.20’de ateş etmeye başlar katiller sürüsü. Ardından sloganlar duyulur.

– YAŞASIN DEVRİMCİ SOL!

– KAHROLSUN FAŞİZM, YAŞASIN MÜCADELEMİZ!

Silah sesleri yoğunlaşır. Katiller sürüsüne sandıklarla cephane taşınır.

02.30’da direniş üssüne çatıdan girmeye çalışır katiller.

– Şu anda üstteler, üstten delmeye çalışıyorlar.

Aynı anda polis telsizinden şu konuşmalar geçiyor:

– Bacadayız. Kestaneleri getirin.

– … Anlamadım.

– El bombaları ve tahrip kalıpları.

Hazırlıklar tamamlanmıştır. Katiller sürüsünün şefi var bu kez telsizin bir ucunda.

– Sayın 33.10 Emirleriniz

– Kestaneler yanlış yerde kaynayabilir

– Hayır efendim, tam üstündeyiz.

Bombalar patlar birbiri peşi sıra.

Ve aynı anda Eda şöyle seslenir onlara:

– Hadi tanklarınızla, toplarınızla gelin, girin içeri… Ölülerimiz dahi korkutuyor sizi, geceleri rüyalarınıza giriyoruz. Titriyorsunuz korkudan, hadi girin… Unutmayın ki, devrimci adaletimizden kaçamayacaksınız. Yoldaşlarımız cezalandıracak sizi.

Eda ve Taşkın uzun süredir devrimci hareketin bu üssünün kurumlaşmasında görevliydiler. Düzenin nimetlerine uzanabilecek olanakları vardı. Ama onlar devrimi tercih etmişlerdi, sosyalizme, devrime ve devrimci harekete inanıyorlardı. Kurumlaşmasında emekle, sabırla yer aldıkları bu üssü, işte şimdi Sabo’ya birlikte bu inançlarıyla savunuyorlardı.

Kuşatma, çatışma ve direniş sürer. Bombalar teslim alamaz onları. Katiller sürüsüne cephane taşınır yeniden. Telsizlerin şarjları boşalır; Şişli’den, Üsküdar’dan dolu telsizler isterler… Karşılarındaki irade şarjlarını, mermilerini ve morallerini tüketiyor. Çünkü kurşunlarla, bombalarla süren bu çatışma, bir iradeler savaşı aynı zamanda.

– Evet, bacadan gaz vermeye başladılar.. Kapıyı zorluyorlar… Büyük bir gedik açtılar.

Direnişçilerin karşı ateşi yoğunlaşır bu kez.

Üç el tetiktedir, üç yürek direnişte.

Haykırırlar tüm inançlarıyla

– Türk ve Kürt halklarının mücadelesi faşizmi yenecektir!

Düşmanın oyunu bozulmuştur. Katliamlarla yılgınlık yaratmayı amaçlayan oligarşinin hesapları tutmamıştır böylesi bir direniş karşısında. Çünkü geçen her dakika, düşmana sıkılan her kurşun, atılan her slogan devrimin, devrim düşüncesinin, devrimcilerin yenilmezliğinin yeni bir kanıtı olmaktadır.

Bu direniş tüm devrimcilere, yurtseverlere kuşatma altında da olunsa, halk kitlelerine düzenin kofluğunu, devrimci irade karşısında çaresizliğini göstermenin, devrimci propagandanın mümkün olduğunu göstermektedir.

Direniş sürer. Çatışma şiddetlenir.

– Barikatı güçlendirdik. Açamıyorlar. Bir yoldaşımız kolundan yaralandı.

Hiçbir şey ve vücutlarında kurşunlarla açılan yaralar, teslim olmakla ölmek arasında yaptıkları tercihleri milim saptırmaz.

– Bomba kullanacaklar, hazırlanıyorlar. Bizler iyiyiz, sakiniz.

Sınırsızca sakindiler hem de.

Güç onların inancındaydı.

Güç ölümlerinin yükleneceği misyonun bilincinde olmalarındaydı.

Güç halka ve harekete inançlarında, geleceğe, zafere duyulan güvendeydi.

Ölümsüzlüğe inanıyordu onlar.

– Bizler birer kırmızı karanfil olarak ülkenin dört bir yanında açacağız… diyordu Sabo. Ve ekliyordu Eda:

– Devrimci Sol bayrağımız ülkenin her tarafında dalgalanacak.

Saatler akıp gider. Geçen zaman yalnız ve yalnız direnişi büyütmektedir.

Direnişçiler kurşun sağanağı altında pencereden sosyalizmin bayrağını, devrimci hareketin orak-çekiçli bayrağını dalgalandırırlar.

Saat 06.00 sıralarıdır.

Açılan bayrak bir meydan okumadır ölüme ve oligarşiye.

Bayrağı kurşun yağmuruna tutar katiller.

Ama bayrak ölmez, öldüremezler onu.

Orak-çekiçli bayrakla tamanlanan direnişin o anki tablosu katiller sürüsünün yenilgisini ilan etmektedir adeta.

Dalgalanan sosyalizmin bayrağı altında sürmektedir açık çatışma.

Sabaha karşı gelişmeleri aktarmaya da devam eder Sabo.

– Kolumdan yaralandım. Kurşun girip çıktı. Ama ateş edebiliyorum. Banyo duvarını bombayla açmaya çalışacaklar.

Katiller sürüsü başını bir direniş üssüne çarpmıştır. Kapıya, tavana yan duvarlara koşturup dururlar.

– Tam açamadılar, orayı yeniden sağlamlaştırdık. Çok sakiniz, çok iyiyiz. Kanımızın son damlasına kadar çarpışacağız.

Zafer direnenlerindir. Her sözcükleri, her haykırışları bunu kanıtlar. Tekrar tekrar vurgularlar bunu. Saat 07.00’ye yaklaşmaktadır.

– Tankınızla, topunuzla gelin korkaklar.

– 12 Temmuz’larda, Malatya dağlarında yoldaşlarımız nasıl gittilerse ölüme, biz de öyle gidiyoruz.

 

16 Nisan’da başlayan kuşatma ve kuşatmayı kendi çemberine hapseden direniş 17 Nisan’da da sürer. Gün ağarmıştır artık. Direnişçiler yaralıdır. Sabo kolundan, sonra bacağından yara alır. Ne ki, silahları ve sloganları susmaz yine.

Saat 07.00 sıralarında bayrağın hala asılı durduğu percerede zafer işaretleriyle Sabo ve Eda görünür. Bir destanın en mükemmel tablosunu çizmektedirler adeta… Sabahı, yeni doğan günü, sosyalizmi, devrimci hareketi, önderliğini ve yoldaşlarını selamlarlar son kez. O duru sesleriyle bir kez daha seslenirler pencereden.

– Halkımız, sizin için ölüyoruz.

Bu görüntüyü hiçbir güç tarihten silemeyecektir artık.

 

Yaralıdırlar. Direnişlerinin an an tarihe kaydedilmesine aracılık yapan telefona çok sık gelemezler şimdi.

– Kapıyı bombayla açmak için hazırlık yapıyorlar. Telefon kapının yanında olduğu için gelemiyoruz. Artık arkaya çekiliyoruz… Giriyorlar…

Düşman önlerindedir ölüm kusan silahlarıyla. Ölümle aralarında yalnızca bir adım, yalnızca dakikalar, belki saniyeler kalmıştır. Son sözlerini haykırır telefonda Sabo; her şey olağanüstüdür.

– Ellerimizde silahlarımız, dillerimizde sloganlarımızla karşılıyoruz ölümü. Eşime, önderime, Devrimci Sol önderine bizzat selamlarımı iletmeni istiyorum. Tüm yoldaşlarıma selamlarımızı iletmeni istiyorum. Hoşçakalın.

Evet, sözler, sözlerdeki cesaret, sözlerdeki irade, sözlerdeki inanç olağanüstüdür. Olağanüstü bir sözcüktür o anda dillerinde dökülen “Hoşçakalın

Hiçbir sözcüğün sahip olamayacağı bir derinliğe, hiçbir sözcüğün yüklenemeyeceği bir güce sahipti bu yalın tek sözcüklük “hoşçakalın” vedası.

 

Ama asla olağanüstü görmediler direnişlerini. Olması gerekeni, olağan bir görevi yerine getirircesine sade ve kararlıydı her şey.

İlk değiller. İlk olduklarını düşünmediler hiç.

Yaşasın Kızıldere”ydi en sık attıkları sloganlardan biri… Kızıldere’de yanan meşalenin aydınlattığı yoldaydılar.

“12 Temmuz’da ölümü gülerek kucaklayan yoldaşlarımız gibi…”

“Malatya dağlarında şehit düşen yoldaşlarımız gibi…”

“Hamiyetler, Olcaylar gibi… “

diyorlardı.

Ve onlar gibi gülerek, çarpışarak gittiler ölüme.

Gelenekte güçlü bir halka oldular.

Geleneğin ilanı oldular halka ve dünyaya.

Bayrağı oldular geleneğin.

17 Nisan katliamından “ölen ama yenilmeyen, umut ve güven sağlayan, geleceği aydınlatan bir tavır, bir direniş” doğdu. Hemen 17 Nisan’ı izleyen günler de bunun tanığı ve kanıtı olacaktı zaten. Yılgınlık ve demoralizasyon bekleyenler 16-17 Nisan’ın yarattığı büyük coşku ve mücadele potansiyeliyle karşı karşıya kalacaklardı.

Çünkü o gün onlar Sabo, Eda, Taşkın ve 16-17 Nisan’ın diğer şehitleri olağanüstü bir sayfa açtılar devrim tarihimize.

Olağanüstülükleri olağanlıklarındaydı.

Bir evden, bir bürodan çıkarcasına sakin yalın “Hoşçakalın” dediler. Halklarına ve yoldaşlarına. Ölüm sıradandı onların karşısında. Bir “hoşçakalın”la karşıladılar onu.

Direnmek asla “olağanüstü” değildi. Olağan olan, olması gereken ve işte o an Çiftehavuzlar’da olandı.

Bunu anlatıyordu işte o yalın sözcük.

Ölümü gülerek kucaklamak, ölümsüzlüğün, sonsuz varoluşun, halkların yüreğinde ve bilincinde hep yaşamanın adımıydı o an.

O adımı attılar cesaret ve inançla. Ve ölümsüzleştiler. Ölümsüzleştiler, bayrak oldular. İnanç oldular.

Bizeydi veda mesajları, bizeydi çağrıları, halka ve bayrağı taşıyacak olanlara…

Ayağa kalk, kalk İstanbul

At üstündeki yorgunluğu …

Sabahat’ın gür sesiyle seni çağırıyorlar İstanbul

Ve diyorlar ki, yeter, yeter artık, ayağa kalk, kavgaya savaşa gir İstanbul!

 

(Yukarıdaki anlatım, 29 Mart 1997 Tarihli Halk İçin Kurtuluş’un 23. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

DEVRİM TARİHİNİ YAZIYORUZ!..

(Devrimci Sol Merkez Komite Açıklaması)

Tarihin her sayfasında bizim yaptıklarımız vardır. Ve tarih her zaman son kazananın devrimciler olduğunu yazar. Çünkü biz her zaman haklıyı, doğruyu, onuru, cesareti ve adaleti simgeledik, özgürlükler bizimle gerçekleşti, adalet bizimle yerini buldu, dürüstlük ve namus bizimle layık oldukları yere kavuştu.

Evet bu yüzden çok katledildik. Promethus olduk, Spartaküs olduk, Bedrettin olduk, Pir Sultan olduk, Tupac Amaru olduk, Jose Marti olduk, Mustafa Suphi olduk, Rosa Luxemburg olduk, Sandino olduk, Seyit Rıza olduk, Che olduk, Mahir, Deniz, İbo olduk, Niyazi, İbrahim olduk, Sabahat, Sinan, Fazıl olduk, inançlarımız için bire bin veren tohumlar olup bedenlerimizi toprağa ektik.

Her seferinde yeniden ayağa kalktık ve kazanan hep biz olduk. Lenin de bizdik, Mao da. Dimitrov, Stalin, Fidel, Cabral, Neto, Ho Chi Minh’in zafer türkülerinin besteleri bizimle yapıldı.

Bizi yok edemediniz!..

Katledilirken de, zafer bayraklarını dalgalandırırken de dünyanızı sarstık, geleceğinizi kararttık. Bize hiçbir zaman ve hiçbir yerde diz çöktüremediniz.

Ve sizin hiç geleceğiniz olmadı. Güzelden, doğrudan, adaletten hep uzak kaldınız ve bunun için yenildiniz, yenilmek kaçınılmaz kaderiniz olarak alınlarınıza yazıldı, ikiyüzlülük, yalan, sahtekarlık, cinayet ve katliam kimliklerinizi belirledi. Hep tiksindirdiniz insanlığı. Hep iğrenç oldunuz, ağzınızdan çıkan sadece kan ve salya oldu.

Bugün yine ağzınızdan akan kan ve salyalar arasında sevinç çığlıkları atıyorsunuz. 11 yoldaşımızın, 11 devrimcinin kanları üzerinde zafer çığlıkları atıyorsunuz.

Kendinizi kandırabilirsiniz ama Türkiye halklarını ve dünya kamuoyunu aldatamazsınız. Yine yenildiniz. Herkes gördü ki, yoldaşlarımızın kanını döktüğünüz her evde bizim bayrağımız, bizim mücadele şiarlarımız dalgalandı. Yoldaşlarımızın cesur ve yiğit direnişleri karşısında paniğe kapılan, korku içinde sağa sola kaçan sizdiniz. Yüzlerce-binlerce idiniz. Binlerce katil, her türlü silahınızla, bombalarınızla, panzerlerinizle oradaydınız ama titriyordunuz, korkuyordunuz. Biz ise gittiğiniz her yerde en fazla üç kişiydik. Her türlü silahınıza, panzerlerinize, bombalarınıza karşı yumruklarını sıkıp söylenecek her şeyi söyleyen ve çoğu kadın olan üç’er kişi… Ve siz bu korkak, iğrenç halinize bakmadan “zafer” diyordunuz. Boşuna uğraşıyorsunuz…

Siz katiller sürüsü de çok iyi biliyorsunuz ki, değil onlarcamızı, yüzlercemizi, binlercemizi de katletseniz bizi öldüremezsiniz, yok edemezsiniz. Çünkü biz inanan, direnen ve savaşan bir gücüz. Direnişçiliğin böylesine güçlü bir gelenek, savaşçılığın böylesine bir karakter haline geldiği hareket yok edilemez. Köklerimiz öylesine derinde ki, bunun için tüm insanlık tarihini alt üst etmeniz, tarihi yok etmeniz gerekecek. Bunu yapamazsınız ve bu yüzden kaybedeceksiniz. Biz ise her katliamınızdan sonra daha güçlü bir şekilde ayağa kalkacağız. Bunu defalarca gösterdik, yine göstereceğiz ki, boşuna uğraşıyorsunuz başaramayacaksınız. Dün olduğu gibi yarın da katlettiğiniz yoldaşlarımızın kanları kurumadan, cenazeleri kaldırılmadan siz katillerinizin leşlerini toplayacaksınız sokaklardan.

 

YALAN SÖYLÜYORLAR!..

“Silahı ve bombası olmasına rağmen çatışmayıp teslim olan militanlar var” diyenler yalan söylüyorlar…

16 ve 17 Nisan günleri gittikleri örgüt üslerimizin hiçbirinde çatışmadan teslim olan tek bir yoldaşımız yoktur. Hangi evde kendilerine doğrultulmamış, tetiğine basılmamış bir silah bulabildiler, açıklasınlar. Açıklayamazlar.

Bütün evlerin örgüt evi olduğunu, gittikleri her evde silah doküman vb. bulduklarını söyleyenler yalan söylüyorlar…

Sahrayı Cedit Halk Sokaktaki ev örgütümüze ait bir üs değildir örneğin. Ve bu evde silah, doküman vb. hiçbir şey yoktur. O ev Ayşe UZUNHASANOĞLU’nun yurtdışında çalışan anne ve babası tarafından kızlarına düğün hediyesi olarak alınmıştır ve bizimle ilgisi yoktur. Örgütümüzün üyesi olmayan, sadece bir taraftarı olan Ayşe UZUNHASANOĞLU’nun bu evinde değil silah, örgütsel doküman vb. faşizm açısından suç unsuru sayılabilecek tek bir nesne dahi yoktur. Silahsız, savunmasız insanları katleden faşizm, bu katliamlarına gerekçe uydurmaya, meşruluk kazandırmaya çalışıyor.

Çiftehavuzlar Cezmi Ör Sokaktaki evin sahte kimlikli örgüt üyeleri tarafından satın alındığını söyleyenler yalan söylüyorlar.

O ev, orada katledilenlerden Taşkın USTA tarafından gerçek kimliğiyle satın alınmıştır ve Taşkın USTA’nın özel mülkiyetidir. Bu yalanların altında faşizmin yağmacı-talancı kafa yapısı vardır. Faşizm bu tür yalanlarla bu evlere el koymak istemektedir. Bugüne dek onlarca taraftarımızın evine, arabasına el koymanın meşruiyetini bu türden yalanlarla yaratan faşizm aynı taktiği yine gündeme sokmuştur.

Örgüt evlerinde bilgisayar disketleri, örgütün arşivi bulundu diyenler yalan söylüyorlar.

Örgüt üslerimizden hiçbirinde bilgisayar disketleri ve üyelerimizin listesi yoktur. Daha önce açıkladığımız gibi örgütümüzün bilgisayarla arşiv tutma vb. anlayışı yoktur. Diğer yandan örgüt üslerimizde o anda varolan dokümanların büyük çoğunluğu çatışmalar sırasında yoldaşlarımız tarafından yok edilmiştir. Faşizm, “büyük darbe” imajı yaratmak, moral bozukluğuna neden olmak için böyle bir yalanı uyduruyor. Bunu yapmak zorunda çünkü devrimcilere karşı yalan dışında bir silahları yok.

 

FAŞİZM HALKTAN TECRİT OLMUŞLUĞUNU MİZANSENLERLE

ÖRTBAS ETMEK İSTİYOR.

Yalanla, demagojiyle, sahtekarlıkla kimse zafer kazanamamıştır, kazanamaz. Ama faşizmin yalandan, demagojiden başka silahı yoktur. Kontrgerillanın bu pis yöntemi, bu kirli savaş taktiği, bugün faşizmin Psikolojik Savaş adına dört elle sarıldığı bir yöntemdir.

Sivil polislerine tezahürat yaptırtan, bayrak astırtan, röportaj adı altında halka muhbirlik çağrısı yaptırtan faşizm kamuoyunu aldatmaya, kışkırtmaya çalışıyor. Katillerinin sahneledikleri bu oyunlar halka maledilmeye çalışılıyor.

Halklar muhbirliğe zorlanıyor, halklar birbirine ve taleplerine düşman edilmek isteniyor ve adına psikolojik savaş deniyor.

Üslerinde üçer kişiden fazla olmayan yoldaşlarımıza karşı yüzlerce-binlerce katil seferber etmelerine, panzerleriyle, bombalarıyla, keskin nişancılarıyla ve her türlü silahlarıyla saldırmalarına rağmen yoldaşlarımızı teslim alamayan katiller sürüsü, bu acizliklerini, bu katliamlarını zafer diye lanse etmeye çalışıyorlar, adına psikolojik savaş diyorlar.

Halk düşmanı politikalarıyla halkların nefretini kazananlar, devrimci mücadele karşısında işkence ve katliam dışında bir dayanakları olmayanlar 055 masallarıyla kamuoyunu aldatmaya çalışıyorlar, adına psikolojik savaş diyorlar. Oysa 055 işlemez hale gelmiştir. Polis halk nezdinde gülünecek, alay edilecek bir duruma düşmüştür. Evet O55’e ihbar yağıyor ve polis her gün onlarca polis, bekçi, bürokrat, holding sahibi ve faşistlerin evlerini basıyor, hem de büyük güçlerle, gösteriye gidercesine konvoylarla… Bu operasyonun da halkımızın O55’e ihbarıyla kesinlikle ilgisi yoktur. Operasyon, bir arkadaşımızın polis takibine düşmesi sonucunda gerçekleşmiştir.

Türkiye halklarından en küçük bir yardım ve destek göremeyen, katliamcı yüzlerini gizle-yemez hale gelen faşist katiller; basınıyla, TV’leriyle bu tecrit olmuşluğu gizlemek, katliamlarını meşrulaştırmak, kaybettiği psikolojik üstünlüğü yeniden elde etme uğraşındadır. 055 masalları bunun içindir, bayrak açıp slogan atma mizansenleri bunun içindir.

Bu psikolojik savaş değildir, bu yalandır, demagojidir, ikiyüzlülüktür. Bu çıkmazdır, bu bataktır. Bu güç değildir. Güç yürektedir, inançtadır, savaşma kararlılığındadır. Biz bu güce sahibiz. Devrimci kanına susamış kalemleriyle gazeteler, TV’ler varsın sizin olsun, tepe tepe kullanın onları. Onlar da sizi kurtaramayacak. Kurtarabilseydiler 12 Eylülcüleri kurtarırlardı. Kurtaramazlar çünkü karşınızda biz varız ve biz halkın içindeyiz. Halklar gazetelerinizin, TV’lerinizin her biri diğerini yalanlayan kırk türlü yalanına değil bize inanıyor. Çünkü biz doğruyu söylüyoruz ve halk bunu biliyor.

 

16-17 NİSAN’DA YENİLDİNİZ VE TÜM DÜNYA ACİZLİĞİNİZİ GÖRDÜ.

Evet, her birinde 2-3 yoldaşımızın bulunduğu örgüt üslerimizin hiçbirini teslim alamadınız. Her gittiğiniz üste yenildiniz.

Panzerlerinizle, bombalarınızla, ağır makinalılarınızla, keskin nişancılarınızla ve yüzlerce katilinizle çevirdiğiniz her üssümüzde bayrağımızla, marşlarımızla, kavga sloganlarımızla, sıkılı yumruklarımızla karşılandınız. Gittiğiniz her üssümüzde unutamayacağınız bir şamar yediniz. Bu, inancın, cesaretin, devrimci kararlılığın, sosyalizmin şamarıydı.

Ve sizlerle çok karşılaştık katiller sürüsü… Halkın Adaletiyle karşılaştığınız her seferinde yalvardınız, dizlerinizin bağı çözüldü. Savaşçılarımızı karşısında görüp de direnen, yalvarmayan bir katile rastlamadık bugüne dek. Her seferinde ellerinizi kaldırıp teslim oldunuz, yumruğunu sıkıp göğsünü açan olmadı hiç. Korkaksınız, iğrençsiniz. Ve bu halinize bakmadan sizi bir kere daha utanç verici bir şekilde rezil eden yoldaşlarımız karşısında zafer çığlıkları atıyorsunuz.

Üzülmüyoruz, yas tutmuyoruz. Aksine gururluyuz. Yoldaşlarımız direnme geleneğimizi daha da güçlendirdiler, direniş destanları yarattılar. Korku ve paniğinizi, acizliğinizi tüm dünya kamuoyuna ve Türkiye halklarına bir kez daha gösterdiler. Tüm dünya, sol yumruklarını sıkıp, tüm silahlarınıza karşı “Cesaretiniz varsa gelin” diye haykıran Sabahat’ların, Eda’ların destansı direnişi karşısında nasıl korktuğunuzu, nasıl çılgına döndüğünüzü gördü… Herkes tanık oldu ki, biz orada 2 kadın 1 erkek toplam üç kişiydik ve siz binlerceydiniz ama korkuyordunuz.

Çiftehavuzlar’da ikinci bir Maltepe direnişini faşizmin suratına bir şamar gibi indiren yoldaşlarımızın çok büyük bir maddi güçleri yoktu belki. Ama kocaman yürekleri vardı. Onlar Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm mücadelesi veren, bu uğurda ölüme de hoş geldi safa geldi diyen Devrimci Solculardı. Onları böyle güçlü kılan buydu işte. Sosyalizme inancın soyluluğunu taşıyorlardı, kurtuluşun devrimde olacağını gören ve bu inançla savaşan bir kararlılığa sahiptiler.

Hiçbir yoldaşımız can derdine düşmedi, faşistlere, işkenceci katillere yalvarmadı. Önce örgütlerini ve savaşçı geleneklerini düşündüler, bunların gereğini yerine getirdiler. Faşizmin işine yarayacak hiçbir belge-doküman bırakmadılar, yok ettiler ve bayraklarını açarak geleneklerimize uygun bir şekilde, geleneklerimizi daha da güçlendiren bir kararlılıkla savaştılar ve düşmanı rezil ettiler.

Erenköy, Üstbostancı, Çiftehavuzlar’da saatlerce direnen, maddi yönden çok üstün düşman güçleri karşısında bir an bile teslimiyeti düşünmeyen yoldaşlarımız sosyalizm inancının, kurtuluş mücadelesinin birer bayrağıydılar. Faşizm o bayrakları yere düşüremedi. Bayraklarımızı yoldaşlarımızın cesetlerine basarak indirenler hiç sevinmesinler. O bayrak Bağımsızlık, Demokrasi ve Sosyalizmin bayrağıdır ve tüm Türkiye’de dalgalanıyor artık. Her Devrimci Sol üssü, her Devrimci Solcunun evi bir direniş kalesidir. Ve düşmanın karşısında bayrağımızı dalgalandıracağımız yüzlerce kalemiz var, binlerce Sabahatımız, Edamız, Sinanımız, Fazılımız var. Biz yine bayraklarımızla, silahlarımızla savaş alanındayız. Bombalarınıza, silahlarınıza, panzerlerinize ve yüzlerce katilinize karşı dünyanın en güçlü silahına sahibiz. Sosyalizm inancıyla, devrimi gerçekleştirme kararlılığıyla kabına sığmayan yüreklerimiz var. CESARETİNİZ VARSA GELİN!..

Cesaretiniz varsa gelin. Silahlarınızla, bombalarınızla, panzerlerinizle gelin. Hep aynı tavırla karşılanacaksınız. Yumrukları havada, alınları dik sosyalizmi haykıran, bayraklaşan yoldaşlarımızı bulacaksınız karşınızda. Ve siz yine korkacaksınız, sineceksiniz, panik içinde sağa sola saldıracaksınız.

16-17 Nisan’da biz çok şeyler kazandık. Devrimci Solcular için artık direnmenin, savaşmanın yepyeni anlamları var. Sabahatlar, Edalar Devrimci Solcu gibi savaşmanın, Devrimci Solcu gibi yaşamanın ve ölmenin yeni örneklerini yarattılar. Artık direnmenin, savaşmanın ve onurluca ölmenin yeni bir adı var: Sabahat gibi, Eda gibi savaşmak, onlar gibi ölmek tüm Devrimci Solcuların bilincine kazınmıştır. Onlar gibi direneceğiz, onlar gibi çatışacağız, onlar gibi yaşayacak ve öleceğiz…

16-17 Nisan’dan faşizmin payına düşen ise daha fazla yalan, daha fazla demagoji ve en iğrenç provokasyondur, korkudur, acizliktir. O kadar korkak ve acizdirler ki, katlettikleri yoldaşlarımızın yerde yatan cesetlerini kurşun yağmuruna tutarak, silah tutan bileklerini delik deşik ederek korkularını bastırmaya çalıştılar. Yüreğimizin ve bileğimizin gücü onları her zaman korkutmuştur ve korkutacaktır.

O kadar aciz ve korkaklar ki, son mermilerini atarken bile ismini haykırdıkları önderimizin onları ihbar ettiğini ileri sürdüler. Yalan ve demagoji bünyelerine öylesine sinmişti ki, bir yandan Sinan yoldaşımızın sağ kol olduğunu söylerken bir yandan da önderimizle arasında çelişki olduğunu iddia ettiler. Silahla, bombayla bizi yok edemeyeceklerini, parçalayamayacaklarını, morallerimizi bozamayacaklarını çok iyi biliyorlar ve bu yüzden yalanlarla, iğrenç suçlamalarla sonuç almaya çalışıyorlar. Bu yalanlarla hiçbir Devrimci Solcunun savaşma azmini, kararlılığını, direnme ruhunu karartamayacaksınız. Ama unutmayacağız. Bu yalanları üretenleri, yayanları ve kamuoyuna gerçek olarak sunmaya çalışanları unutmayacağız. Faşizmin psikolojik savaş yöntemlerine alet olan herkes, bilinçli veya bilinçsiz yapsın bu yalanlarda sorumluluk sahibi olacaktır. Örgütümüze ve yoldaşlarımıza karşı eleştiri sınırını aşan bir şekilde küfredenleri de unutmayacağız, onlara da bizi eleştirebileceklerini ama küfredemeyeceklerini öğreteceğiz.

 

KATLİAMLARLA, YALAN VE DEMAGOJİYLE HALKLARIN

KURTULUŞU ENGELLENEMEYECEK!..

Yeni bir cuntayla şapkasını alıp gitme korkusunu yaşayan Demirel, bir cunta şefinin yapabileceği her şeyi yapabileceğini emperyalist efendilerine ve tekelcilere kanıtlama derdindedir. Katliam emirleri veriyor, katliamları meşrulaştırmak için her türlü yalan ve demagojiye başvurmaktan geri durmuyor. Efendilerine, bir cunta şefinden daha iyi yaparım demek istiyor.

Demirel gibi cunta şefi özentilerinin de, yeni cuntaların da Türkiye’nin ekonomik, siyasi, sosyal koşullarında hiçbir şansı yoktur. Ne yaparlarsa yapsınlar başaramayacaklar, halkların kurtuluş mücadelesini sindiremeyecekler, Devrimci Hareketi yok edemeyeceklerdir. Bunu daha önce defalarca denediler. 12 Mart ve 12 Eylül’deki cuntalar halklara ve devrimcilere karşı her türlü katliam, işkence, zindan politikasını uyguladılar ama başaramadılar ve yine aynı yere döndüler. Kısır bir döngü içindeler. Bu, tarihi tersine çevirmek isteyenlerin kısır döngüsüdür. Halkların Bağımsızlık, Demokrasi, Sosyalizm mücadelesini bastırabilmek, Devrimci Hareketi yok etmek, emperyalizmi ve işbirlikçi tekelleri kaçınılmaz sonlarından kurtarmak mümkün değildir. Bu çaba ekonominin, siyasetin, sosyal bilimlerin ve tarihin kurallarına aykırıdır. Bu kuralları, baskı, zor ve terörle, yalan ve demagojiyle işlemez hale getirebilmek mümkün değildir. Hele Türkiye gibi ekonomik, siyasi, sosyal krizin sürekli olduğu bir ülkede emperyalizmi ve işbirlikçi tekelleri ne Demirel gibi cunta şefi özentileri, ne de yeni cuntalar kurtarabilir. Sistem tam bir çıkmazdadır ve bu çıkmazı aşabilmeleri mümkün değildir.

Bugünkü kan dökücülükleri de bu çıkmazın, bu çaresizliğin ürünüdür. Kürt, Türk ve her milliyetten emekçi halklara kan ve gözyaşı dışında verebilecekleri bir şey yoktur. Halkların gerçek kurtuluş yoluna, devrim mücadelesine her geçen gün daha fazla katılması, hak ve özgürlük mücadelesini yükseltmesi ve kurtuluşun devrimde olduğunu bilince çıkarması onları daha da telaşlandırıyor, panik içinde saldırıyorlar, kan döküyorlar ve yalana sarılıyorlar. Kürt ve Türk halklarının kurtuluş umudunu kanla, yalanla karartmaya çalışıyorlar.

Tüm bu yalanlarının, döktükleri kanların hesabını emekçi halklara vermek zorundalar. Devrimci mücadeleyi bastırarak, Devrimci Hareketi yok ederek kısa süre de olsa nefes alabileceklerini sanıyorlar. Katliam, cinayet ve yalanlarla, Devrimci Hareketi sindirmeyi, etkisizleştirmeyi, geri adım attırmayı, üye ve savaşçılarını, taraftarlarını yıldırmayı amaçlıyorlar. Ama bu politikalarının sonuçlarını düşünmüyorlar, düşünecek durumda değiller. Halkın öfkesinin ve intikam duygularının ne denli güçlü ve korkunç olduğunu akıllarına bile getirmek istemiyorlar. Şunu hiç unutmasınlar ki, Devrimci Sol’a uzanan her eli kırdık ve hiçbir yoldaşımızın kanını yerde bırakmadık. Bu katliamlarını da onlara pahalıya ödeteceğiz.

Başta Demirel olmak üzere tüm hükümet üyeleri, faşist katiller sürüsünün başındaki yetkililer, müdürler, amirler ve onların emrindekiler bu katliamın birinci dereceden sorumlusudurlar, suçludurlar. Suçluların gereken cezalara çarptırılacağından kimsenin kuşkusu olmasın. Bu Devrimci Sol’un sözüdür.

 

DEVRİMCİ SOL ÜYELERİ, SDB SAVAŞÇILARI,

DEVRİMCİ SOL TARAFTARLARI !

Oligarşi katletmekle bizleri tüketebileceğini, savaş gücümüzü yok edebileceğini sanıyor. İstedikleri kadar “büyük darbe” desinler, istedikleri kadar katillerin başı Demirel’in ağzından “beyinlerini dağıttık” desinler, biz ayaktayız, savaşıyoruz ve Sabahatların, Sinanların, Fazıl’ların astığı bayrağı taşımaya devam ediyoruz.

Korkuyorlar. Önderlerimizden, üyelerimizden, savaşçılarımızdan, taraftarlarımızdan, örgütümüzden, hepimizden korkuyorlar. Bunun için en adi yalanları, en basit demagojileri, en çirkef provokatif demeçleri peşpeşe sıralıyorlar. Bir güçleri yok. Yalanla savaşıyorlar bize karşı. Her yalanı, her provokasyonu faşizmin kendisini vuran bir silah olmuştur. Bundan sonra da mücadelemizin gücüyle o yalanları, provokasyonları kendilerini vuran birer silah haline getireceğiz. Biz, önderlerimizi de, savaşçılarımızı da, şehitlerimizi de tanıyoruz. Ayyaş, serseri, ahlak ve namus düşüncesinden yoksun, para için her şeylerini satan burjuvalar, faşistler, işkenceciler ve onların dalkavukları devrimcilerin yaşamına dil uzatamaz.

Bugün şehitlerimizin bıraktığı bayrağı omuzlayıp daha yükseklere taşımak, onların kanını yerde bırakmamak görevdir. Bu, devrim bayrağını daha da yükseltmektir.

 

Üyeler, Savaşçılar, Taraftarlar!..

Bir savaş içindeyiz. Bunun başka bir adı yoktur. Düşman her türlü yöntemle saldırıyor. Bu çaresizlikten doğan bir saldırıdır. Kaybettikleri psikolojik üstünlüğü yeniden ele geçirmek temel amaçlarıdır. Katliamlar, yalanlar, mizansenler hep bunun için.

Ama kaybetmiş durumdalar, iliklerine kadar korku içindeler. Bize karşı güçsüzler ve kendilerini koruma telaşındalar. Zırhlı araba için birbiriyle kavga edenlerin, silahlı güçlerinin neredeyse yarısını kendi güvenlikleri için ayıranların psikolojik üstünlükten söz etmeleri düşünülemez. Zayıflıklarını yalan ve iftiralarla maskelemek istiyorlar. Ama çok geç artık.

Bu bir savaş. Ölmek ve öldürmek savaşın ilk kuralıdır. Faşizm bizleri katlederek, yıldırmayı, korkutmayı, vazgeçirmeyi amaçlıyor. Bunun karşısında atılacak tek bir geri adımımız yoktur. Bu savaşı onlar başlattı ve biz de gerekeni yapacağız. Yoldaşlarımızın kanları yerde dururken, onların güçlülük demagojilerine, sahte zafer çığlıklarına sessiz kalmayacağız. Katliamcılara anladıkları dilden cevap vermeye devam edeceğiz. Tüm Devrimci Sol üyelerinin, SDB savaşçılarının, Devrimci Sol taraftarlarının bugün en temel görevi faşistlere, katillere, katliam emrini verenlere, devrim önünde engel olanlara dünyayı zindan etmektir. Bu mücadelede her şey bir silahtır. Devrimci İlke ve kurallara bağlı kalarak her türlü yol ve yöntemi kullanıp düşman güçlerini tahrip edelim, faşizmin katliamlarına anladıkları dilden cevap verelim. Faşizmde olmayan bir silaha sahibiz. Yüreğimiz ve inancımız var. Bu silahı şimdi kullanmanın zamanıdır. O bütün silahları bize bulacaktır, her türlü eksiğimizi tamamlayacaktır.

 

YOLDAŞLARIMIZIN KANLARI YERDE KALMAYACAK…

Faşizm, Devrimci Sol’a büyük bir darbe vurduğunu kanıtlamak için olmadık yalanları sıralıyor, bunun için ilgisiz insanları dahi örgüt üyesi olarak göstermeye, ilgisiz evleri örgüt üssü olarak tanıtmaya çalışmaktadır. 16-17 Nisan günleri katledilen yoldaşlarımız dışında gözaltına alındığı söylenen ve 6 kişi olduğu açıklanan insanların durumu bu çabaların bir örneğidir. Gözaltında bulunan bu insanların örgütümüzle bir ilgisi yoktur. Ne kendileri örgütümüz üyesidir, ne de bulundukları yerler örgütümüze ait üslerdir. Bu insanlarda silah-bomba-doküman vs. yakalandığı ise kocaman bir yalandır. 16-17 Nisan günlerinde katledilen 11 kişiden Ayşe UZUNHASANOĞLU hariç diğerleri örgütümüz üyesidirler ve bunların içinde Sabahat KARATAŞ, Sinan KUKUL ve A. Fazıl Ercüment ÖZDEMİR önder yoldaşlarımızdır. Yoldaşlarımızın katledildikleri yerler ve gerçek isimlerini aşağıya yazıyoruz. Bu yazdıklarımıza uymayan her şey yalandır, faşizmin psikolojik savaşının bir parçasıdır.

– Çiftehavuzlar, Cezmi Ör Sokak, Karasu Apartmanında katledilen yoldaşlarımız:

Sabahat KARATAŞ, Eda YÜKSEL, Taşkın USTA.

– Üstbostancı Dr. Kemal Ergüder Sokak’taki evde katledilen yoldaşlarımız:

Sinan KUKUL, Arif ÖNGEL, Şadan ÖNGEL.

– Erenköy, Hayri Eğmezoğlu Sokak, ikizler Apartmanında katledilen yoldaşlarımız:

  1. Fazıl Ercüment ÖZDEMİR, Hüseyin KILIÇ, Satı KILIÇ (TAŞ)

– Sahrayı Cedit Halk Sokaktaki Kılıçer Apartmanında ise:

Üyemiz Ayşe Nil ERGEN ve taraftarımız Ayşe UZUNHASANOĞLU katledilmişlerdir.

Bu yoldaşlarımızı kaybetmemizin bizler açısından anlamı büyüktür ve onların bizler için ifade ettiği değerleri yaşatmak boynumuzun borcudur. Bu borcu ödeyeceğiz, ödemeye devam ediyoruz.

Daha önce defalarca katliamlara uğrayan, şehitler veren bir hareketiz ama hiçbir koşulda mücadelemiz durmadı, ivmesini düşürmedi. 16-17 Nisan katliamı da faşizme böyle bir sonuç getirmeyecek. Kimse böyle bir hayale kapılmasın. Dün olduğu gibi yarın da işkencecilerin, katillerin, halk düşmanlarının korkusu olmaya devam edeceğiz ve bu görevimizi bir an bile ihmal etmeyeceğiz, etmedik. Kürt ve Türk halklarının kurtuluş mücadelesini sürdürmek ve bunun tüm yüklerini omuzlarımıza almak bizlerin yaşam ilkesidir. Bu misyonumuzu sürdüreceğiz, eylemlerimizle her koşulda faşizmin korkulu rüyası olacağız. 16-17 Nisan öncesi ve sonrası eylemlerimizle ilgili geniş açıklamalar daha sonra yapılacaktır.

 

YAŞASIN YOLDAŞLARIMIZIN DESTANSI DİRENİŞLERİ !

ÇİFTEHAVUZLAR’DA DALGALANAN DEVRİMCİ SOL BAYRAĞI

TÜM TÜRKİYE’DE DALGALANACAKTIR !

 

DEVRİMCİ SOL

Merkez Komitesi

(Bu açıklama, Devrimci Sol Haber Bülteni’nin 21 Nisan 1992 tarihli, 50. Sayısında yayınlanmıştır.)

 

***

 

16-17 NİSAN KATLİAMI

OLAY:

16-17 Nisan 1992’de İstanbul’un Çiftehavuzlar, Erenköy, Üstbostancı, Sahrayı Cedit semtlerinde, Sabahat Karataş, Eda Yüksel, Taşkın Usta, Sinan Kukul, Arif Öngel, Ahmet Fazıl Ercüment Özdemir, Hüseyin Kılıç, Satı Taş (Kılıç), Ayşe Nil Ergen, Ayşe Gülen (Uzunhasanoğlu) İstanbul polisinin ağır silahları ve bombaları kullanarak yaptığı saldırı sonrasında katledildiler.

 

SUÇ DUYURUSU: Katledilenlerin aileleri ve avukatları 28 Nisan 1992′de “Polisin sağ yakalamak gibi bir amaç gütmeden, açıkça katletmek için operasyon yaptığı” gerekçesiye suç duyurusunda bulundular. Aradan haftalar, aylar, yıllar geçti, ancak ortada henüz bir dava yoktu. Suç duyuruları sümen altı yapıldı.

ÜÇ YIL SONRA AÇILAN DAVA: Kadıköy Cumhuriyet Savcılığı, aradan üç yıl geçtikten sonra katliamla ilgili bir dava açtı. Ancak açılan dava da yalnızca Çiftehavuzlar’daki katliamla ilgiliydi.

İlk Duruşma: Sebahat, Eda ve Taşkın’ı katleden polisler için açılan davanın ilk duruşması 14 Haziran 1995 Perşembe günü Kadıköy 2. Ağır Cezası mahkemesinde yapıldı. Duruşma günü Kadıköy’ü adeta işal eden polis 200 kişiyi gözaltına alarak duruşmanın izlenmesini fiilen engellemeye çalıştı.

Salona izleyici olarak giren sivil polisler, mahkeme salonunda uluslararası gözlemciler, avukatlar ve basın mensupları üzerinde terör estirdi.

İkinci Duruşma: Davanın ikinci duruşması 26 Eylül 1995 günü yapıldı. İlk duruşması 15 Haziran 1995 günü yapılan davada yine aynı senaryo tekrarlandı. Polis Kadıköy’ü yine işgal etmişti. Avukatların girişimiyle içeri girebilen heyetin mahkeme çıkışına kadar fotoğraf makinelerine el konuldu. Halktan hiçbir insan adliye binasına alınmadı. Yayın yasağı konulduğu için mahkemeye hiçbir basın mensubu alınmadı.

Duruşma mahkeme heyeti tarafından 30 Kasım 1995 tarihine ertelendi.

Sonraki duruşmalar da bunların bir benzeri ve tekrarıydı. Katiller hiçbir şeyi “hatırlamıyor”du. Mahkeme heyetinin ise katilleri aklamaktan başka bir düşüncesi yoktu.

 

16-17 Nisan duruşması

Aslında bu dava iki ayrı mahkemede birden sürdü. Hem 16-17 Nisan operasyonları sırasında tutsak düşen dört Devrimci Sol’cu hakkında açılan davada ve hem de doğrudan katliama katılan polisler hakkında açılan davada… Her ikisinde de yargılanan yalnız ve yalnız katillerdi.

8 Ekim 1992’de İstanbul DGM’nin bekleme salonu yine işkenceciler, katillerle dolu. 16-17 Nisan operasyonuna katılan işkenceci polisler tanıklık yapmaya gelmişler. Yüzlerce devrimcinin kanına eli bulanmış işkenceciler hiç de ev basmaya gitttikleri gibi, operasyonlarda katlettikleri insanların üzerine sayısız kurşun sıktıkları gibi değiller. Bugün her zaman sarhoş gezen serseri güruhunun ayık gezdiği çok ender zamanlardan biri.

Tutukluların ailelerinden gözlerini kaçırıyor, yüzlerini gizlemeye çalışıyorlar.

Duruşmaya ilk alınan Başkomiser Mesut Yıldız oldu. Mesut Yıldız Bakırköy’deki eve düzenlenen operasyonu sahneleyen olduğu halde düzenlediği senaryoları anlatmaya dahi çekiniyordu. Çünkü şimdi ne şarhoştu ne de elinde silahı vardı.

Panik içerisindeydiler. Tutuklulara sürekli arkaları dönük durmaya çalışmalarına rağmen mahkeme heyeti Bakırköy’den gözaltına alınan insanların kimler olduğunu sorduğunda dahi arkalarına dönme ve tutsaklara yüz yüze gelme cesareti bile gösteremiyor, gözleriyle bir bakış fırlatıyorlardı.

İfadelerinde ezbere “tutunaktaki ifadem geçerlidir” sözünü tekrarlıyor ek sorular karşısında “ben çok operasyona katıldım, hatırlamıyorum” diyerek birçok devrimcinin kanına girdiklerini itiraf ediyorlardı.

Mahkeme heyeti de çok yoğun çalışan polislere operasyonda ne kadar katkıları olduğunu hatırlatıyor, onlara yardımcı olmaktan çekinmiyordu. Ama daha ilginç olanı mahkeme heyeti dosyayı, olayları hemen hiç bilmiyordu.

 

92 Aralık… DGM’nin çevresinde her zamankinden daha fazla polis var. 17 Nisan davasında, işkenceciler yine tanık olarak dinlenecek.

Burjuva basından pek çok muhabir var. Ama bir haftadır tüm olayları yazıyoruz, ama gazeteye basmıyorlar diyerek çoğu duruşmayı izlemiyor.

Cezaevi idaresi, burjuva basın ve mahkeme heyetleri elbirliğiyle mahkeme salonlarından kayıpları, infazları protesto eden eylemlerin kamuoyuna ulaşmasını engellemeye çalışıyorlar.

Duruşma saat 16.00’a doğru başladı. “Sanık” sırasında 16-17 Nisan katliamında “sağ ele geçirilen” dört devrimci tutsak var. Ama gerçek sanıklar biraz sonra giriyorlar salona. Terörle mücadele şubesinden dört katil “tanık” olarak dinleniyorlar.

“Tanık”ların dördü de Ayşe Gülen ve Ayşe Nil Ergen’in katledildiği operasyona katılmışlar. Rastlantıya bakın ki, hepsi de dış güvenlikte görev aldıklarını söylüyorlar. Ağızlarından çıkan sözler aynı: Tanımıyorum, görmedim, duymadım. Bazen şaşırıyorlar. Dersini iyi ezberlemeyen öğrenciler gibi, biri “operasyon üç dakika sürdü derken diğeri 15-20 dakika çatışma sürdü diyor. Biri “beş katlı binanın dışındaydım, teslim ol çağrısını duymam mümkün değil” diye ifade verirken, bir başkası apartmandan 100 metre uzakta oldğunu belirttikten sonra “evin içinden teslim ol diye bağırdıklarını duydum. Megafonla değil, bağırarak söylediler” diyor.

 

İfadelerden Birkaç Satır…

– Operasyon günü Siyasi Şube’den hep birlikte çıktık.

– Kimlerle birlikte çıktınız?

Tanımıyorum

– Operasyonu kim yönetti?

– Başkomiserim

– Başkomiserinin ismi nedir?

Bilmiyorum.

– Komiserinin adını nasıl bilmezsin?

– Şimdi başka yerde…

Tutanaklar okunuyor. “Ölü ele geçirme” tutanaklarında hepsinin imzası var.

Katillerin “tanık”lığından sonra devrimci tutsaklar bir dilekçe okumak istiyor. Heyetin itirazlarına rağmen dilekçe okunuyor.

Mahkeme heyetinin talimatıyla askerler tutuklulara saldırıyor.

Duruşma 17 Nisan 1993’e ertelendi.

 

Katiller: (Sabahat Karataş, Eda Yüksel ve Taşkın Usta’nın katledildikleri yerde bulunanlar)

1- Reşat Altay İstanbul Terörle Mücadele’de Şube Müdürü

2- İbrahim Şahin Özel Harekat Daire Başkanı

3- A. Vasfi Kara Yurtdışı misyon korumaları görevi nedeniyle Belçika’da

4- Abdullah Dindar İstanbul Narkotik Şb. Müdürlüğünden görevli.

5- Mehmet Şakir Öngel

6- İsmail Alıcı İstanbul Terörle Mücadele Şb. Müdürlüğünde Başkomiser.

7- Adnan Taşdemir Tunceli Emniyet Müdürlüğünde görevli.

8- Ruhi Fırat Terörle Mücadelede görevli.

9- Aslan Pala Havalimanı Özel Hareket Şubede görevli.

10- Mehmet Düzgün Özel Harekat Daire Başkanlığı Ankara’da görevli.

11- Adalet Üzüm Terörle Mücadele şubede görevli.

12- Mehmet Baki Avcı Terörle Mücadelede görevli.

13- Şenel Kahraman Terörle Mücadelede görevli.

14- Ömer Mesut Yağcıoğlu Sivas Meniyet Müdürlüğünde görevli.

15- Ali Türken Havalimanında görevli.

16- İsmail Türk Terörle mücadelede görevli.

17- Yahya Kemal Gezer Terörle mücadelede görevli

18- Zülfikar Çiftçi Terörle mücadelede görevli.

19- Sönmez Alp İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadelede görevli polis memuru.

 

Katiller: Sinan Kukul, Arif Öngel, Şadan Öngel’i Katledenler:

1- Ercüment Yılmaz İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde müdür yardımcısı

2- Ali Çetkin İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde komiser olarak görev yapar.

3- Mustafa Kultaş İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde çalışır.

4- Fikret Işınkaralar Erzurum Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele şubesinde çalışır.

5- Ali Bulut İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nde görev yapar.

6- Samet Öztürk Kurban oğlu, 1949 doğ. Kars Iğdır Taşburun nüf. Kayıtlı olup, Bursa Gemlik Çataloğlu sk. No. 3 de mukim.

7- Bayram Kartal İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesinde çalışır.

8- Mehmet Saka İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesinde görev yapar.

9- Ömer Duman İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube’sinde görev yapar.

10- Ahmet Canöz İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube’sinde komiser yardımcısı olarak çalışır.

11- Erol Tekten İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube’sinde görevli polis memuru.

12- Şevket Yılgın İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube’sinde görevli polis memuru.

13- Süleyman Bolak Terörle Mücadele Şubesi’nde görevli polis memuru

14- Halil ibrahim Acar Edirme Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube’sinde polis memuru.

15- Fikret Uzuner İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube’sinde polis memuru olarak görev yapar.

16- Murat Aydın İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube’sinde polis memuru olarak görev yapar.

17- Mustafa Altınok İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube’sinde polis memuru.

18- Uğur Bayık İstanbul Atatürk Havalimanı şube müdürlüğünde görevli.

19- Nazif Yazar İstanbul Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şube’sinde görevli polis memuru.